- 1011 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Göğsümde Hayat İzleri
Bir haziran gününde, sabah kuşluğunda tanıdım onu; adını çok uzun yıllar sonra öğreneceğimden habersiz… Önce bilinçsizce seyirlerle, sonrasında, emekledim onun rahminde. Örümcek ağlarına takılınca bir gün, yürüdüm; dizlerimde onulmaz bir hevesle. Ne güzel salıncaklar vardı parklarda. Hiç böylesini görmemiştim. Paslı zincirlerden alıyordum kuvveti; ama nedense hep baş dönmelerine tutulurdum, o sarhoşlukta ileri geri uçarken… Bazen imkânsızlıklarla tutunmaya çalıştım onun gövdesine, sinirsel güçlü ataklarla. Sevmenin ne kadar masum olduğunu öğrendim sayesinde; şefkatli ellerde kucaklanarak…
Dedim ya, yürümeye başladıktan sonra başladı her şey… Dar gelmeye başladı dünya ve sızlamaya meyletti ciğerim arada sırada… Yollarıma mütemadiyen, belirli aralıklarla taşlar diziliyordu. Beynim komut veriyordu; “Takılıp düşeceksin, dikkat!” Beynimin uyarılarına rağmen, bir saliselik ona güvenmem sonucunda, yine büsbütün kapaklanırdım dipsiz kuyulara… Sürekli onlara takılıp düşüyordum. O renkleri cezp edici, esrarengiz taşlara…
Onlarca kez kabuk bağlamış yaralarıma, bir yenisi daha ekleniyordu. Dizlerim kanayınca, şefkat merheminden sürülsün isterdim. Evet, imkânsızlığında bazı şeylerin, kalbim de kanamaya başlıyordu. Derken, gözlerim devreye girip, bu durumu isyansı bakışlarla anlamlandırarak, nehirlerini çağlatıyordu. Ki durmadan akıp giden nehirler… Söz yasak, teselli yıkık bir duvar; yakılan onca acı çığlıklarla baş başa kalıyordu dünyam. Havaleli bir yağmur beliriyordu göğün göğsünde bir vakit sonra… Gri bulutlardan sarkan salıncaklara bindiğimi sanırdım o anda. Süzülüp avuçlarıma dolan rahmeti koklardım. Sahi, rahmet ne renk kokardı? Anlatımı güçtü o zamanlar…
Bir fidana omuz vermesi gibiydi içinde bulunduğum ortam; köklerimi bildiğim, boylu boyunca itirazsız boy vereceğim… Dal, kol olacaktım. Sarılacak, saracak, kucaklaşacaktım. O, nerede baksa gözlerime hüzün sağarak içinden, gözlerim dolardı. Ve ben onu, bana öğrettiklerinden tanıyordum. Katıksızdı, sek yani… Ve ne istediğini bilen, neler verebileceğimin ise sınırsızlığıyla coşardı. Eminim bundan…
O, geliyordu yine akşam akşam… Huzursuz olmuştum; ama elimden bir şey gelmiyordu. Nereden haber alıyordu ki? Mutlaka gülmek, arsız kahkahalar atmak için geliyordur. Gelsin; gözlerimden akmaya hazırlanan, biriktirdiğim acıları heybesine doldurup almaya… Biliyor musunuz? Ben O’nu doğduğumdan beri tanıyorum. Sinsice uzaktan izler, sesim yükselince yaklaşıp işaret parmağını sallar, koşmaya yeltenince dizlerime çelme takar, kırardı kapaklarımdan… Kanayarak sükûta bulandı gençliğimin dili. Yerli yersiz sustum, azarlanarak. Artık ne düşmanız, ne de dost onunla… Arada bir de olsa, alışverişte bulunuyoruz; hepsi o.
Hep aldı; acımadan, bıkmadan, yorulmadan, sınadı iliklerime kadar… Hep az verdi; Rabbimin nice mutlulukları kudretinde, takdirinde ve rahmetinde sakladığını bilmeden belki… Bilmez olur muydu? Belki onu yaratan da böylesi çizmişti yolumu; böyle takdir etmiş ve yazmıştı bana ayırdığı bölümlerin senaryosunu… Ah, keşke Babacığım sağ olsaydı! İçselimde değil de, onunla konuşabilmeyi çok isterdim. Aydınlatırdı beynimde uyuyan tüm zifiri karanlıkları…
Geldim, gidecektim… O da biliyordu bunu. Borçlu çıkarırdı beni eskiden beri zaten… O, alacaklarının hesabında! Ben verdiklerimin, yapamadıklarımın azabında…
Neşe CÖMERT
4 Kasım yıldönümümün zifiri karanlığında...