- 836 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (05)
Allah ile insanlar arasındaki engeli kaldırmak!
İslam’ı hâkim kılmak başlığında bundan önceki bölümde özet olarak, insanların özgürleştirilmesinden söz etmiştik. İnsanları özgürleştirmenin Kur’an-daki diğer bir ifadesi, “Allah ile insanlar arasındaki engeli kaldırmaktır” O zaman insanlarla Allah arasına konan engellerden söz edebiliriz.
Dil, insanların düşündüğü, akıl ettiği, mantık kurduğu, iradeleriyle karar verdiği, ağladığı, güldüğü, konuştuğu, insanlarla, hayvanlarla, doğayla anlaştığı bir araçtır. Allah ayetini gönderdiği toplumlara kendi dilleriyle ayetlerini göndermiştir. Elimizdeki Kur’an, Arapça konuşan topluma “fasih bir Arapça” ile indirilmiştir. Fasih Arapça, yani halkın konuştuğu şekilde, yalın, açık, onları anlamsızlıkların derinliğine düşürmeyecek Arapça… Kur’an-da geçen, semboller, imgeler, simgeler, müteşabih muhkem bütün anlamlar, o dönemde anlaşılacak şekilde gönderilmiştir. Resul devrinde yaşayan Araplar, eğitim seviyeleri ne olursa olsun, ayetleri anlamakta zorluk çekmemişlerdir. Ayetlerde kullanılan tüm semboller, imgeler, simgeler, müteşabih, muhtem anlamlar, Arapların kendisine aittir.
Sembol; duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işaret, remiz, rumuz, timsal, simge…
İmge; zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, hayal, hülya…
Simge; sembol…
Müteşabih; birbirine benzer birden fazla anlamı olan…
Muhkem; anlamı kesin açık, kavi olan…
Anlamlarında kullanılan bütün mana ve mefhumlar ayetlerde mevcuttur. Mevcut olan bütün bu anlamları Araplar o gün anlamakta güçlük çekmiyorlardı. Zira; Araplar kendi dillerinde var olan bu anlamları hemen anlıyorlardı.
Eğer Allah bir ifadeyi anlatmak için sembol kullanmışsa, mesela “el”, Onlar Allah’a ve birbirlerine biat verirlerken Allah’ın eli onların eli üzerindedir, Allah’ta onlarla biat etmiştir. Burada hem biat, hem el, sembolik ifadeler olarak kullanılmıştır. Ayet indirildiği zaman, Araplar, duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten bu olayı, sembolize ederek anlamıştır. Artık onlar Allah elini nasıl onların eli üzerine uzattı? Allah onlarla nasıl biat etti? Gibi, soruları sormamışlardır. Ancak, ilk Müslümanlardan sonraki toplum, sembolik ifadelere farklı anlamlar vermeye başlamışlardır. Verdikleri anlamlardan, hem din çıkartmışlar, hem de birbirleriyle kıyasıya mücadele etmişlerdir.
Bir imge olarak, Allah’ın elini Müslümanların elinin üzerine koyarak biat etmesi… Arşa istiva etmesi vs. gibi imgelerle belirtilen olaylar, Arapların zihinlerinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, hayal, hülya gibi anlamlarıyla teşekkül etmiş. Arapların en büyük düşü, rüyası, hayali, hülyası olan, en güçlü iktidar sahibi Allah’a tapma ve Allah’ın yüceliğine yönelik kavramları yerine oturmuştur. Artık Araplar ayetlerin ışığında, Allah ile ilgili, hayallerini, hülyalarını süsleyen yüceleştirme kavramlarında o günkü fasih Arapçalarıyla doruğa ulaşmıştır. Ulaşan sonuçta, artık insanların tapacakları hiçbir varlık, Allah’ın yüceliğine erişemez. Hiçbir rüya, hayal, hülya bu noktada kendini ikna edemez. Resulün arkadaşları ayeti okuduğunda, dinlediğinde, bugünkü Müslümanlar gibi anlamları üzerine birbirlerine düşmekten ziyade, ayetlerin anlam derinliğinde inançlarını artırmışlardır. Çünkü fasih Arapçanın yönlendirdiği imgelerle gelen ayetler, Müslümanların aklında, mantığında, iradesinde, kalbinde yerini bulmuş, Müslümanların kalbini dinginliğe ulaştırmıştır.
Müteşabih olarak gönderilen ayetler, birbirine benzer anlamları içeren konularda, muhkem ayetlerin çerçevesinde anlaşılarak, ikiliye, ayrılığa düşmeden Müslümanlar anlayışlarını zenginleştirmişlerdir. Allah orucun başlangıcı için sabahın başlangıcı olan vakti “beyaz iplik, siyah iplikten ayrılıncaya kadar” simgesini, imgesini, müteşabihini, ipliğin siyah ve beyazlığı ile, gece gündüz anlamlarında benzerliği kavrayarak, görsel anlamda vakit tayinindeki inceliği kavrayarak hayatına geçirmiştir.
Ayetlerin indirildiği dönemde anlam çelişkisine düşmeyen Müslümanlar, kendi konuştukları dil üzerine gelen ayetlerin anlamlarıyla kendilerini güçlendirirken, sonraki dönemlerde durum değişmiştir.
Mekke, Medine şivesini konuşan Araplara indirilen ayetler, Müslümanlara katılan farklı şivelerdeki Arapların şivelerinin ortaya çıkmasıyla durumlar karışmaya başlamıştır. Nasıl bugün, ülkemizin güneyi, kuzeyi, batısı, doğusu, ortası aynı Türkçeyi kullanırken, kullandıkları Türkçedeki sembollere, simgelere, imgelere, müteşabihlere, muhkemlere farklı anlamlar veriyorsa, o gün de Mekke, Medine dışındaki Arapların şiveleri de ayetlerdeki sembollere, simgelere, imgelere, müteşabihlere, muhkemlere farklı anlamlar katmıştır.
Müslümanlar Arabistan dışına çıktılar. İran, Irak, Kudüs, Filistin, Suriye fethedildi. Buralarda insanlar Müslüman olmaya başladılar. Böylece Müslümanlara, Arap olmayan farklı etnik kökenden, farklı dilleri konuşan insanlar katıldı. Onlar ilk zamanlar Arapça öğrenerek ayetleri anlamaya çalışırlarken, sonraki dönemlerde kendi imgelerini, simgelerini, sembollerini, ayetlerin anlamlarına eklemeye başladılar. Özellikle, Kufe ehli, yani bugünkü Irak, dünkü Mezopotamya civarı, etkilendikleri, Yunan, Roma, Hint Ari, Fars dillerinin anlamlarındaki imgeleri, simgeleri, sembolleri ayetleri anlamada kullanmaya başlayınca Müslümanların dil kültürü zenginleşti. Dilde kazanılan zenginlikler, Mekke ve Medine’nin fasih Arapçasıyla indirilen ayetlerin anlaşılmasını yönlendirmeye başladı. Artık Müslümanlar, zamanının diliyle, ayetlere anlam vermeye başladılar. Bu durum, Mekke, Medine, Yemen Müslüman ilim adamlarıyla, Irak, Suriye, İranlı Müslüman bilim adamları arasında tartışmalar doğurdu. İtikatta ve ameldeki mezheplerin fitillerinin ateşlendiği bu devir, gerçekten kültür planında Müslümanlar arasında ciddi çatışmaları, ayrışmaları doğurmuştur.
Kur’an-ın ilk yazmaları, bugün elinizdeki kuranlar gibi harekeli yazılmamıştı. Mesela, gözlerinizin önüne kuranın Arapçasından bir sayfayı getirin. Sonra hayalinizde sayfadaki bütün harekeleri, noktalama işaretlerini kaldırın. Sadece Arapça metnin asıl yazısı kalsın. Bugün dünyadaki bütün toplumlar Kur’an-ı harekeli okuyor. Harekesiz okunduğunu düşünün. Harekesiz okunduğunda, hecelerin seslendirmelerinde, noktalamalarda farklı vurgular yapabilirsiniz. Farklı vurgular yaptığınızda, kelimeler değişiyorsa, ayetlerin anlamları da değişecektir. Mekke, Medine dışındaki Arapların Müslüman olması, Arapça konuşmayan toplulukların Müslüman olması ve Kur’an-ı kendi sembolleriyle okumaya başlamaları neticesinde ayetler farklı anlaşılmaya başladı. Bu karışıklıkları önlemek için, Emevi Halifelerinden Haccac (M.684-714) zamanında, harekesiz yazılan ayetlere, okumayı yönlendirmek, birbirine benzer okumaları engellemek üzere, esire, üstün, ötüre dediğimiz semboller, seslendirmeler eklendi. Harekeleme diye anılan bu eylem, bugün elimizdeki Kur’an-ların yazılmasına neden oldu. Resul ve arkadaşları döneminde yazılan Kur’an ayetlerinde harekeleme yoktur. Hz. Osman’ın yazdığı Kur’an harekesizdir.
Ancak bu çalışmalar yetmedi. Zira harekelemelerde de görüş ayrılıkları çıktı. Görüş ayrılıkları yaşanırken, bu sefer Müslüman bilim adamları, akait (yani kelam), fıkıh, hadis, tefsir ilimlerinde, Arapça kelimelere yeni, lügat anlamlarını sınırlandıran anlamlar vermeye başladılar. Mesela; Ayet kelimesi geniş tanımından, Allah’tan gönderilen söze… Sünnet kelimesi geniş tanımından, resulün söz, fiil ve davranışlarına… Hadis kelimesi geniş tanımından, resulden gelen haberlere denmeye başlandı. Bunun gibi birçok konuda Arapça kelimelerin geniş anlamları sınırlandırılarak bir anlamda özetlenmeye çalışıldı. Müslüman bilim adamlarının Arapça kelimelere verdiği anlamlara ıstılah anlamları denilmektedir.
Resul döneminde gönderilen ayetler, lügat anlamlarıyla anlaşılırken, bugün ayetler Istılah anlamlarıyla anlaşılıyor. Çünkü ister Arap kökenli Müslümanlar olsun, isterse Arap kökenli olmayan Müslümanlar olsun, İslam diye inandıkları dine, mezhepleri, tarikatları, cemaatleri aracılığıyla inanmakta, Kur’an-ı, din bilgilerini bu kurumların dil anlayışına göre algılamaktadırlar. Günümüzün Müslüman’ı ayetlere resul ve arkadaşlarının konuştuğu fasih Arapça ile yaklaşmamaktadır. Günümüzün Müslüman’ı Arapça kelimelerden oluşturulan ıstılahı anlamların, imge, simge, sembollerine göre ayetleri anlamaya çalışmaktadırlar. Böyle bir durum, günümüz Müslümanları ile Allah arasındaki en büyük engel olarak karşımıza çıkar. Zira Allah ayetlerini fasih Arapça ile göndermişken, bugün Müslümanların dilinde fasih Arapça yoktur. İster günümüzün Arapları, ister Arap olmayanları, ayetlere yaklaşırken algıladıkları dilin fasih Arapçayla ilgisi yoktur. Biz şöyle zannederiz. Arapların nasılsa ana dilleri Arapçadır. Öyleyse onlar ayetlere doğru yaklaşırlar. Hatta Arap olmayan topluluklar Arapça öğrenerek ayetlere Arapça bilerek doğru yaklaşırlar. Hâlbuki hiçte öyle değildir. Çünkü ister Araplar, ister Arap olmayanlar, Arapçanın konuşma dilini öğrenirler ama ayetlere ıstılah anlamlarıyla yaklaşırlar. Bunun nedeni artık ıstılah dilinin, din dili olduğu bilincinin belirgin veya belirgin olmayan şekilde anlayışlarına yerleşmiş olmasıdır. İnsanlar lügati anlamlarıyla Arapçayı konuşsa da iş, Kur’an ayetlerini anlamaya gelince, bilinçaltı olarak ıstılah anlamlar devreye girmektedir.
Bugün Müslümanların çoğunluğunun Kur’an-a, mezheplerinin, tarikatlarının, cemaatlerinin dil anlayışıyla yaklaştığını söylemiştik. Durum böyle olunca, Müslümanların doğru dürüst düşüncelerini dahi bilmedikleri mezhep imamları, tarikat şeyhleri, cemaat liderleri, Allah ile aralarına girmiş olmaktadır. Ancak Müslümanlar bunun böyle olduğunun farkında değillerdir. Onlara Allah’ın dediği gibi, “Allah size şah damarınızdan yakındır, onun gönderdiği ayetleri okuyarak, anlayarak Allah’a geliniz. Allah ile aranıza hiçbir kişiyi, kurumu engel koymayınız” dense, hemen böyle diyenleri ret ederler. Allah ile aralarındaki engelleri kaldıramazlar.
Günümüzün tefsirleri Yahudi ve Hıristiyan kültürü israiliyattan kurtulamamaktadır. Üstüne üstlük, üretilen ıstılah anlamlarıyla ayetler açıklanırken, ayetlerin gönderildiği dönemin anlayışından gittikçe uzaklaşmaktadırlar. Tefsirlerin çoğu rivayet yani geçmişten nakillerle anlam tekrarından ibarettir. Çok azı dirayet tefsiri denilen, müfessirlerin yorumlarından oluşur. Ancak dirayet tefsirleri de, ıstılah anlamlarının sınırlandırmalarından kurtulamaz.
Ayetlerin Arapçadan farklı bir dile aktarılması olarak kabul edilen meal çalışmaları genellikle mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin uzantısı olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde öyle ilginç bir yapılanma vardır ki, mezhepleri, tarikatları, cemaatleri ret eden anlayışlar olsa bile, meal çevirilerinde kültürlerinde var olan ıstılah anlamlarının etkisindedirler.
Bu şartlarda henüz Müslümanların resulün devrinde kullanılan fasih Arapça ile ayetlere yaklaştıkları, anladıkları düşünülemez. Her ne kadar her meal yazarı bu iddia ile ortaya çıksa da, işin derinliğinde ıstılah dünyasıyla imgelenen, simgelenen, sembolize edilen ayetler, olduğu gibi meal edilmektedir. Bugüne kadar, ıstılah dilinin dünyasından çıkıp ayetlere anlam vermeye çalışan bir meal görmedim. Bazen birkaç ayet üzerine söylemler olsa da, ayetlerin tümü için aynı çaba harcanmamaktadır.
Günümüzde; genelde siyasi atışmaların arenası olarak kabul edilen meal çalışmaları, okumaları, kavram tartışmaları, ayetleri fasih Arapça doğrultusunda anlamaktan, anlatmaktan uzaktır. Bu durumda Allah’ın gönderdi ayetler ile Müslümanlar arasındaki dil engeli, fasih Arapça ile ıstılah Arapçası arasındaki farktan kaynaklanır. Bugün Ayetler ile Müslümanlar arasına ıstılah Arapçası girmiş durumdadır. Müslümanlar ıstılah Arapçasının dışına çıkmadığı müddetçe, ayetleri resul devrinde anlayan Müslümanlar gibi anlaması mümkün olmaz. Ayetleri anlamak isteyen Müslümanların öncelikle, Arapçaya bilimsel sınır getiren ıstılah anlamlarından kurtularak, aklını, mantığını, iradesini özgürleştirmesi gerekir. Her ne kadar bu söz, ilk anda Müslümanların tarihinden gelen bilgi birikimini dışlıyor gibi görünse de amaç dışlamak değildir. Istılah anlamlardan kurtularak özgürlüğe ulaşmak, ıstılah anlamları tarihe gömmek olarak anlaşılmasın. Aksine, ayetlerin daha doğru anlaşılmaları için, anlamların kölesi olma yerine, anlamların hâkimi olarak, lügat anlamlarıyla karşılaştırarak ayetleri anlamaya çalışmayı öncelemek demektir. Ciddi bir inceleme sonucu, belki de ıstılah anlamı ayetin anlatımında ustaca seçilmiş anlam olarak karşımıza çıkacaktır. Ama buna araştırma ile tahkikle ulaşmak, körü körüne inanmaktan daha iyidir. Zira hiçbir zaman inanç taklidi kabul etmez. Taklit edilen şey doğru bile olsa, doğruyu tahkik inancın temel kuralıdır. İnsan ancak tahkikle Allah ile arasındaki engeli kaldırır. İnsan tahkiki inanca, tahkiki yaşama geçtiğinde, mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin egemenliğine girmez. Aksine inancını mezheplere, tarikatlara, cemaatlere hâkim kılar. Bir Müslüman’ın inancımı mezheplere, tarikatlara, cemaatlere hâkim kılması demek, Allah ile kendisi arasındaki engeli kaldırması demektir.
Müslümanların kurduğu devlet, Allah’ın ayetlerini temel esas almayıp, mezhep, tarikat, cemaat anlayışlarını hâkim kıldığında, Allah ile devlet, Allah ile insanlar arasında, mezhepleri, tarikatları, cemaatleri engel kılmıştır. Çünkü böyle bir durumda, Müslümanların kurduğu devlet, Allah’ın istediği adaleti gerçekleştiremeyecek, hayata Allah’ın ayetlerinden bakamayacak, mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin anlayışından bakacaktır.
Bir mezhebin devletin temel yasaları olarak kabulü, hatta diğer mezheplere bünyesinde izin vermesi, Allah’ın adaletini sağlatmaz. Zira bir mezhebin diğer mezheplere bünyesinde izin vermesi demek, insan içtihatlarından oluşan mezheplerin, diğer mezheplere karşı üstünlüğünü ilan etmektir. Hâlbuki ne içtihatlar birbirinden üstündür, ne de mezhepler birbirinden üstündür. Eğer bir toplum, kendi içtihatlarını veya mezhebini, diğer içtihatlardan, mezheplerden üstün görerek, diğer mezhepler üzerine egemen kılarsa, bu durum, insanın insana üstünlüğünü kurmak olarak değerlendirilecektir. Hâlbuki hiçbir insan diğer insandan, hiçbir insan görüşü diğer insan görüşünden üstün değildir. Allah katında bütün insanlar eşittir. Bu eşitliği ancak, iman ve takva sahibi olmak değiştirir. Her içtihat insanın zannı galibidir. Hiçbir içtihat sahibi kendi içtihadının kesin olduğunu iddia edemez. İnsan görüşlerinin gerçekliği Allah katındaki hesapta belli olacaktır. Aynı şekilde bir tarikatın, bir cemaatin kendini üstün görerek, devlete kendi tarikat veya cemaat anlayışını egemen kılması, diğer tarikatlara cemaatlere bünyesinde izin verse de Müslüman devletin yapacağı bir şey değildir. Zira bu durumda da, insanların insanlara egemenliği ortaya çıkmıştır. Çünkü tarikat veya cemaat anlayışlarının üstünlüğünü ortaya çıkaran insan, ya tarikat şeyhlerinin, ya da cemaat liderlerinin zanlarını insanlar üzerine iktidar etmiştir. Allah; adaletin sağlanması için, gönderdiği ayetlerin egemenliğini esas alır. Allah’a göre, insan, toplum ilişkilerinde sadece Allah insanlar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilir. İnsanlar ise zanneder. Adalet zanların insanlara hâkim kılınması değil, Allah’ın gerçeklerinin hâkim kılınmasıdır. Bu nedenle; Müslümanların kuracağı devlet, mezhep, tarikat, cemaat anlayışlarından uzakta, sadece Allah’ın ayetlerine dayalıdır. Müslümanların kuracağı devlet, mezheplere, tarikatlara, cemaat anlayışlarına karşı bağımsız, hepsini Allah’ın ayetleri çerçevesinde kabul eden, onlara özgürlük veren, böylece Allah’ın adaletini sağlayan olmalıdır. Müslümanların kuracağı devletin yöneticilerinin, bir mezhebi, bir tarikatı, bir cemaati olsa da, devlette görev aldıklarında, hükümlerini sadece Allah’ın ayetleri doğrultusunda gerçekleştirecekler, hiçbir zaman mezheplerinin, tarikatlarının, cemaatlerinin anlayışlarını topluma hâkim kılmayacaklardır. Böyle yapmazlarsa, mezheplerinin, tarikatlarının, cemaatlerinin tarafını tutmuş, yanlı davranmış, böylece adaletten sapmış olurlar.
Geçmişte, Müslüman toplumdan siyasi nedenlerle Şia ayrılmıştır. Bugün Sünni mezhepler olarak bilinen, Hanefilik, Şafilik, Hanbelîlik, Malikilik tarihsel açıdan incelendiğinde, mezheplerin kurucusu olarak bilinen, İmam Ebu Hanife, İmam Şafi, İmam Malik, İmam Ahmet Bin Hanbel, Şia’nın karşı çıktığı iktidarlara ki, bunlar bugün Sünni iktidar olarak tanımlanıyor, aslında değil, bu imamlarda karşı çıkıyorlardı. Hatta İmam Ebu Hanife Şia’nın ayaklanmasında, Şia imamlarından Zeyd Bin Zeynel Abidin’e biat etmiş, ancak kendisinin savaşa katılamayacağını mazeretiyle bildirerek maddi yardım göndermiştir. Daha sonraki yıllarda, bu imamların mezhepleri Sünni mezhep olarak bilinirken, devirlerinde karşı çıktığı iktidarlar olan Emevi ve Abbasi imparatorlukları da Sünni olarak tanımlanmışlardır. Hâlbuki gerçek bu değildir. Bugün olduğu gibi, o dönemlerde de, birçok Müslüman bilim adamı, devlette görev almışlardır. Ancak görev aldıkları devlete mezhebi görüşlerini yansıtıp yansıtmadıkları tartışılır. Emevi ve Abbasi hanedanlarında görev alan Müslüman fakihler, ilim adamları, bugün Sünni tanımlanırken, yönetimlerde Sünni tanıtılmaktadırlar. Ancak Emevilerin, Abbasilerin Sünni olduğu tartışmalıdır. Mezheplerinin ne olduğu da netleşmemiştir.
Müslümanların hilafetini elinde tutan Osmanlı hanedanı, devlet sisteminde mezheplere karşı bağımsız, toplumun eğitilmesi, hukuksal yaptırımı konusunda Hanefi ve Şafi mezheplerini, oluşturduğu Yeniçeri askeri ocaklarında Bektaşiliği egemen kılmıştır. Kısaca Osmanlı hanedanından söz ettiğimizde, karşımıza, kendilerini mezheplerden bağımsız gören, saltanatlarını kabul eden mezhepleri hak, kabul etmeyen mezhepleri batıl ilan eden devlet anlayışı çıkar. Toplumsal uygulamasında ise farklı uygulamalarıyla öne çıkmıştır. Bugünkü, Anadolu, Irak, Suriye, Mısır civarında Hanefi ve Şafi Mezhebi ağırlıkta iken, Arabistan, Yemen civarları Maliki, Hanbelî mezheplerinin toplumsal ağırlığı egemen olmuştur. Ancak Osmanlı’nın başı hemen her zaman, Maliki, Hanbelî mezhebini uygulayanlarla derde girmiş. Osmanlı kendine karşı çıkanları sayılanları batıl ilan etmiştir. Osmanlı’nı Vahabi tanımlaması, bilimsel mezhep ayrışması değil, siyasi iktidar çekişmesinden ibarettir. İşin aslında, Osmanlı’nın Türklerin eski dini Şamanizm’le birleştirdikleri İslam anlayışına, Hicaz ve Yemen bölgesinde yaşayan Müslümanların, Arapların tarihsel geleneğini İslam’la bütünleştirerek Osmanlıya karşı çıkışından ibarettir. Yani sonuçta, Türklerin Şamanizm’le süslediği İslam anlayışı ile Arapların atalarından gelen geleneklerle süslediği İslam anlayışı çatışmıştır. Araplar Osmanlıyı kâfir ilan etmişler. Osmanlılar Arapları sapık ilan etmişlerdir. Bu tanımlamalar hala günümüzde devam etmektedir. Yine bugün hak mezhep dörttür anlayışı, bilimsel mezhep ayrışımından değil, Osmanlı’nın siyasal dayatmasından doğmuştur.
Osmanlı’nın hâkim olduğu bölgelerle, ilim medreseleri Hanefi, Şafi ağırlıklıdır. Toplumsal organizasyonları sağlayan tarikatların büyük bir bölümü Hanefi ya da Şafi ağırlıklıdır. Ancak kendilerini Türklerin eski dini Şamanizm’le bütünleştiren Bektaşi ve Alevilere ait tarikatlar, Osmanlı’nın askeri sisteminde egemen olmuşlardır. Bu etkenlik Türkiye Cumhuriyeti döneminde de sürmüştür. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ülkeye egemen kıldığı, kılmak istediği İslam anlayışı, Bektaşi anlayışından ibarettir. Bektaşi anlayışının Alevilikten farkı, Bektaşilerin Hanefi ve Şafi anlayışlarıyla sıcak çatışmalara girmemesi, İslam’ı uygulama noktasında Hanefi mezhebine yakın olmalarıdır.
İran; Şia’nın Caferi mezhebini topluma hakim kılarken, bünyesinde daima, farklı mezhepler de olmuştur. Ayetullahların topluma egemen olduğu anlayış her zaman sürmüştür. 1979 İran devrimi, her ne kadar Müslümanların şaha, Amerika’ya karşı ayaklanmasıymış gibi görünse de, asılda devletin yapılanmasında Ayetullahlar her zaman topluma egemendirler. Şahlara görev veren, onların görevlerini geriye almaya kalkan daima Ayetullahlardır. İran devrimi aslında devleti yöneten Şaha karşı değil, onu destekleyen Ayetullahlara, Amerika’ya karşı yapılmıştır. Osmanlı, Selçuklu dönemlerine bakıldığında, Anadolu’da yaşayan Müslümanlarla İran arasında tarih boyunca ciddi çatışmalar olmamıştır. Osmanlı ile İran arasında bilinen en ciddi savaş Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındadır. Kaldı ki Şah İsmail Fars kökenli olmayıp Türk kökenlidir. İran’ı ele geçiren Şah İsmail, her zaman ki gibi, Türklerin kendi aralarında gerçekleştirdiği egemenlik savaşlarından biri gerçekleştirmek üzere harekete geçmiş, Yavuz Tarafından yok edilmiştir. İran; bugün tarihinden gelen gelenekleriyle, Caferi mezhebini bütünleştirerek, devletinin temel yasası yapmıştır. İran toplumunda farklı mezhepler vardır. Farklı mezhepler yönetimde İran’ın resmi hukuku olan Caferi Mezhebine tabidirler. Böylece İran İslam Cumhuriyeti denildiğinde, bir mezhebi görüş diğer mezheplere üstün ilan edilerek, Allah resulünün örneklediği Medine devletinin özelliklerinden sapmıştır.
Bugün mezheplerden, tarikatlardan, cemaatlerden bağımsız bir devlet anlayışı Müslümanların düşüncelerinde, ideallerinde yok gibidir. Müslümanların yaşadığı her yerde, Müslümanlar devlet fikrini ortaya attıklarında, devlet fikrinin arka planında, ya mezhebi, ya tarikatçı, ya da cemaat anlayışları vardır. Zaten Müslümanların cemaat anlayışları da, genelde ya bir mezhebe, ya da bir tarikata dayanmaktadır. Her ne kadar Müslüman dünyasının anlayışlarına, Mısır kaynaklı İhvan-i Müslim ve Pakistan kaynaklı Cemaat-i İslam etki etse de, Müslümanlar toplumlarından edindikleri farklı mezhep, farklı tarikat anlayışına sahiplerdir. Bu nedenle Müslümanlar iktidara doğru yürüdüklerinde hemen arka planlarındaki mezhep ve tarikat anlayışlarının hâkimiyeti gündeme getirmektedirler. Günümüzde Müslümanlar toplumsal yapılaşmalar gerçekleştiriyorlar. Toplumsal yapılanmaları ilk anda toplumun hepsini kuşatacak şekilde başlıyor. Ancak güçlendikçe yapılaşmada görüntü değişiyor. Güçlendikçe yapılaşmaya, mezhebi görüşler, tarikat anlayışlar sahip çıkmaya başlıyorlar. Bu durum en çarpıcı şekilde, yapılaşma içinde, tepeye doğru mevki, makam tırmanışında görülüyor. Eğer yapılaşma içinde, birilerinin yükselmeye devam ettiğini, birilerinin ise aşağılarda kaldığını gördüğünüzde bilin ki orada, tepedeki mezhep veya tarikat anlayışının egemenliği var demektir.
Yarına hazırlanan Müslümanların, Allah’ın ayetlerinde belirttiği, resulün Medine’de örneklediği devlet modelinin özlerini iyi kavramaları gerekir. Resulün Medine’de örneklediği devletin özünde, tarikat, mezhep, cemaat anlayışları değil, Allah’ın ayetleri egemendir. Bugün Müslümanların bu yönde bilgilenmeleri, bilinçlenmeleri, yürüdükleri Allah yolunun temeli olsa gerekir. Ancak o zaman, Allah’ın adaletini gerçekleştirmek için, Müslümanlar ile Allah arasında, kişilerin şahsi görüşlerinden, anlayışlarından ortaya çıkan, mezhepler, tarikatlar, cemaatler engel olmazlar. Aksi halde, engellikleri devam edecektir. Müslümanların kuracağı devletin temel görevi, Allah ile insanlar arasındaki her türlü engeli kaldırmaktır.
Zamanımızdaki ayetlerden çıkan anlamları kavramlaştırma hareketleri de, ıstılahlaştırma gibi, Arapça kelimelerin lügat anlamlarını sınırlandırmadan ibarettir. Dün nasıl Müslümanlar, ıstılahlaştırma hareketiyle, ayetlerin lügat anlamlarına sınır getirip, ayeti bir yönde sınırlandırdıysa, kavramlaştırmada da sınırlandırılmaktadır. Müslümanların günümüzdeki siyasal mücadelelerine anlam kazandıran kavramlaştırma hareketi, yarının koşullarına göre değişebilecektir. Nitekim ülkemizde, son otuz yıl içinde ayetler üzerindeki kavramlaştırmalar sürekli değişkenlik göstermiştir. Buna hem, bilginin bilincin gelişmesi, hem de şartların değişmesi nedendir. Eğer anlayışlarımıza göre ürettiğimiz kavramları, ayetlerin anlaşılmasında şart koşarsak, ayetlerle aramıza, dolayısıyla Allah ile aramıza, kavramları, kavramları üreten insanları koymuş oluruz.
Müslümanlar, Allah’ın ayetlerini anlamaya çalıştıklarında, lügat, ıstılah, kavram anlamlarını birlikte ele aldıklarında gerçeğe yaklaşabilirler. Ancak henüz Müslümanların geneli böyle bir yaklaşımdan uzaktır. Toplumun geneli, şartlanmış bir şekilde, ayetleri tartışmasız bir şekilde kendi bakış açılarıyla anlamayı diretiyorlar. Böylece Allah ile aralarına, direttikleri anlayışları koyuyorlar. Hâlbuki Allah Müslümanlara “akıl edin” diyor. Akıl edin ki, iddia ettiğiniz görüşten daha güzeli sizi bekliyordur. Onun için Allah’ı dinlemek, Allah’ı, ayetlerini anlamak için, aklımıza, mantığımıza, irademize, dil, anlayış engelini koymamak gerekir.
Kültür; Müslümanlar ile Allah arasındaki ikinci önemli engeldir. Kültür dediğimizde, insanın, ailesinden, çevresinden, yaşadığı ülkeden, dünyadan aldığı her türlü bilginin, bilincin, yaşam anlayışlarının hafızasında oluşturduğu bilgiler bütünü aklımıza gelir. İnsandaki bilgiler bütünü ile insan, düşünür, inanır ve yaşar. Allah’ın gönderdiği din ile insanın edindiği kültür birleşerek bir yaşam çizer. Her ne kadar insanlar biz Allah’ın gönderdiği dine göre yaşıyoruz deseler de, asılda iki kültürün bileşkesiyle hayatlarını yaşarlar. Zira dinin temel bir kuralı vardır. Atalardan, yani aileden, çevreden gelen kültür Allah’ın ayetleriyle çatışmadıktan sonra insanın düşüncesinde, yaşamında var olabilir. Tabi bu tür kültürün insanın düşüncesinde, yaşamında var olmasının ince, kesin, tek bir kuralı vardır. Asla atalardan gelen kültür, Allah’ın ayetleriyle çizilen düşünceye, yaşama egemen olmayacak. Bütün mesele bu ince, kesin kuralı korumak iken ne yazık ki, Müslümanların tarihi bu konuda olumlu örnek olamamıştır. Müslüman Araplar, Müslüman Farslar, Müslüman Türkler, Müslüman Türkler, Müslüman Yunanlılar, Müslüman Lazlar, Müslüman Yahudiler, bu tür ifadeler çoğaltılabilir. Kısaca Müslüman olan tüm etnik kökenliler, etnik kökenlerinden, yani atalarından gelen kültürleri İslam’la birleştirerek düşüncelerini oluşturmuşlar, yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Çoğu kez etnik kökenlerden gelen din Allah’ın ayetlerini bu toplumların anlamasında etkili olmuştur. Özellikle Arap kökenli olmayan Müslümanların, bir taraftan ayetleri Arapçadan dillerine çevirerek anlamaya çalışmaları, diğer taraftan ayetleri anlarken kültürlerinin bakış açılarından etkilenmeleri, olumlu sonuçlar çıkarmamıştır. İslam’ın kuralları çerçevesinde atalar kültürü alınıp diğerleri terk edilecekken, atalar kültürünün düşünce ve yaşam tarzları devam etmiş, devam etmesi bir yana, İslam dinindenmiş gibi kabul edilmiştir. Mesela; Müslüman Türklerin yaşamlarında var olan, yatırlar, türbeler, adaklar, sunaklar, mumlar, çaput bağlamalar, Türklerin eski dini Şamanizm’den kalmadır. Osmanlının hicaz, yemen savaşlarının altında yatan, Arap Müslümanların gelenekleriyle, Osmanlının eski Türk geleneklerinin çarpışmasından ibarettir. Müslüman Araplar, Allah’ın ayetlerini bir kenara bırakarak, atalarından gelen gelenekleri İslam kabul ederken, aynı şekilde Müslüman Türkler de Şamanizm’den gelen gelenekleri İslam adına bütün Müslüman dünyasında uygulamaya kalkmışlardır. Müslüman Arap ülkelerine götürmeye çalıştıkları, türbeleriyle, yatırlarıyla, mumlarıyla tepki görmüşler, Müslüman Arapların Osmanlıyı kâfir ilan etmelerine neden olmuşlardır. Bugün bile dikkatimizi çeken bir şey vardır. Mesela; herhangi bir Müslüman ülkesinde, bir yatır, bir türbe yörenin Müslümanları tarafından yıkılmaya kalkılsa, hemen ülkemizdeki laikler, ateistler, Kemalistler bile itiraza başlarlar. Halbuki yörenin halkı kendine göre, kendi inançlarına göre yatırı, türbeyi yanlış görüyor olabilir. Bu nedenle kaldırıyor olabilir. Buna asla izin vermek istemezler. Halbuki izin vermek istemeyenler, ülkemizde İslam’ı kaldırmak, yok etmeye çalışmak için ellerinden geleni yaparlar. O zaman sormanız gerekir. Neden ülkemizde İslam’ı yok etmeye, kaldırmaya çalışırlarken, diğer ülkelerde yatırların, türbelerin kaldırılmasına karşı çıkarlar? Aslında cevap basittir. Bilinçaltlarında Şamanizm yatmaktadır. Yatırlar, türbeler İslam’ın simgeleri değil, Şamanizm’in simgeleridir. Onlar yatırlara, türbelere İslam adına sahip çıkmazlar, bilinçaltlarında yatan, farkında olmadıkları Şamanizm etkisiyle sahip çıkmışlardır.
Böylece, kültürlerin Allah’ın dinini anlama yolunda, Allah ile insanlar arasına nasıl girdiğini görmüş oluyoruz. Müslüman dünyası, atalarından gelen kültürleri, Şafi mezhebinin “mesalihi mürsele” yani, güzel maslahatlar, Hanefi mezhebinin “örf” yani toplumun gelenekleri, fıkhın kaynağıdır şeklindeki dini hüküm üretme metodunun kaynağı görmekle, dinin parçası saymışlardır. Bu mantık, fıkıh usulüne, fıkhı üretmede kaynak kitap, sünnet, icma, kıyas, örf olarak Hanefilerde, kitap, sünnet, icma, kıyas mesalihi mürsele şafilerde ele alınmaktadır. Hâlbuki Allah’ın açık hükümlerinin olmadığı yerlerde verilen içtihadı hükümlerin, dinin hükmü olmayıp, kişinin kendi hükmü olduğu gerçeği düşünüldüğünde, içtihatların dinin hükmü sayılması da, Allah ile kulları arasına engel olarak konulmuştur. Müslüman fakihlerin, ister Arap, ister Türk, İster Kürt, ister Fars, ister başka etnik kökenlerden olsun, kendi kültürlerini esas alarak içtihat etmeleri, yaptıkları içtihatları İslam dininin hükümlerinden saymaları, Allah ile aralarına, kültürlerini koyma çabasıdır.
Kısaca Allah’ın ayetlerine göre analiz edilip seçilmeyen, yapılan içtihatların dinin hükmü sayılan düşünceler, hükümler, yaşamlar, İslam’dan kabul edildiğinde, ayetlerin anlamı kaybolmuş, Allah’ın dini ortadan kalkmıştır. Allah’ın dininin hükmünün olmadığı düşünce, yaşam biçimi de, Allah ile kul arasına girmiş demektir.
İslam’ı hâkim kılmak, insanların içtihatlarını dinin hükmü kabul etmemek, içtihatları sadece insanların İslam’ın hükümlerinin olmadığı yerlerdeki görüşleri olarak görmektir. Yine İslam’ı hâkim kılmak, atalardan gelen kültürlerin Allah’ın ayetleriyle çatışmayanları kabul edip diğerlerini terk etmektir. Ancak o zaman Müslümanlar Allah ile kendi aralarına, insanların görüşlerini, yani içtihatları, atalarından gelen kültürleri, yani geleneklerini sokmamış olurlar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.