Şubat Soğuğu
25 Mart 1970
Kurtuluş günü münasebetiyle tüm halk kutlama alanına toplanmış,bütün meydan bayraklarla ve kurtuluşun temsili fotoğrafları ile süslenmiş meydanda onun sahneye çıkıp konuşma yapmasını bekliyordu. Anatoli Whiskas Yunanistan için bir kahramandan ziyade adeta bir kurtarıcı gibiydi. Yıllar önce yaşanan savaşlarda bir yunan müfrezesini canını hiçe sayarak ölümden kurtarmış, nice vatan evladının o topraklarda katledilmeden ülkelerine dönmelerini sağlamıştı.
“Bu gün konuşacak mı acaba?”
Halk arasında ki en önemli soruydu bu. Anatoli bir kere bile çıktığı kürsüden konuşma yapmamış, o gün yaşananların tek canlı tanığı olarak yıllar boyunca sessizliğini korumuştu. Tek bilinen onun kendi soydaşlarını cani Türklerin elinden kurtarmış olmasıydı. O günlerde sadece 20 yaşında bir genç olmasına rağmen canını hiçe saymış, yaralanmış ve ölümle burun buruna kalmasına rağmen soydaşlarına vefasını göstermiş ve onların hayatlarını kurtarıp sağ salim vatanlarına dönmelerini sağlamıştı.
Yaşı epey ilerlemiş olmasına rağmen her kutlama gününde mutlaka milletinin önüne çıkar, sevgi selinin arasında ona el sallayan halka el sallar, sahne de göz yaşlarına hakim olamaz, çoğu zaman fazlaca ağlaması nedeniyle ayakta durmakta zorlanır ve belediye başkanının onu öven sözlerinden sonra tören alanını terk ederdi. Onun bu hali bütün halkın iliklerine kadar işler, milliyetçi duygularının kabarmasına neden olurdu. Daha önce Yunanistan başbakanı tarafından onur madalyası ile ödüllendirilmiş, tam bir halk kahramanıydı. Onun adına yazılan onlarca destana rağmen o günlerde neler olduğunu sadece o bilir, kimseye yaşadıklarının tüm detayını anlatmazdı.
Her sene 25 mart tarihinde evinin önü ana baba günü gibi olur, bütün halk onu bir defa daha görebilmek için sıraya geçerdi. Tüm Yunanistan gençliği yaşanan o karanlık günlerin tek tanığı bu ihtiyar kahramandan tüm gerçekleri dinleyebilmek adına onu bekler, ancak Anatoli sadece kapıya çıkıp onlara el sallayıp içeriye girmekle yetinirdi. Adeta bir sır küpü gibi zihninde ki her ayrıntıyı kendisine saklardı.
Torunu Nicholas da tüm diğer herkes gibi geçmişte olanları merak eder, dedesine defalarca bu konu hakkında sorular sormuş olmasına rağmen tek bire cevap alamazdı. Onun bu ketumluğu Nicholas’ı da rahatsız etmesine rağmen ona duyduğu derin saygı ve sevgiden dolayı asla üstelemezdi. Bir gün nasıl olsa anlatacak umudu ile onun yanından bir gün bile ayrılmazdı. Atina da onu tanımayan kimse yoktu. Her yıl kurtuluş gününde tüm televizyon kanalları onlarla röpörtaj yapmak için kapılarını çalar, Anatoli ise çeşitli bahaneler ile o günler hakkında konuşmaktan kaçınır ve onları kibarca ret ederdi. Onun yerine konuşan kızı devamlı onun kahramanlıklarından bahseder, her defasında “ Babam o barbar Türklerin elinden büyük bir kahramanlık örneği göstererek kurtulmuş, tüm ailesi gözünün önünde katledilmiş olmasına rağmen ellerinden kaçarak bir tabur askerimizin onlara kurulan adi pusuda katledilmelerini engellemiştir” diyerek beyanat verirdi.
Bir zaman sonra aile fertleri de kendi anlattıkları hikayelere iyice inanmış, yaşananlar yüzünden yıllar boyu içlerinde Türklere karşı büyük bir kin beslemişlerdi. Anatoli’nin her sene 20 şubat tarihinde odasına kapanıp, kimsenin açmasına izin vermediği o eski ahşap kutusundan çıkardığı bazı resim ve eşyalarla baş başa kalması, pencereden uzaklara dalıp saatlerce ağlaması onlarda katliamın yirmi şubat ta yaşandığı hissini uyandırıştı. O gün geldiğinde kimse rahatsız etmez, tüm hatıraları ile onu baş başa bırakırlardı. Son zamanlarını yaşadığının farkında olan Anatoli yine bir şubat günü penceresinden dışarıya dalmış, usul usul ağlarken ağzından tek bir cümle çıkıverdi.
“Sizi çok özledim”
2
18 Şubat 1920
Hasanlar köyünde her zamankinden farksız, soğuk ve sarı bir sonbahar günüydü. Köylüler günlük işleri ile meşgul, kimi ormandan kestiği odunları evine getirmekte, kimi kahve de sıcak çayını içerken bir yandan memleket meselelerini konuşmaktaydı. Köydeki gençlerin neredeyse tamamı cephede olduğu için kahvehanede ki insanların tamamı ihtiyarlardan oluşuyordu. Genç kızlar cepheye gönderdikleri yavuklularından haber beklerken bir yandan da çeyiz hazırlama telaşıyla ellerinde dantelleri tamamlamaya çalışıyorlardı. Savaşın çok çetin geçtiğini, arada sırada köyden geçen posta askerlerinin anlattıklarından biliyorlardı. Köy muhtarı Hasan ağa iki oğlunu da cepheye göndermiş, elinde kalan tek ineğini ahıra bağlarken onun da hayli zayıf düştüğünü fark edip
“Bu da giderse halimiz nice olur” diye dertlenmekten kendini alamıyordu.
Hasanlar köyü civarda ki rum ve Türklerin bir arada yaşadığı nadir köylerden bir tanesiydi. Yüzyıllardan beri kardeşlik içinde yaşadıkları Rumlar ile herhangi bir geçimsizlik söz konusu olmamış, ibadet saatleri haricinde devamlı beraber yaşamışlardı. Sadece cami ve kiliseleri ayrı olan bu iki milletin geriye kalan tüm değerleri ortaktı. Aynı tarlayı ekiyor, aynı pınardan su içiyor, aynı düğünde eğlenip aynı cenazede ağlıyorlardı. Köyün tek baytarı Niko aynı zamanda tek doktoruydu. Zamanın şartlarında doktor bulmanın zorluğu onu köyde ki yaralanma, hastalık yada doğum işlerinde de uzmanlaşmasına neden olmuştu.
O dönemde patlak veren Türk Yunan savaşının onlarında arasına nifak sokması, o güne kadar bozulmayan kardeşliğin, birlikteliğin ve geleneklerin bozulması , köydeki huzurun kaçması ihtimali Hasan ağa nın tek korkusuydu. Hasan ağa yetmiş yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve sağlıklıydı. Köyde ki herkes onun sözlerini emir beller, en ufak bir anlaşmazlıkta dahi onun vereceği hükme itaat ederdi. Hasan ağanın en yakın arkadaşı köyün kasap’ı Cenon du. Bu savaş meselesi hakkında defalarca onunla konuşmuş, her defasında aynı fikirde buluşmuşlardı. Savaşın sonucu ne olursa olsun bu birlik bozulmamalıydı.
Hasan ağa gündelik işlerini bitirmiş köyün içinde gezintiye çıkmıştı. Komşusu İrina’nın evinin önünden geçerken onun tavuklarını yemlediğini gördü
“Kolay gelsin İrina bacı, nasılsın, iyi misin bakalım?”
“Allah ömürler versin Hasan ağa, iş, güç derken geçinip gidiyoruz işte, sen nasılsın?”
“Bu günümüze şükür, bizim işler de aynı, senin şu muallim mektebinde okuyan oğlandan ne haber iyimiymiş bari?”
“İyidir, çoktandır haberini alamadım ya, muallim olup dönecek köye, nasılda burnumda tütüyor anlatamam sana”
“Ne o sana mektup yazmıyor mu?”
“Yazmasına yazıyor da, ne yapsın mektep de derslerden vakit ayıramıyor ki”
“Oğlunla gurur duy İrina bacı, ilk defa köyümüzden bir muallim çıkacak, hele bir gelsin el birliği ile bir de okul yaparız ona”
“Yaparız ya Hasan ağa, el birlik yaparız okulu”
“Haydi kolay gelsin sana, ben kahveye gideceğim, varmı benden bir isteğin”
“Canının sağlığı ağa, Cemile bacıya da selam söyle”
“Ve aleykümselam.”
O esnada arkalarından gelen sese doğru döndüğünde gelenin postacı Hüseyin olduğunu gördü
“Selamün aleyküm Hasan ağa”
“Hoş gelmişsin Hüseyin, hayırdır var mı eşe dosta, köylüye bir haber?”
“İrina bacıya bir telgraf var, onu getirdim Hasan ağa”
İrina heyecandan elinde ki yem torbasını yere düşürmüş hızla postacı Hüseyinin yanına koşmuştu
“Essah mı diyon Hüseyin ağa, gerçekten bana telgraf mı var?”
“Var ya irina bacı, ama önce müjdemi isterim, telgraf oğlundan geliyor”
“Canım sana kurban olsun Hüseyin, sen neler yazdığını bilirsin, hele bir okuyuver bana oğlum neler yazmış, kötü haber yoktur inşallah”
“Eee, boşuna müjdemizi istemedik İrina bacı, hiç kötü haberden müjde istenir mi”
“Ulu Tanrım, dualarımı kabul etti desene, geçen hafta kilisede bir saat dua ettiydim, oğlum sağ salim dönsün diye, hele bir oku bana yazdıklarını Hüseyin efendi”
“Tamam tamam okuyorum,” Salı günü köye geliyorum, sizi çok özledim”
“Haydi gözün aydın olsun İrina bacı, oğlun köye geliyormuş. Bu gün pazartesi, yarın oğlun kucağında olacak inşaallah”
“Amanın, aslanım köyüne geliyormuş, bende ne zamandır kötü kötü düşler görür dururdum. Büyüksün Tanrım, evladımı sağ salim getir bana”
Hasan ağa İrina’nın bu sevincine ortak olmuş
“Darısı bizim oğlanların başına bacı, Rabbim onların da sağ salim memlekete dönmelerini nasip eder inşallah”
“Onlara da dua ediyorum Hasan ağa, onlar da bu memleketi savunmaya koşan yiğitler, Onlar da sağ salim dönecekler, sen içini rahat tut”
Hüseyin ağa İrina’nın yanından ayrılırken iyice hüzünlenmişti, içinde ki sıkıntı bu kardeşliğin bozulma ihtimali, Yunan askerinin köye gelmesiyle her şeyin başka türlü olmasıydı. Bir an kahveye gitmekten vaz geçip evine geri döndü.
“Cemile , sana diyorum neredesin”
“Buradayım bey, odun kırıyordum aşağıda, hayırdır erkencisin bu gün”
“Pek keyfim yok, bir çay demle de içelim şurada gel”
Hasan ağa büyük avlusuna derme çatma yaptığı küçük çardakta ki sedire oturmuş evlatlarını düşünüyordu. İki evladı istiklal mücadelesine gönüllü katılmış, yan komşusu Rum İrina’nın oğlu ise memlekete başka türlü hizmet etmek için, okuyup okutmak için muallim olmayı seçmişti. İki halk arasında küçücük bir anlaşmazlık yokken büyükler savaşa tutuşuvermiş, bu durum ülkenin dört bir yanına bir volkan gibi dağılıvermişti. Ayrımdan etkilenmeyen nadir köylerden bir tanesi de Hasanlar köyüydü. Bu beraberliğin bozulması tüm ülkenin bölünmesi demekti.
“Bu birlikteliği bozma Ya Rabbim, Nifak tohumlarını bizden uzak tut”
3
Sonunda bitti, şimdi köyüme dönme vakti, anamı, yavuklumu görme vakti, köyde bir okul kurma vakti. İnsanlara öğretme, anlatma, aydınlanma vakti. Ne de uzun sürdü yol. Bir gün’üm trende geçti, şimdi katır sırtında tırmanıyorum. Ne kadar da çok özlemişim buraları. Oyun oynadığım çayırları, tertemiz havası ile çam ormanını, köyümün düğünlerini, arkadaşlarımı. Tanrım, sonunda kavuşacağım onlara, sonunda sarılacağım anama, sonunda hazırladığı o en acılı tarhanasını yiyebileceğim, Bak şimdiden buram buram kokusu geldi burnuma. Dört yıl oldu buralardan gideli, tam dört yıl. Neler değişti acaba, arkadaşlarım beni tanıyabileceklermi, terzi Agop’un oğlu Patrik, Hasan ağanın oğlu Osman, İmamın oğlu Hüseyin, Papaz Enrike nin oğlu jacop… Ve Natali, ah Natali, o da tanıyacak mı acaba beni, nasıl da heyecanlıdır şimdi, uzun zamandan beri mektup yazamadım ona. Hemen evleniriz belki, tüm köyde büyük bir şölen olur, aynı eski güzel günlerde olduğu gibi. Köyün nehrinden buz gibi su içmeyi, yayık ayranını, çember çeviren çocukları, kuş cıvıltılarını o kadar özledim ki, yollar da bitmek bilmez oldu.
İrina’nın oğlu muallim mektebini bitirmiş, köyüne dönerkenki heyecanını tüm detaylarıyla ayrı ayrı ruhunda hissediyordu. Memleket hasreti ilk defa bu kadar derinden yakmıştı içini. Oraya vardığında bir daha hiçbir zaman oradan ayrılmayacağına dair and içmişti. Köydeki okumak isteyen çocukların artık köyden ayrılmaları da gerekmeyecekti, o geliyordu çünki, okul açmaya, okutmaya geliyordu. Bir daha kimse gurbette sıla hasreti ile yanmasın diye geri geliyordu.
Şubat soğuğu iyiden iyiye kendini hissettirir olmuş, dar patika yollardan geçerken arada sırada çiseyen yağmurun da etkisiyle epey üşüdüğünü fark etmişti. Yine böyle bir Şubat günü ayrılmıştı ata toprağından. Okuma sevdası tüm yüreğini kaplamış, kimseyi dinlemeden çıkıvermişti köyünden. Yine bir Şubat günü geri dönüyor olması sadece basit bir tesadüftü. Uzaklarda köyünde ki evlerin çatıları ve büyük caminin minaresi göründüğünde içindeki heyecan bir kat daha artıvermişti. Artık yolların daha hızlı geçmesini, zamanın onun adımlarıyla daha da hızlanmasını istiyordu. Köyün girişine yaklaştığında muhtemelen onu bekliyor olacak arkadaşlarını gözünün önüne getiriyordu. İyice yaklaştığında ki sessizlik ilk etap da onun umutlarını kırsa da, gönderdiği telgrafın henüz onlara ulaşmamış olma ihtimalini düşünüp daha da hızlanarak evine doğru yol aldı. Etrafında gördüğü en ufak bir taş parçasının şekli dahi ona bir başka güzel görünüyor, memleket toprağının yağmur sonrası kokusu dahi diğerlerinden farklı geliyordu. Köy meydanına doğru geldiğinde tüm köy halkının orada toplandığı, yüksek bir yerden onlarla konuşan Hasan ağanın heyecanlı bir ses tonuyla bir şeyler anlattığını gördü. Fark ettirmeden kalabalığın arkasından anlatılanları dinlemeye koyuldu.
Geldiği anda duydukları onun zihninde çalkantılara yol açmış, bir an kendisini elinde ki bavulu taşıyamayacak kadar güçsüz hissetmişti. Köy halkı kendilerini konuşulan konuya o kadar kaptırmışlardı ki onun geldiğini bile fark edemediler. O ise hemen evine koşup annesine müjdeyi vermek istedi. Evinin önüne geldiğinde annesini henüz yıkadığı çamaşırları bahçede ki tahta sandalyelerin üzerine asmakla uğraştığını gördü. Arkasından usulca yaklaşıp birden belinden kavrayıp havaya kaldırmasıyla annesinin neredeyse tüm köyün duyacağı bir şekilde çığlık atmasıyla irkildi. Hemen onu yere bırakıp “
“Korkma anam korkma, benim”
“Oğlum, aslanım az daha yüreğime indirecektin, hoş geldin gözümün nuru, beni sana kavuşturan Tanrıma şükürler olsun”
İrina oğluna o kadar sıkı sarılmıştı ki, dünya yıkılsa onu kollarından bir daha ayıramazdı. Bir an oğlunu fazlaca sıktığını fark edip bıraktı, başında ki örtüsü ile göz yaşlarını silerken oğlunun o çok özlediği soruyu sordu
“Aç mısın oğlum”
“Açım anne, hem de çok açım”
Birbirlerine sarılmış halde eve girdiklerinde burnuna gelen o naneli tarhana çorbasının kokusu açlığını bir kat daha artırmıştı. Anneis onun geleceğine dair telgrafı aldıktan sonra tüm vaktini oğlunun sevdiği yemekleri azırlamaya harcamıştı. Kavurma,kol böreği, tarhana çorbası ,irmik helva. Sultanlara layık bir sofra kurmuş, dört yıldır kokusuna hasret kaldığı evladının gelişini beklemeye koyulmuştu.
“Ah be annem, ne gerek vardı bu kadar zahmete, bir tas ayranın bile yeterdi bana”
“Zahmet mi olur kuzum,dur bir bakayım sana şöyle, ne kadar da büyümüşsün, ne kadar yakışıklı bir delikanlı olmuşsun. Anan kurban olsun sana, haydi ye yemeğini daha çok konuşuruz, bir eksik varsa hemen söyle”
“Dur ana dur, bu ne telaş böyle? Geldim işte bir soluklan, otur şöyle karşıma da iki laf edelim, beraber yiyelim”
“Demek bitirdin ha, muallim oldun da geldin köyüne, ah baban da hayatta olsaydı da görseydi seni şimdi”
“Tamam anne, daha gelir gelmez ağlatacaksın beni de. Ohh mis gibi olmuş tarhana çorbası, biliyor musun en çok da şu tarhanayı özledim.”
“Ben sana hep yaparım kuzum, geldin ya artık, her gün yaparım sana”
“Bir şey daha var ana, nasıl sorsam bilemiyorum. Natali”
“Anladım zaten kıp kırmızı kesilmenden. O da bir çare seni bekler be evladım. Ne zaman adın geçse kızın gözleri ışık saçar. Babasını kaybetti geçen ay, bir anası bir de o bir başlarına kaldılar burada”
“Üzüldüm, müsaden varsa çıkıp köyde dolaşmak isterim ana, eşi dostu göresim var”
“Tamam ama geç kalma emi, aklım sende kalır sonra”
Köyün dar, çamurlu sokaklarını gezerken her köşesinde gözünde canlanan hatıraları hatırlıyor, çocukluğunun geçtiği bu memleket toprağını ne kadar özlediğini her köşe başında tekrar fark ediyordu. Natali’nin evinin önüne geldiğinde bir an duraksadı, yerden küçük bir taş parçası bulup, halen onun yattığı oda olmasını umduğu pencereye doğru fırlattı. İlk tıklamadan sonra perde hızlıca açıldığında ilk gördüğü altın sarısı saçların altında ki beyaz teni ile birleştiğinde daha tehlikeli bir hal olan o buz mavisi gözler oldu. Bu görüntü,zihninde canlı tutabilmek için yanında taşıdığı eski, siyah beyaz fotoğraftan bile daha güzeldi. Bakışlarında ki sevinç yüzüne de yansımış, yanağında oluşan küçük gamze’nin içi tam anlamıyla hasretle doluvermişti. Gözleriyle adeta “senin için geldim” diye haykırıyor, sustuğu her saniye içinden çığlık çığlığa haykırıyordu. “ Sana geldim Natali, Senin için döndüm”
Daha fazla o evin önünde cama bakar halde durmasının doğru karşılanmayacağını düşünüp, en azından geri gelmiş olduğunu ona göstermenin sevinci ile köy kahvesine doğru ilerledi. Kahveye geldiğinde sadece ihtiyarların orada oturuyor olmasını yadırgamadı. Arkadaşlarının bir çoğu cepheye savaşmaya gitmiş, diğer kısmı da çalışmak ya da okumak için köyden ayrılmıştı. Onu ilk tanıyan Hüseyin ağa olmuştu.
“Vay vay vay, muallim bey köyüne dönmüş ha, gel bakalım şöyle, bir sarılayım sana,”
O da Hüseyin ağayı çok sever ve sayardı. Onun iki oğluyla akrandı ve neredeyse tüm çocukluğu onların geniş avlusunda oyun oynamakla geçmişti
“Geldim be Hüseyin ağa, dayanamadım daha fazla sıla hasretine. Ne de çok özlemişim bir bilsen, her gün burnumda tüttü. Eee bir çay ısmarlamak yok mu?”
“Olmaz mı muallim bey, Cemil çay ver yiğidime, tavşan kanı olsun ha”
Kahveye gelen her kes tek tek yanına gelip sarılmıştı. En son gelen köyün papazı onu görünce göz yaşlarına hakim olamamış aynı annesi gibi ona sıkı sıkı sarılmıştı.
Savaşın artık bitiyor olması, eski arkadaşlarının da sağ salim dönmesi onun tek dileğiydi. Memleket hasreti sona ermiş bu defa arkadaş hasreti sarmıştı kalbini. Kahvede muhabbet koyulaşmış, büyük şehirde gördüklerini, öğrendiklerini heyecanla anlatmaya başlamıştı. Bir ara Hasan ağa’nın gözü karşıda ki köy yolundan sendeleyerek gelen yabancıya takıldı. “Hayırdır İnşaallah bu gelen de kim ola” diyerek herkesin o yöne bakmasını sağlamıştı.
En önde köyün çiçeği burnunda muallimi arkasında Hasan ağa ve diğer köylüler gelen davetsiz misafire doğru hareketlendiklerinde onun yaralı bir köylü olduğunu fark ettiler. Bacağından kanlar akan, üstü başı toza ve toprağa bulanmış bu yabancının civar köylerden olmadığı belliydi. Zorlukla yürüyor, tek ayağını sürüyerek ilerleyebiliyordu. Hasan ağa ve köylüler hemen yabancının koluna girip onu kahveye kadar getirdiler.
“Cemil, koş baytar Niko yu çağır, adamın yarası ağır”
Cemil Niko ya koşarken gelen yabancı kısk ve derinden bir şeyler anlatmaya çalışıyor,konuştukları anlaşılmıyordu. Bir nebze kendine gelebilmesi için bir yudum su içirdiklerinde daha belirgin konuşmaya başladı
“Ben Tavşanlı taraflarında ki Çukurköyden geliyorum. Köyün çobanıyım. Yunan askeri geri çekiliyor,çekilirken de önüne çıkan tüm köyleri yakıp yıkıyor, yağmalıyor. Benim köyümü bastıklarında ben koyunları otlatmaktaydım, olanları uzaktan gördüm. Ancak beni fark ettiklerinde kaçmak için az bir vaktim vardı. Arkamdan ateş açtıklarında bacağımdan vurulduğumu fark ettim. Geri çekilirken muhtemelen bu köyden de geçecekler, beni bırakın kendinizi kurtarın”
Yaralı misafir henüz Baytar Niko gelemeden son nefesini vermiş, son sözleriyle onları bekleyen büyük tehlike konusunda kahvedekileri uyarmıştı. Hasan ağanın yüzünde beliren endişem bir anda orada bulunan herkesin yüreğinde belirivermiş, herkes ne yapılacağı konusunda birbirine telkinlerde bulunmaya başlamıştı.
Hasan ağa durumu fark etmiş, insanların endişesinin daha fazla artmasından ve yapılacak olan yanlış davranışlardan da çekinmişti. Birden ayağa kalkıp Niko ya dönerek
“Tüm köye haber sal, ikindi vaktinden sonra her evden bir kişi cami ye gelsin. İstişare yapılıp bir karar alacağız”
Niko neler yaşanabileceğini en iyi bilenlerden birisi olarak kapı kapı tüm köyü dolaşıp haberi vermişti. İkindi namazından sonra her aileden birden fazla insan camiye doluşmuş, alınacak kararın ne olacağı konusunda meraklı bakışlarla Hasan ağanın konuşmasını bekliyordu.
Bütün herkesin geldiğinden emin olduktan sonra kürsüye çıkan Hasan ağa konuşmasına başladı
“Kardeşlerim, aldığımız bir habere göre Yunan askeri Osmanlı topraklarını terk etmeye başlamış. Şükürler olsun ki Kurtuluş savaşı mücadelesinden alnımızın akıyla çıktık. Ancak şimdi bizleri bekleyen bir başka tehlike ile karşı karşıyayız. Türk askerlerinde kaçan Yunan ordusundan bir tabur, geri çekilirken içinden geçtiği tüm köyleri yakıp yıkmakta, yağmalamaktaymış. Kuvvetle muhtemel bizim köyden de geçecekler. Aynı şeyleri bize de yapacak, köyü yağmalamak isteyecekler. Biliyorsunuz ki bütün gençlerimiz cephede,kendimizi savunmamız imkansız. Köye girdikleri taktirde yaşanacaklar sizler gibi beni de endişelendirmekte. Sizleri buraya bir çare bulmak adına topladım, bana kalırsa bütün her şeyimizi bırakıp dağa, mağaralara çıkalım. Onlar gide dek canımızı kurtaralım. Ne dersiniz?
Kalabalığın içinde ki meraklı bekleyiş yerini gürültülü bir uğultuya bırakmış, herkes birbirine korku dolu ifadelerle akıllarına gelen çareleri anlatmaya koyulmuştu. Bu esnada Hasan ağa’nın yanına çıkan baytar Niko söze girdi,
“Ağalar, bacılar beni dinleyin. Hepinizin içinden geçeni biliyorum, gelen askerler bizim soydaşımız ve sözde bizim için buradalar. Ama şundan emin olabilirsiniz ki biz de bu toprakların evladıyız, biz de bu toprakların çiğnenmesine müsaade etmeyiz. Nasıl on yıl evvel köyü basmaya gelen dağa çıkmış Türk eşkıyalarına hep beraber karşı durduysak bu sefer de aynı beraberlikle karşı duracağız. Çare ararken bizleri sizden farklı görmeyeceğinize eminim. Ey Rum kardeşlerim bu sözüm de sizlere, biz bu topraklarda Türk kardeşlerimizle beraber doğduk, onlarla beraber büyüdük, onlarla ağlayıp onlarla güldük. Sakın ola ki yanlış bir düşünceye kapılıp da toprağınıza, vatanınıza ihanet etmeyesiniz. Bizim köyümüzde bu ihanete ortak olacak bir tek Rum’un olmadığını adımın Niko olduğundan emin olmam kadar eminim.
Konuşulanlar sadece köylülerin sakin kalmaları üzerine kurgulanmış, Hasan ağa’nın teklifinden başka herhangi bir teklif sunulmamıştı.Bu kabul edilmesi kesin gözüyle bakılan bir teklifti, köyde kendilerini silahlı askerlere karşı savunacak kadar insan yoktu. Kalabalık kendi arasında uğultularla tartışırken orta sıralardan bir ses yükseldi
“Bir çare daha var Hasan ağa”
Bir anda tüm bakışlar sesin geldiği tarafa yönelmiş, henüz köyüne bu gün dönmüş olan köyün mualliminin ne teklif te bulunacağını merak etmeye başlamıştı”
“Konuş muallim bey, nedir diğer çare”
“Biliyorsunuz ki bende bir Rum’um ve yine hepiniz biliyorsunuz ki bizler bu topraklarda sizlerle beraber yaşıyoruz. Birlikteliğimizi ve kardeşliğimizi kimsenin unutmayacağından eminim. Bizler yüz yıllardır komşuyuz, kardeşiz, biriz. Eminim ki ne Osmanlı askerleri ne de sizler bu kardeşliğin bozulması taraftarı değilsiniz. Ancak şartlar bizi öyle bir duruma koydu ki sanki insanlar bir taraf seçmek zorundaymış gibi hissettirdiler. Ben kendi köyümde ki kardeşlerimden eminim, kimsenin bu topraklara ihanet etmeyeceğinden de eminim, ancak üzülerek söylüyorum ki bu oyuna kanıp kardeşliğe kan karıştıran da yüzlerce insan var. Bundan sonra da olacak. Benim teklifim sadece ama sadece vatan toprağının, kardeşliğimizin, beraberliğimizin bozulmaması, araya kan girmemesi adına geri dönüşü olmayan bir teklif. Nasıl Türk kardeşlerim bu topraklar için canlarını vermeye cepheye gittilerse, ben de o kardeşlerimin izinden gitmeyi öneriyorum”
“Ne yani gelen Yunan askerleriyle savaşmaya mı gideceksin, hem de tek başına”
“Hayır, bu mümkün değil ancak kafamda daha farklı bir düşünce var. Ben diyorum ki beni onlara gönderin, gerisi yaşanacak olanlara kalmış. Sizden sadece teklifimi kabul edip beni gelen Yunan askerlerinin üzerine göndermenizi istiyorum, ancak bu konuda sizin de yapmanız gereken işler var. Ben köyden çıktıktan iki saat kadar sonra köyün etrafında çok büyük bir ateş yakacaksınız”
İrina oğlunun teklifini göz yaşları içinde dinlerken en az onun kadar kederlenen bir başkası daha vardı. Natali. Sevdiği adam henüz köye yeni dönmüş olmasına rağmen, daha bir kelam bile konuşamamışlarken yeniden gitmekten bahsediyordu, hem de bu sefer ki gidişin dönüşünün de imkansızlığını bilerek.
İrina tüm yalvarışlarına rağmen yüreğine memleket sevdası düşen oğlunu çıktığı bu yolculuktan vazgeçiremeyeceğini anlamış,tek yapabileceğinin sağ salim dönmesi için Tanrıya dua etmek olduğunu anlamıştı. Genç muallim on altı yaşında çıktığı köyüne bir günlük ziyaretin ardından yirmi yaşında tekrar veda ediyordu. Hem de geri dönmemecesine. Giderken o çok sevdiği Natalisine tüm pişmanlığını anlattığı ve ileride bir gün belki onu anlayıp da affedebileceğini umduğunu yazdığı bir not bırakmış, sonunda Her veda bir sonraki vuslatın sözleşmesidir. Mutlaka döneceğim yazarak gecenin karanlığında gelen Yunan askeri taburuna doğru yola çıktı.
4
“Kumandanım, batı yönünden bize doğru gelen bir atlı var”
“Herkes silah başına, yanımıza yaklaşmadan durdurun onu”
Bütün askerler çevik bir hamle ile siper almış,en önde ki çavuş üzerlerine doğru gelen atlıya durması konusunda bir el uyarı ateşi açmıştı. Dolu dizgin gelen atlı ateş sesini duyduğu anda atının mahmuzlarını çekip onu durdurmuş, hızlıca atından inerek ellerini başının üzerine koyup beklemeye başladı.
İyice yanına sokulan onbaşı ve yanındaki askerleri fark ettiğinde yüzünde bir gülümseme belirdi
“Ateş etmeyin, ateş etmeyin “
“Sen kimsin yabancı”
Onbaşının sesi tehditkar ve her an ateş emri verebilecek tedirginlikteydi
“Ben şu tepenin ardında ki Rum köyünden geliyorum. Size önemli haberler getirdim. Beni kumandanınıza götürün”
Onbaşı askerlerine emir verip gelen yabancıyı hemen komutanlarının yanına getirtti.
“Kimsin sen yabancı”
“Ulu tanrım, şükürler olsun sizi bulabildim. Ben şu arkamda ki tepenin ardında bulunan Rum köyünden geliyorum. Türkler köyümüzü bastı, kimseyi sağ koymadılar. Tüm ailemi ve tüm köyü katlettiler. Evlerimizi ateşe verdiler. Sizin geleceğinizi haber almışlar,size pusu kurdular”
“Dediklerin doğru mu?”
Ellerinden zor kurtuldum, eğer o tarafa giderseniz sizi pusuya düşürecekler, sayı olarak sizden çok fazlalar. Benim de artık o köyde kimsem kalmadı, müsaade edin sizi başa bir yoldan buradan götüreyim”
O esna da gözcü birlik olarak önden giden bir grup Yunan askeri de yanlarına gelmişti
“Kumandanım, tepenin ardında ki köyde hareketlilik var, köyden yangın çıkmış gibi dumanlar yükseliyor”
“Demek dediklerin doğru ha, adın ne senin kahraman”
“Adım Anatoli efendim, Anatoli Whiskas”
“Tamam Anatoli, sen de bizimle Yunanistana geliyorsun. Haydi çıkar bakalım bizi bu cehennemden”
Anatoli belki de bir daha hiç dönmeyeceği topraklarına yine bir şubat günü veda ederken, dönüp son bir memleketinin dağlarına bakarken ağzından tek bir kelime düştü
“Elveda”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.