- 633 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (03)
İnsanların sınıflanması / Müslüman / Kâfir / Münafık
Medine devletinin kurulmasından sonra, Allah toplumla ilgili ayrıntılı bilgiler vermeye başladı. Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide sureleri, Yahudiliğin ağırlıkla ele alındığı konulardı. Medine’yi oluşturan toplum Allah üzerinde birleşiyorlardı. Putperest Araplar putlarını Allah’a yaklaştırıcı, şefaatçi görüyorlar. Yahudiler ise kendilerinin Hz. Musa ile gönderilen Allah’ın kitabı Tevrat’a inandıklarını belirtiyorlardı. Müslümanlara ise ayetler inmeye devam ediyordu. Üç görüşün üzerinde birleştiği konu Allah’a inançlarıydı. Allah Ali İmran suresinin 64. Ayetinde “De ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz Müslümanlarız! Deyiniz” diyerek, Müslümanlara nasıl davranacaklarını gösteriyordu. Bu ayet çerçevesinde Müslümanlar Allah Medine’deki toplulukları Allah üzerinde birleştirmeye başladı. Allah üzerinde birleşen toplumlara, huzuru, barışı esas alarak bir araya gelmişlerdi.
Bakara suresinin başında “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir” (2) Müslümanların, Yahudilerin, Putperest Arapların üzerinde birleştiği Allah’a olan bağlılığı esas alan Allah, onlara Hz. Muhammed aracılığıyla gönderilen kitabın gerçek olduğu, gerçekten inanıyorlar ve Allah’tan sakınıyorlarsa, onlar için yol gösterici olduğunu belirtti. Bu ifade önemliydi. Bundan sonra gelecek ayetler, toplumun hepsini kuşatacak, sadece Müslümanlar muhatap kılınmayacaklardı. Devam eden ayetlerde; “Onlar gaybe inanırlar, salâtı (duayı) dosdoğru yaparlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır” (3-5﴿ Allah’ta birleşen toplumlar, Allah’a göre, gaybe inanacaklar, namazlarını dosdoğru kılacaklar, Allah’ın verdiği rızıklardan Allah’ın yolunda harcayacaklar, ahrete inanacaklar ve doğru yol üzerinde bulunacaklardır.
Medine’de barışa, huzura söz vererek devlet kuran toplumların ortak noktası Allah’a inançları demiştik. Allah bütün toplumu oluşturan, Yahudilere, Putperest Araplara ve Müslümanlara, eğer dünyada sağladığınız barışı, huzuru, ahrette de gerçekleştirmek istiyorsanız, “gaybe inanın, salâtlarınızı (dualarınızı) doğru yapın edin, rızıklarından Allah yolunda harcayın, ahirete inanın, doğru yoldan sapmayın” uyarısı göndererek toplumu yönlendirmeye başladı. Bundan önceki bölümde putperest Arapların, iman etmedikleri halde İslam olarak, gönderilen yasalara uymalarından söz etmiştik. Putperest Araplar artık, gayba inanıyorlar. Allah’tan inenleri kabul ediyorlar. Salâtlarını (dualarını) yapıyorlar. Rızıklarından veriyorlar. Doğruluk üzerine duracaklarına da resulü biat ediyorlardı. Yahudiler salâtlarını (dualarını) yapıyorlar. Gayba inanıyorlar. Ahirete inanıyorlar. Doğruluk üzerine duracaklarına da resule biat ediyorlardı. Resul zaten hem Müslümanların, hem putperest Arapların, hem de Yahudilerin liderleriydi. Resul’ün sonuca yönelik hükümleri topluma hâkim kılınıyordu.
Bakara suresindeki ayetler bu tanımlamayı yaptıktan sonra ikinci bir tanımlama yapıyor. Bakara suresinin 6-7. ayetlerinde “Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır” Evet, toplumda gerçekler üzerine iman edenler gibi, gerçekleri inkâr edenler de vardır. İçinde bulundukları gerçeklere aykırı hareket ederler. Onların kalpleri, kulakları mühürlenmiştir. Gözleri üzerinde de perde vardır. Mecazi anlamlar içeren, sembolik ifadeler, mühürlenme ve perde konusu ne yazık ki Müslümanların bu ayetlerin yorumunda farklı algılarına neden olmuştur. Hâlbuki olay basittir. Bugünkü anlatım tarzıyla, insanların bir bakış açısı vardır. Bakış açılarına göre gerçekleri görmeye çalışırlar. Allah’ın ayetleriyle gerçeklere bakmayan insanlar, kendi bakış açılarıyla gerçeklere baktıklarında, Allah’ın gösterdiği gerçekleri görmezler. Bunun nedeni insanın yaratılışındaki özelliktir. İnsan yaratılış gereği, akıl yürütür, mantık kurar, hükümlere ulaşır. Ancak bütün bu akıl yürütmelerin, mantık kurmaların, hükümlere ulaşmaların temel dayanağı bakış açısıdır. Bakış açısına göre insan akıl yürütür. Mantık kurar. Hükümlere ulaşır. Bu eylemleri gerçekleştirirken, bilgi kaynaklarına müracaat eder. Bilgi kaynağı seçimi, o kaynakların doğru olduğunu kabul, inancıdır. Onun Allah bakara suresinin başında, insanların akıl yürütme, mantık kurma, düşünce üretme yolundaki bilgi kaynağından hangisinin doğru olduğuna dair hükmünü belirtmektedir. Allah’ın gönderdiği ayetlerle oluşan bilgi kaynağını doğru kabul edip hayatında uygulamayan her insan, onun yerine bir başka bilgi kaynağı koymaktadır. Bu durum insanın yaratılış yasasında (kaderinde) vardır. Dolayısıyla insan, kabul edip, inandığı bilgi kaynaklarına göre, akıl eder, mantık kurar, düşünce üretir. Böylece yaratılışı gereği insanın kabul edip inandığı bilgi kaynağı onun kalbinde, kulaklarında mühür, gözlerinde perde olur. Allah “onların kalpleri, kulakları mühürlenmiştir. Gözleri de perdelidir” derken, insanın yaratılışındaki bu özelliğe dikkat çeker. Gaypten gelen ayetlere inanan insanların da ayetlerle oluşturacağı bilgiler, kulaklarında, kalbinde mühür, gözlerinde perdedir. Yani burada sadece inanmayanların kulaklarında, kalplerinde mühür yoktur. Sadece inanmayanların gözlerinde perde yoktur. Her insanın kalbi, kulakları mühürlüdür. Gözleri perdelidir. İnsanın kabul ettiği, inandığı bilgi insana yerleşir. Onun olur. İnsanın kabul ettiği bilgi, Allah’ın gayptan gönderdiği ayetlerle donatılmış bilgiler ise, insanın kulakları, kalbi, gözleri bu bilgilere göre olayları izlemeye başlar. İnsan Allah’ın gönderdiği bilgileri kabul etmiyorsa, o bilgilerin yerine kendi bilgilerini yerleştirerek, kulaklarını, kalbini kendi bilgileriyle mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Aynı şekilde Allah’ın gönderdiği bilgilerin doğru olduğuna inananların da kulakları, kalpleri mühürlü, gözleri perdeli olarak, Allah’ın bilgileri dışındaki bilgilere karşı kör, sağır dilsiz olurlar. Dolayısıyla mühürlenmeyi ve perdelenmeyi tek taraflı algılamak yanlıştır. Biz Müslümanlar olarak, küfrün ortaya koyduğu bilgi, inanç değerlerine karşı kör, sağır, dilsiz oluruz. Allah’a ve gönderdiği bilgilere inanmayanlar da, Allah’ın gösterdiği gerçeklere kör, sağır, dilsiz olurlar. Kalbin, kulakların mühürlenmesi, gözlerin perdelenmesi yaratılış kanunu çerçevesinde gerçekleşir. İnsan neye inanıyorsa ona göre kalbine, kulağına mührü vurmuş, gözlerine perdesini çekmiştir. Müslümanların kalbine, kulağına vurduğu mühür, gözlerine çektiği perde, basiretini açar, böylece, dünya, dünya öncesi ve sonrası hayat hakkında Allah’ın gösterdiği gerçeklere ulaşır. Nitekim Allah Araf suresinin 203. Ayetinde “Ayetler Rabbinizden gelen basiretlerdir” demektedir. Bir bakıma Allah’ın gönderdiği ayetleri kabul edenler, dünyada var olan kulaklarını, kalbini, gözlerini hiçbir zaman beş duyusuyla bilemeyeceği gerçeklere açan bir mühür, bir perdeye sahip olmuşlardır.
Ayetin ifade ettiği anlamı, insan psikolojisi, sosyolojisi açısından incelediğimizde, bakış açısı, insanların inancıdır. İnsan neye inanıyorsa bakış açısı odur. Onun için Allah ayete küfre sapanlardan söz ederek başlar. Küfre sapmak, Allah’ın gönderdiği gerçek bilgilerden uzaklaşmak demektir. Allah gönderdiği ayetleri, bilginin gerçeği olarak kabul ediyor. Küfür ise, gerçekler üzerine örtülen bir perdedir. Gerçekler üzerine örtülen perdeler, bilginin gerçeğini göstermezken, perdenin kendisi bilgi olur. Ancak bu bilginin gerçekle ilgisi yoktur. Yalandan ibarettir. Kirliliktir yanılsamadır. Allah bakara suresinin ayetlerinde, yarattığı varlıklar ve onların yaşamlarıyla ilgili gerçek bilgiyi kendisinin gönderdiğini ifade eder. İnsanlar gönderilen bilgilerden ayrılarak, yerine kendi yanılsamalarını kor. Nitekim bugün bilimsel bulgu olarak ortaya çıkan bütün bilgiler aslında yaratılan varlıkların ve onların yaşamına ilişkin esasların birer yanılsamasıdır. Bu nedenle, bilimsel olarak elde edildiği söylenen tüm sonuçlar, zaman içinde değişkenliğe uğrar. Hâlbuki Allah gönderdiği bilgiler kesindir, gerçektir, hiçbir zaman değişkenliğe uğramaz. Küfre sapanlar, yani gerçek bilgilere göre hareket etmeyenler, yanılsamalar, yalanlar üzerine hareket ederek, gerçeklerden saparlar. Onlar bakış açılarını, yani bilginin kaynağına dair inançlarını değiştirmedikleri müddetçe, kabul edip inandıkları bilgiler onlara gerçeği göstermeyecek. Üstelik o bilgiler bir tortu gibi, kalpleri, kulakları üzerinde mühür olarak kalacak. Gözlerini de tortular perde olarak kaplayacaktır.
Onlar gerçekler üzerine hareket etmedikleri için azaba uğrayacaklardır. Kur’an dikkatle okunduğunda azabın iki yönü vardır. Dünyada gerçekleşen azaplar, ahrette gerçekleşecek azap. Gerçeklerden ayrı hareket etmenin sonucunda azabın oluşması, insanın kirli, yalan üzerine hareket etmesinden kaynaklanacaktır. Çünkü yaratılanlar hakkında doğru, gerçek bilgi edinmeyen insanların adil olmaları mümkün değildir. Çünkü hak ve adalet gerçekler bilgilerle gerçekleşir. Çünkü barış ve huzur, gerçeklerin topluma hâkim kılınmasıyla gerçekleşecektir. Eğer insanlar küfre (karanlığa) sapıp yalanlar, kirlilikler üzerine olayları değerlendirirse, hakkı ve adaleti gerçekleştiremez. Hak ve adaleti gerçekleştiremeyenler ise, barışa, huzura ulaşamaz. Barış, huzur, hak, adalet ortadan kalkınca zulüm doğar. Zulüm yani haksızlık, yaratılan varlıkların Allah tarafından verilen haklarını çiğnemek. Haksızlık yapanlar, zalimlerdir. Zalimlere, hem dünya da, hem de ahrette cezalar verilir. Zulme uğrayan mazlum eninde sonunda hakkını alır.
Ayetlerin üçüncü tanımlaması ise değişik bir tiplemedir. Birincisinde gerçekler üzerine hareket eden, toplumda barışı, huzuru, hakkı, adaleti gerçekleştirenler. İkincisinde, gerçeklerden sapan, yalanlarıyla, kirli bilgileriyle topumdaki huzuru, barışı bozan, hakkı, adaleti ortadan kaldıranlar. Üçüncü tanım da ise, gerçeklere inanmadıkları halde inandık diyenler, anlatılıyor. Ancak bu inanmayanların durumu, bundan önceki bölümdeki bedevi putperest Araplara benzemiyor. Onlar inandık diye gelmişler, ancak kalplerinde inanç teşekkül etmemiş, Allah tarafından hidayetle onurlandırılmamışlardı. Ama içlerinde hiçbir art niyet, kötülük yoktu. Üçüncü grupta ayetlerin ortaya çıkardığı insan tipi ise, art niyetliydi. Ayetlere bakınız. Bakara 8-16. Ayetler: “İnsanlardan, inanmadıkları halde, "Allah’a ve ahiret gününe inandık" diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır. Bunlara, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde, "Biz ancak ıslah edicileriz!" derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. Onlara, "İnsanların inandıkları gibi siz de inanın" denildiğinde ise, "Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?" derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler. İman edenlerle karşılaştıkları zaman, "İnandık" derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, "Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz" derler. Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır”
Ayette anlatılan üçüncü kimliğin özelliklerini sıralarsak,
- Kalplerinde inkâr, sözlerinde, yaşamlarında inanç vardır.
- Allah’ı, inananları kandırmaya çalışırlar.
- İkiyüzlü, riyakâr davranırlar.
- Kabileler, toplumlar arasında art niyetli olarak laf getirip götürürler.
- Toplumsal barışı, huzuru bozmaya çalışırlar.
- Yakalanıp niye fesat (ikilik) çıkarıyorsunuz dendiğinde, “biz ıslah edicileriz” diyerek, üste çıkarlar.
- Kendileri gibi olanlarla beraber olduklarında, biz inananlarla dalga geçiyoruz derler.
- Çıkarlarını ön planda tutarlar.
- Onlar bu halleriyle hidayeti değil, sapkınlığı satın almışlardır.
- Onların bu alışverişi aleyhlerine olacaktır.
- Onlar doğru yol üzerinde değillerdir.
- Onların bu yapılanmaları, dünyevileşmeyi ortaya çıkarır.
Allah’ın bakara suresinin başında insanların kimliklerine, kişiliklerine yönelik bu tahlilleri üç açıdan ele alabiliriz.
Ayetler üç ayrı insan tipinden söz etmektedir. İnananlar, küfre sapanlar, inandık deyip gerçekte inanmayan, insanlar arasında ikiyüzlülük yaparak nifak içinde olanlar. Genelde meallerde ifade edilen üç ayrımdaki insan tipi, mümin, kâfir, münafık olarak ele alınır. Hâlbuki ayetlerin orijinalinde mümin, kâfir, münafık kelimeleri direk olarak geçmez. Ayetlerde geçenler, muttakiler, (keferu) küfre sapanlar, inandık deyip ortaya çıkan ama gerçekte inanmayan, insanları aldatanlar. Çoğu zaman basit bir yöntemle ayetlerin orijinindeki bu tahlillerde söz edilen insanları, mümin, münafık, kâfir olarak nitelemek, hem işimize gelir, hem daha doğruyu yaptığımızı zannederiz. Hâlbuki gerçek böyle değildir.
Ayetlerin indiği dönemde Arapların konuştuğu fasih Arapçaya göre ayetleri anlamaya çalışırsak, ayetlerin anlamı bugünkünden farklı olur. Arapların konuştuğu fasih Arapça, lügat anlamı olarak algılanır. Şimdi bu kelimelerin lügat anlamlarına bakarsak… Muttaki: İtikat eden, sakınan, çekinen, Allah’tan korkan anlamlarına geliyor. Keferu ise, inkâr edenler, gerçeği kabul etmeyenler anlamlarına geliyor. Üçüncü gruptakiler ise, asılda inkar ediyorlar ama biz de inandık “muttakilerdeniz” diyorlar.
Arapçadaki sözlük anlamlarıyla olayı değerlendirdiğimizde, toplumu oluşturan Yahudiler, Putperest Araplar ve Müslümanlar, Allah’tan gelen gerçekleri kabul ettiklerinde muttakiler, yani Allah’a ve Allah’tan gelen gerçeklere inananlar olarak ortaya çıkar. Medine’de devlet kurulurken, barışı, huzuru, hakkı, adaleti esas alan bütün topluluklar, Allah ve Allah’tan gelenler konusunda birleşiyorlar. Böylece, inananlar, yani müminler kelimesinin karşılığı olan, mümin, eminden türeyerek, emin olunan, güvenilen kişi olarak tarif edilir. Açık sözlü, dürüst, verdiği sözleri yerine getiren, toplumdaki bütün insanların emin olduğu, güvendiği kişiler, muttakiler, yani itikat edenler, yani güvenilen kişiler olarak ortaya çıkanlar. Medine sözleşmesine imza atan, Yahudiler, Müslümanlar ve Putperest Araplar, sözleşme şartlarına uyacaklarına, birbirleri aleyhlerine davranmayacaklarına dair verdikleri sözle, güvenilir hale gelmişlerdir. Bunlar Allah’a olan inançlarıyla, Allah’tan gelen gerçeklere göre ve verdikleri sözlere göre hareket ederek, eman-ı bozmazlar.
Toplumda inkâr edenler de vardır. Bunlar açıkça, biz Allah’tan gelen gerçeklere göre hareket etmeyiz derler. Kendi gerçeklerini ileri sürerek konuları çözmeye çalışırlar. Bilgi kaynağı olarak, akıllarını, mantıklarını, araştırmalarını öne çıkarırlar. Olaylar hakkında her şeyi bildiğine inandıkları Allah’ın bilgisine göre hareket etmezler. Bu bakış tarzlarıyla inananlardan ayrılarak kendilerini belirtirler. Muttakiler gibi Allah’tan gelen her şeye “işittik itaat ettik” demezler. Böylece Medine’de devleti kuran topluluktan ayrılırlar. Medine’de devleti kuran topluluk Allah’ta birleşmiş, barışı, huzuru, hakkı, Adaleti esas almıştı. Bunlar bu yoldan saparak, Allah’tan ayrılır, barışı, huzuru bozar, hakkı, adaleti tanımazlar.
İnanmadıkları halde inandık diyen, insanlar arasında dolaşan, hangi toplumun yanına gittiyse onlardan olduğunu söyleyen, tutum ve davranışlarıyla insanlarla alay ettiklerini belirten, çıkarlarına göre hareket edenler vardır. Bunlar toplumda nifak saçarlar. Nifak; ikiyüzlülük, arabozucululuk anlamlarında kullanılır. Yapana münafık denir. Münafık kelimesi bu ayetlerin orijininde geçmez. Ancak işlenen fiilden onların münafık oldukları anlaşılır. Münafıklık bugün dilimize, çıkarına göre hareket eden, ikiyüzlü davranışlar olarak indirgenir.
Eğer o günün dil anlayışıyla ayetlere bakarsak, Allah toplumu bilgilendiriyor. Ey insanlar, toplumda üç sınıf insan vardır. Emin olunan, güvenilir insanlar. Emin olunamayan, güvenilemeyen insanlar. Bir de aranızda sürekli laf getirip götüren, ikiyüzlü, riyakâr davranışlarda bulunanlar vardır. Buna göre hareket etmelisiniz. Eğer verdiğiniz söz üzerinde durarak, toplumda hakkı, adaleti, barışı, huzuru gerçekleştirecekseniz, inkâr eden, ikiyüzlü riyakâr insanlardan uzak durun. Onların birincisi, Rabbinizin gerçeklerine karşı kördür, sağırdır, dilsizdir. Onlar kendi gerçeklerini öne çıkarırlar. Hâlbuki onların gerçeği, yanılsama ve yalanlardan ibarettir. İkincisi ise, çıkarları çerçevesinde hareket ederler. Ortalığı karıştırmak isterler. Bozguncudurlar. Ulaşmak istediğiniz barışa, huzura engel olurlar. Onlardan uzak durun. Kelimelerin lügat anlamına baktığımızda, uyarı sadece Müslümanlara değildir. Uyarı bütün toplumadır. Hem Müslümanlar, hem Yahudiler, hem de Putperest Araplar, toplumdaki inkârcılara, riyakârlara, ikiyüzlülere karşı uyarılırlar. Allah bu açıdan inananlara, yani birbirine karşı güven vererek emin olanlara, inkâr edenlerden uzak durun der. Emin olunanlar, Yahudilerden, Müslümanlardan, Putperest Araplardan olabilir. Güvenilir olanlar, Yahudilerden, Müslümanlardan, Putperest Araplardan olabilir. Hangi dinden olursa olsun, birbirine güvenen, emin olunan kişiler, inkâr edenlerden, ikiyüzlülerden, riyakârlardan uzak durmalıdır.
Öyle ya Medine vesikası ile toplumda güveni, barışı, huzuru, hakkı, adaleti sağlamak için yola çıkanlar, aralarında buna inanmayanlarla, ikiyüzlü, riyakârlarla beraber olamazlar. Her şeyden önce insanın barışa, huzura, hakka, adalete, Allah’tan gelen gerçeklere inanması gerekir ki, Medine vesikasında hedeflenen, barış, huzur, hak, adalet toplumu gerçekleşebilsin. Aksi halde gerçekleşir mi? Aslında bakara suresinin bu ayetlerine dikkatle bakarsak, sanki Medine vesikasının temel yapısını, özünü tasdik etmektedir.
Ayetin özünü günümüze uyarladığımızda, hangi dinden, etnik kökenden olursa olsun, barışa, huzura, hakka, adalete, yaratılan varlıklar hakkında Allah’ın bildirdiği gerçeklere inananlarla, emin, güvenilir bir toplum oluşturulabilir. Tıpkı Hz. Resulün Medine’de yaptığı gibi, güvenilen, sözüne sadık kişilerle bir toplumsal yapılanmaya gidilebilir. Hep birlikte, toplumdaki, yalana, kirli bilgiye, kirli yollara sapanlardan, ikiyüzlü, riyakârlardan uzak bir birliktelik oluşturulabilir. Çağrıyı, dürüstlük, güven, barış, huzur, hak, adalet üzerine gerçekleştirerek, insanlığın geleceğine bir bütünsellik sunulabilir.
Medine’de Allah’tan gelen ayetler, bütün toplumu, Yahudi’siyle, Müslüman’ıyla, Putperest Arap’ıyla dürüstlüğe, açık sözlülüğe, gerçekler üzerine hareket etmeye, birbirlerine barış, huzur, hak ve adalet üzerine olacaklarına söz vermeye çağırmış. Bu sözlerine yönelik hükümler göndermiş. Bakara, Ali İmran, Nisa ve Maide surelerinde, özellikle Yahudileri bu açılardan analiz eden ayetler göndermiştir. Putperest Araplarla ilgili ayetlerin fazla gönderilmemesi ise, zaten onların İnandık diye gelmeleri, ancak henüz kalplerinde inancın oluşmadığı, ama İslam olduk diye düzene teslim olmalarıdır. Önemli olan Allah’ın Medine’deki toplumu yönlendirdiği mantığı anlayıp, günümüzde de aynı mantıkta hareket edebilmektir. Medine’de devlet kuran toplum, toplumun önderleri Müslümanlar, ayetleri anlayarak hayata geçirdiklerinde, dünyaya hitap edilir hale geldiler. Zira onların dilinde, barış, huzur, dürüstlük, güvenilirlilik esastı. Hangi dinden olursa olsun, her insan, Müslümanların oluşturduğu toplumda, dürüstçe, açık yürekle, hiçbir gizliliğe gerek kalmadan, huzur, barış, hak, adalet içinde yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Bugün Müslümanlar henüz bu noktada yeterli inanca, bilgiye, yaşam düzenine sahip görünmüyorlar.
Daha sonraki dönemlerde ayetlerde geçen Arapça sözcüklerin, lügat manalarının yerini ıstılah anlamları almaya başladı. Arapça sözcüklerin ıstılah anlamları, Müslüman bilim adamlarının kelimelere verdiği dinsel anlamlardı. Müslümanların, tefsir, hadis, fıkıh, fıkıh usulü ve meal (çeviri) bilimleri adına ürettiği kitaplarda kullanılan ıstılahı anlamlar, lügat anlamlarından ayrılarak daha özel, daha sınırlı anlamlara kavuştular. Muttaki olmak, sadece Müslüman olmaya, hatta Müslümanlar içinden de seçilerek özel Müslümanlara ait kılındı. Keferu sözcüğü, Müslüman olmayanlar için kullanıldı. Münafık kelimesi, ikiyüzlü, riyakâr anlamlarından ötede, dışı Müslüman, kalbi kâfir olanlar için kullanıldı. Böylece biz bakara suresini okuduğumuzda, artık üç toplumu görüyorduk. Müslümanlar, Kâfirler, Münafıklar. Böylece toplumda yaşayan Yahudiler, Hıristiyanlar, Putperest Araplar veya başka dinden olanlar direkt kâfir olarak biliniyordu. Hâlbuki lügat anlamında, ister Yahudi, ister Putperest Arap olsun, barışı, huzuru, güvenilirliği esas alan çizgide kimliğini sürdürdükçe, muttakiler safındaydı. Müslümanlar onlarla güven, barış, huzur içinde yaşıyorlardı.
Bugün Müslümanlar ayetlerde geçen Arapça sözcüklere yeni anlamlar kazandırıyorlar. Kazandırılan bu yeni anlamlara “kavramlaştırma” deniliyor. Kavramlaştırmanın özüne baktığımızda, siyasallaşan Müslümanların, ayetlerde geçen kelimelere, siyasi, sosyal, ideolojik tanımlar getirmesi olarak görüyoruz. Müslüman, kâfir, münafık, din, İslam kelimeleri, siyasal bilinçlenme adına yeniden tanımlanıyor. Tanımlanan bu anlamlara göre, Müslüman, İslam yaşam düzeninden yana olan. Kâfir İslam yaşama düzeninin karşısında olan. Münafık ise, iki toplum arasında gelip giden ama İslam yaşam düzenine inanmayan olarak karşımıza çıkıyor. Çıkan bu özetlere göre, günümüzdeki kavramlaştırma ile ıstılahlaştırma arasında temelde çok fazla fark yok. Sanki Istılahı anlamların siyasallaştırılmasından ibaret gibi görünüyor.
Istılahlaştırma, kavramlaştırma, ayetlerde geçen kelimelerin sözlük anlamlarındaki genişliği daraltıcı bir yapılanma ortaya çıkarmaktadır. Sanki hem ıstılahlaştırma, hem de kavramlaştırma, bir bakıma, Arapçanın zenginliğinde gönderilmiş ayetleri, zamanın kalıplarında yorumlayarak, sınırlandırmak, dondurmak, yönlendirmek gibi. Bugün birçok konuda, Müslümanların arasındaki çatışmaların asıl nedeni de bu anlam farklılıklarıdır. Şimdi düşünün. Üç Müslüman, bir ayetin anlamı üzerinde düşünüyor. Ancak hepsi farklı anlamlarla ayeti okuyor. Birisi ıstılahı anlamda alıyor. Öbürü lügat anlamında alıyor. Diğeri ise kavramlaştırmalarıyla konuşuyor. Üç Müslüman’ın birbiriyle anlaşması mümkün mü? Elbette değil. İşte onun için, bugün Müslümanlar birbirlerine kör, sağır, dilsizler. Çünkü bakış açıları farklı. Istılahı anlam, kavramlaştırma anlamları, lügat anlamları, ayetlerin anlaşılmasında bakış açıları kazandırmış. Her biri kendi bakış açısına göre hareket edince, üzerinde durdukları kaynak, aynı da olsa anlayışları değişiyor. Birde buna Istılah anlamlarını öne çıkaran mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin bakış açılarını eklediğimizde, iş çığırından çıkıyor. Herkes kuran okuyor ama hiç kimse aynı yere gelmiyor. Böylece Müslümanlar arasındaki toplumsal barış, huzur ortadan kalkıyor. Hak, adalet askıya alınıyor. Zulüm, fitne ortalığı sarıyor. Bu şartlarda Müslümanların dünyaya hitap edecek bir insan kimliğine ulaşmasından söz etmek zordur. Durumu iyice anlamak için bazı örnekler üzerinde durmak gerekiyor.
Mesela; lügat anlamına göre, muttaki, yani sözünde durup doğru yol üzerinde olan olarak kullanıldığına göre, muttakinin dini yoktur. O Müslüman olabilir. Yahudi olabilir. Hıristiyan olabilir. Putperest olabilir. Güvenilir emin olunan da aynıdır. Güvenilir, emin kişiliğin dini yoktur. Her farklı dinden olan insan arasından emin, güvenilir, yani mümin insanlar çıkabilir. Mesela, yalanlar, kirli bilgiler üzerinde hareket etmenin dini yoktur. Her dinden insan, yalanlar, kirli bilgiler üzerinden hareket edebilir. Gerçekler üzerinden hareket etmek, hem de Allah’ın gerçekleri üzerinden hareket etmek önemlidir. Bugün Müslüman’ım diyenler arasında, Allah’ın gerçeklerinden (ayetlerinden) hareket etmeyip, insanların ürettiği kirli, yalan bilgilerle hareket edenler vardır. Bakara suresindeki ayete göre bunlar keferu, yani gerçeklerden sapanlardır. Ama ıstılahı anlamda bunlar, Allah’a, resulüne, kitaba ve ahirete inandıklarını söyledikleri için Mümin kabul edilirler. Yine ikiyüzlülüğün, riyakârlığın dini yoktur. Her dinin ikiyüzlü, riyakâr insanları vardır.
Medine vesikası üzerine anlaşıp, birbirlerine güven veren, sözleştikleri doğru yol üzerinde muttaki olanlara Allah bu ayetleri gönderiyor. Onlara, dikkat edin, aranızda sizin gibi verdiğiniz sözler üzerinde durmayanlar. Aranızda laf getirip götürenler. Çıkarlarına göre hareket ederek, toplumdaki barışı, huzuru bozanlar olacaktır. Onları iyi tanıyın demektedir. Eğer Bakara suresinin insanları analiz eden bu tanımlarına lügat açısından bakarsak, analizlerin temelinde dinin olmadığını görüyoruz. Ancak ıstılah ve kavramlaştırılan anlamlara baktığımızda bu ayetler ancak temeline din yerleştirilerek anlaşılır.
Üstelik bu tanımlar günümüzde, toplumlar arasında hakaret olarak algılanmaya başlamıştır. Bugün birine kâfirsin dediğimizde, bunu kendisine yapılan bir hakaret olarak algılamaktadır. Veya birine sen münafıksın dediğimizde de yine o kişi bunu hakaret olarak algılamaktadır. Ama aynı kelimeleri, sen bu görüşlerinle, Allah’ın ortaya koyduğu gerçeklere ters düşerek, Allah’tan gelen gerçeklere inanmadığını gösteriyorsun dediğimiz de, hem biz, hem o kişi, durumunun farkına varıyor. Olay hakaret algısından çıkarak, düşünce algısına ulaşıyor. Aynı şey münafık kelimesi içinde geçerlidir. Toplumda riyakârlık, ikiyüzlülük yaparak, toplumsal birliği, barışı, huzuru bozan kişilere, bu tür davranışları örnek gösterip, bizler bu şekilde birbirimize güvenemeyiz. Sen böyle yaparsan, ben böyle yaparsam aramızda güven kalmaz. Böyle bir durum ikiyüzlülük, riyakârlık olarak kabul edilebilir. Dediğimizde olay, hakaret olmaktan çıkıp, düşünce, düşünme algısına ulaşıyor.
Toplumsal bütünlüğü, barışı, huzuru esas alarak kurulan Medine devleti, hangi dinden olursa olsun, Arapça kelimesinin yapısındaki müminleriyle, yani güvenilirleriyle, gerçeklerden sapan, barışı bozacak, huzuru bozacak olan, çıkarlarına göre riyakârlık, ikiyüzlülük edenlerden ayrılacaktır. Medine vesikasının özü budur. Hz. Resul başta olmak üzere, toplumu oluşturan herkes, barışın, huzurun, hakkın, adaletin müminleri olacaklardır. Herkesin içinde, Müslümanlar, Yahudiler ve Putperest Araplar vardır. Bu esas içinde resule biat eden, Müslümanlar, Yahudiler, putperest Araplar, güvenirliliklerini (müminliklerini) gösterecekler, aralarındaki inkârcıları, ikiyüzlüleri, riyakârları temizleyeceklerdir. Ve onlardan ayrılarak, barış, huzur üzerine saf, katışıksız, güvenilir bir toplum oluşturacaklardır. Allah’ın ayetleri Medine toplumuna yol göstermekte, Allah’ın gösterdiği bu yoldan, insanların kimliğini, kişiliğini tanıyarak, Müslümanlar, Yahudiler, Putperest Araplar nasibini almaktadırlar. Medine’deki mescitten okunan, topluma duyurulan ayetler, bütün topluma ulaştığında, herkes yerini belirleyecek. Ya yapılan sözleşmeye müminsiniz yani güvenilirsiniz, ya inkârcısınız, ya da çıkarınıza göre hareket edensinizdir, denilecektir. Peygamberin Medine devletini yönetirken yardımcıları olan, Müslüman liderler, Yahudi kabilelerinin liderleri, Arap kabilelerinin liderleri, toplumlarını bu analizler açısından gözden geçirerek, Medine’nin huzuruna, barışına sahip çıkacaklardır. Katkıda bulunacaklar. Hepsinin kabul edip inandığı Allah onlara, barışın, huzurun, hakkın, adaletin doğru yolunu göstermektedir.
Eğer Bakara suresindeki ayetleri, ıstılah ve kavramlaştırılan anlamlarına göre anlamaya kalkarsak, Medine devletinin kuruluşunu esas alan Medine sözleşmesini anlamamız güçleşir. Böylece Medine’deki resulün konumunu, oluşturulan toplumsal yapıyı anlayamayız. Anlamadığımızda da dünyaya hitap eden Müslümanlardan olamayız. Sahabelerin çöllerden çıkıp, dünyanın her yerine ulaşmayı hedefleyen azmi, ulaştırdıkları ayetlerin kuşatıcılığı kavrayamayız. Evrensel din olarak kabul ettiğimiz İslam’ın, onun örnekleri olan resul ve arkadaşlarının, ayetlere, insanlara, dünyaya bakışı bizim kimliğimiz, yaşam biçimimiz olmadığı müddetçe, hidayetimizden söz etmemizin doğruluğu tartışılır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.