- 772 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Kaf
Kaf Dağı’na doğru yürüyordu Mehmet. Nereden bildiğini bilmiyordu, ama uzakta görünen o koca dağın, Kaf Dağı olduğunu bütün kalbiyle hissediyordu.
“Yarana…” demişti biri, “O iyileşmeyen yarana tek merhem var. Kaf’ı bulacaksın, doruğuna çıkıp, o zirvede tam bir gün uyuyacaksın.”
“Soğuktur” demişti. “Ne giyersen giy ısınmazsın.”
“Eğer dayanabilirsen, dayanıp uyanabilirsen, yanıbaşında bir kırmızı gül açacak.
O kırmızı gül, yarana tek ilaç olacak.”
Yürüyordu Mehmet. Dağın karlı zirvesi görünmüyordu. O kadar büyüktü ki Kaf, Mehmet Kaf’ın doruğunu nasıl göreceğini, oraya nasıl varacağını düşünüyordu. Aylar alabilirdi, yıllar alabilirdi.
Yanında yeterli erzak yoktu. Hava soğuktu.
Mehmet yarasına çare ararken, ölebilirdi.
Birden olmuştu her şey. Birden bir acı, yüreğine oturuvermişti. Canı öyle yanıyordu ki, anlatamazdı. “Görünürde hiçbir şey yok” demişti bir doktor arkadaşına. “Biliyorum, görünmüyor. Ama çok acıyor.”
Kaç doktora gitmişti bilmiyordu. En son annesi oğlunun acısına dayanamamış ve onu ilim irfan sahibi bir hocaya götürmeye karar vermişti.
“Olmaz” demişti Mehmet. Ne hocası? Sahtekar onlar zaten.
“Herhangi bir şey istemiyor oğlum karşılığında. Bir gitsek ne olur, belki yarana derman bulur.” Demişti annesi. Bir damla yaş kadının gözlerinden süzülüvermişti.
“Tamam” demişti Mehmet.
Gördüğü hiçbir adama benzemiyordu hoca. Ak saçlı, ak sakallı, ak elbiseli bir mübarek adamdı. Mehmet’i görür görmez derdini anlamıştı.
“Gönül yarası evlat” demişti. “Sendeki gönül yarası. Aşk acısı…”
Mehmet gülmüştü. “Nasıl olur?” demişti. “Yok ki biri… Yüzünü görmek istediğim, görünce birden sevdiğim ya da usul usul benimsediğim biri yok ki!”
“Yok” demişti hoca. “Yok, ama çizeceksin. Her bir noktasını ve her bir virgülünü uzuvlarının…”
“Çizeceksin!”
Sonra tarif etmişti işte. Kaf’ı bul demişti. Kaf’ı bul, gülünü al, gel.
Yürüyordu Mehmet. Ölebilirdi, açlıktan ya da soğuktan. Ya beklemekten ölebilirdi. Korkmuyordu. Bu görünmez yara, onu her gün, her dakika, zaten öldürüyordu.
Dağa tekrar baktı. Gözlerini kapattı. Açtı.
Bir kartal mı, bir şahin…
Hayır, bu ay gibi bir büyük kanattı.
Parlıyordu. Kocaman bir kuş, Mehmet’e doğru uçuyordu. Ses yoktu, iz yoktu.
Dolun bir ay, bir ateş topu parlaklığında Mehmet’e doğru geliyordu.
Mehmet açtı kollarını, Simurg’un kendisini gülüne götüreceğini hissetti.
***
Çok soğuk dedi içinden. Simurg Mehmet’i bırakmış, ve ortadan kaybolmuştu. “Belki” dedi. “Bir yanma günüdür. Belki…” dedi.
“Belki ben Simurg’u bir yanma gününde görmüşümdür.”
Kaf’ın zirvesindeydi. Her yer karla kaplıydı. Burada bir gül açar mıydı?
Gözlerini kapattı, karın üstüne yattı.
Donmak üzere olan bir insan nasıl uyurdu, öyle uyudu sonra.
***
-Hâlâ uyuyor muyum? Dedi.
-Evet dedi bir ses hâlâ uyuyorsun.
-Uyanacak mıyım, dedi Mehmet?
-Beni göreceksin şimdi ve beni gördüğünde yüreğinde alev almış o yara kapanırsa, uyanacaksın.
Yoksa bu dağ seni öldürür.
Bir yıldız indi gökyüzünden. Ay gibi mi, güneş gibi mi bilemedi Mehmet. Nasıl güzeldi, nasıl parlaktı teni. Gözleri kamaştı, bakamadı.
-Seyretmek istiyorum, dedi. Görmem lazım seni.
Yıldız yaklaştı. Mehmet bütünüyle gördü yıldızı sonra.
-Adın ne? Dedi. Adını söyle bana…
-Sahra, adım Sahra!
-Evet, dedi Mehmet. Artık yüzünün her bir noktasını çizebilirim.
-Evet, dedi yıldız. O zaman artık uyanabilirsin.
***
Uyandı Mehmet. Sıcacık bir hava, yaz gibi. Hâlâ Kaf’ın zirvesindeydi. Buram buram gül kokuyordu uyuduğu ve uyandığı yer.
-Şimdi, dedi. Hangisi?
Her yer güllerle doluydu. Ucu bucağı yoktu sanki, bir cennet bahçesi. Kafasını kaldırdı.
Gülünü bulacaktı.
Yaklaştı. Baktı ki, kalbinin üzerinde bir açık yara…
Kanıyor.
-Gülüm, dedi. Dikenin yüreğime batmış senin. Demek, üzerinde taze kan var.
O anda düşüverdi topraktan bir taze gül. Mehmet eline aldı o gülü, dikeni batmıyordu artık.
-Sahra, dedi ve uyandı.
“Sahra!” dedi ve uyandı!
"İsimsiz’den..."
Asena Gülsüm Güneş