- 738 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Veda
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
O.Ç.OSMANOV/Ölüm Uykusu
(Aynı isimli romandan)
Veda Ederken
Ramazan’ın yanında Asiye’nin babası Süleyman, bir de Bulgar arkadaşı Hristo vardı. Yıl bin dokuz yüz elli altı. Liman şehri Burgaz’da balıkçı Kostov Reisle görüşmüşler, baş başa verip kaçış planı çizmişler, sonra kara trene binmişler ve çelik tekerlekler çelik raylarda döne döne öterken gene Sofya’ya gidiyorlardı. Geceydi. Her yer karanlıklar içinde, onlar vagon içinde, tren Koca Balkan içinde; bir zaman korkup ürküyor, bir zaman sevinç seline giriyor, uykusu geliyor, uykuysa bu karmaşık duygulardan ürküp gözünün içine girmiyordu. Çok yorgundu Ramazan. Hem ruhen hem de bedenen…
Uykusuz geçen bir yolculuktan sonra Sofya’ya vardıkları zaman dosdoğru dondurmacının evine gittiler. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde kıvırcık sarı saçlı, mavi mavi boncuk gözlü, al yanak bal dudak Asiye’nin deli gibi olduğunu gördüler. Mavi gözleri çakmak çakmak çakarak, kaşları çatık mı çatık, her yeri sinire kesmiş gibi bakıyor; ne babası, ne ablası, ne de Hristo, hiçbiri umurunda değil; o, keskin tırnaklı kancık kediler gibi Ramazan’ın üstüne saldırıyordu. Gömleğine asılıyor, düğmelerini koparıyor, yüzünü tırmalıyor, tepiniyor, bağırıyor, çağırıyordu.
“İt Ramo, Bulgar Ramo! Ödüm koptu, korktum! Kaç gün oldu, kaç gün... Beni burada bıraktın. Tek başına kaçtın. Kaç gün oldu! Beni niye bıraktın?”
Asiye, böyle bağırıyor; Ramazan’ın üstünü başını yoluyor, yüzünü gözünü tırmalıyor, tepiniyor, dövünüyor; hırsını bir türlü yenemiyordu. Ramazan biraz geç kalıp müdahale etmese bu sarı kedi onu çizik içinde bırakacak, çiziklerden akan kanlar da yüzünü kan revan içinde bırakacaktı. İncecik bileklerinden tutup onu kendisinden az öteye itti.
“Dur Asiye!” dedi “hele biraz dur. Bu halin ne? Ne var, ne oldu? Deliler gibisin. Yoksa kafayı mı yedin. Kaç gün oldu, kaç gün oldu deyip durma! Gideli iki gece üç gündüz oldu. Böyle yapacaksan götürmem bak!”
Asiye:
“Götürme!” diye bağırdı. “götürme! Anam bubamı bırakmış sen de beni bırak. Belki tohum delip yumurtaya girdi, beni de gebe bırak! Git, git. Bensiz git. Asiye’siz git. Osmansız git…”
Ramazan şaşırdı:
“Osman kim Asiye?” dedi, “Osman da kim? Sen yeter, tek sen geleceksin. Osman da kim? Başın uğulduyor benim. Çok yorgunum. Hem de uykusuzum. Düşünmek, fikir üretmek, zor bişeye karar vermek… Çok zordayım Asiye! Başımda uğul uğul arılar var, kırım kıyamet. Dağ gibi dalgalar. Kafamın arka tasında kendi tırnaklarını kemiren çekirgeler var; düşünemiyorum Asiye! Sen de deli gibi olup üstüme üstüme gelme. Kırmızı gözlü aç kurtlar gibi ak dişlerini gösterme. Kedi tırnaklarınla yüzümü gözümü çizme. Kendine gel. Gideli iki gündüz üçte gece oldu be!”
“Asiye biraz sakin ol” dedi Hristo, “çocuk yorgun, hem de uykusuz. Aklı başının içinde ama beyni çok yorgun… Şimdi ona gitme desem…”
Hristo’ya kızdı.
“Deme Hristo!”
Hristo:
“İşte böyle! Gel bu akıldan vazgeç desem…”
Ramazan:
“Deme Hristo!”
Hristo:
“İşte böyle!”
“Tek laf söyleme Hristo!”
//Şimdi o, bin dokuz yüz elli altı yılındaki Ramazan Osmanov muydu? Belli değil. İsyan etmiş de anayı babayı bırakıp Bulgaristan’dan kaçmak mı istiyordu? Belli değil. Ya da iki bin altı yılında atına binip Kırklareli şehrine gidip gelmiş, ulu ıhlamurun gölgesindeki ot döşek üstünde ölü gibi uyuyan yorgun bedenli Ramazan Kamil Osmanoğlu mu; belli değildi. Dondurmacı denen adam Süleyman Gazi, arkadaşı Hristo ise köy öğretmeni İsa Sucu muydu? Ya, sarı saçlı Asiye? O kimdi? Bütün bu yaşananlar ölüm uykusundaki karmaşık bir rüyanın akla aksi, ya da anlamsız gerçekliğin tuhaf bilinmezliği mi; belli değildi…//
Asiye, susmuş konuşmuyor, sessiz sessiz ağlıyor, gök gözlerinden billur yaşlar akıtıyordu.
Ramazan:
“Gel Asiye” dedi ona “gel yanıma. Hem celallenip bağırma, hem de ağlayıp yüreğimi dağlama!”
Kolunu boynuna attı, sarı kıvırcık saçlarını sarıp sarmaladı, onu o şekilde kendi odasına taşıdı. Ak yastıklı, başları oyalı, örtüsü papatyalı karyolanın üstüne oturdular. Yan yana, yanak yanağa oldular. Önce susup düşündüler, biraz soluklanıp dinlendiler, sonra göz göze gelip gülüştüler.
Ramazan:
“Seni bırakmam Asiye!” dedi, “iki cihan bir olsa bırakmam. Yer çatlayıp yarılsa, gök delinip patlasa… Kanım aksa, soluğum uçup canım çıksa… Yağlı kurşun bağrıma saplansa seni gene de bırakmam. Lakin zor bi durum… Yani zor durumdayım. Daha dün hayatımda yoktun. Sen yokken her şey kolaydı. Tek başımayken çok kolaydı. Ben suç işledim Asiye! Bu ülkede suç işledim. Mesele burayı sevmemek, mesele askere gitmemek, mesele bunlar değil. Benim sırrım var Asiye! Sırrımı tek sana söylüyorum sakın kimseye söyleme.”
“Söylemem.” dedi Asiye, “sırrın her neyse benimle ölür Ramo.”
“Ben büyük bir suç işledim…”
“Suus!” dedi, Asiye. Elini uzatıp ağzını kapadı. “sus! Şimdi söyleme. Piç Hro duymasın. Hele karısı Bulgar subayına kaçan boynuzlu dondurmacı hiç duymasın! Sırrını bana bile söyleme…”
“Sana söylemeliyim Asiye!”
“Söyleme.”
“Söylemeliyim.”
“Söyleme.”
“Söylemezsem çatlar ölürüm.”
“Şimdi söyleme.”
“Yapma Asiye!”
“Ya yakalanırsak? Ya sen kaçar da ben kalırsam! Jandarmaya tutulursam! İki kişinin bildiği sır mıdır Ramo, ya seni satarsam… Şimdi söyleme. Kaçıp kurtulursak söylersin, o zaman dinlerim. Türkiye’de söylersin, şimdi söyleme.”
“Tamam.” dedi Ramazan “sırrım sır olsun, sır benim olsun. Lakin zor…”
Zor deyip derin düşüncelere daldı. Tek başına olsaydı her şey daha kolay olacaktı. Şimdi bu Asiye… Zaten omuzlarındaki yük yeteri kadar eziyordu. Bir de Asiye yük; iyice eziliyordu ama gitmeliydi, başka çıkar yol yok. Ya yakalanıp hapse girecek, ya da kaçarken yağlı kurşun yiyip ölecek. Ama Asiye… Şimdi bu Asiye denen kız, belalı başının bir başka belasıydı. Bırakıp gitse olmaz, götürürken itip denize düşürse olmaz, sınırı bir geçebilseler… Başı beladaydı.
Sofya’da bir gece kaldılar, sabah olunca kalktılar. Bal, süt, tereyağıyla kahvaltı yaptılar. Asiye’nin ablası Safiye, babası Süleyman’la vedalaştılar. Hiç kimse ağlamadı, ağlaşmadılar. Fakülteye gidip Hıristo’yla da vedalaşınca gara gittiler, kara trene binip doğuya doğru gittiler. Tren, kara dumanlarını göğe doğru tüttürüp çelikten tekerlekleriyle rayları öttürürken; hüzünlü bir ye esiyor, her şeyi hüzünler içine gömüyordu. Mevsim sonbahardı. Eylül bitiyor Ekim geliyordu. Göçmen kuşlar sürü sürü sıcak güneylere giderken onlar doğuya doğru gidiyordu. Ama Asiye’nin gözleri gülüyor; o, solgun bir çiçeğe değil sarı yaban gülüne benziyordu.
Karlova istasyonunda indiler. Karlova’da yaklaşık iki saat kaldılar. Karlova’lı Mecnun’la görüşüp Kızanlık kasabasına gittiler. Kızanlık’ta bir arabaya binip Koca Balkan’ın içine girecekler, Kızanlık’la Şıpka arasındaki Sevindik köyüne gideceklerdi. Sevindik köyü Ramazan’ın kendi köyüydü. Durağa vardıkları zaman son aracın gittiğini öğrendiler. Olsun, önemli değil… Kasabaya uzak değildi köy. Bir taksiye binerler, hususiyle giderlerdi. Para mühim değil, Ramazan’ın parası vardı.
Ramazan:
”Nasıl olsa geç kaldık Asiye.” dedi, “geç kaldıysak akşamın karanlığı çökmedi ya, köfteciye gidip karnımızı bi güzel şişirelim. Bi daha bu kasabanın köftesinden ya yeriz ya yiyemeyiz, belli mi olur. Sonra taksi tutar öyle gideriz. Geç kalmamız iyi oldu bi yerde. Köye gece gireriz. O satılmış muhtarın yüzünü görmek istemiyorum.”
“Köfteciyi boş ve Ramo,” dedi Asiye “muhtarı görme, kâhyayı görme ama ananla bubanı görmeye gidiyoruz. Abanı, aganı…”
“Agamı kurt yesin. Abam zaten köyde değil, o Şıpka’da. Anamı bubamı görelim yeter…”
“Aganı görme, abanı görme ama köfteciyi boş ver. Karnımız aç gidelim, ananın yemeğini yiyelim. Belki sıcak somun ekmeği vardır, belki de tereyağlı fasulye bile vardır…”
Ramazan:
“İyi…” dedi.
O zamanlarda Kızanlık kasabasında kaç tane taksi vardı ki beğenip taksi seçsinler; buldukları Rus malı bir taksiye binip Balkan yoluna düştüler. Taksi viran mı viran, yol toz duman. Balkan dağlarındaki yollar da Istranca dağlarındaki yollara benziyordu. Kızanlık kasabası poyrazın yeri, yani Istranca eteğindeki Poyralı Köyü; Şıpka kasabası Istranca üstündeki Demirköy ve iki yol da aynı yol… Koca balkandaki Sümbül deresi Istranca’daki Velika deresine benziyor, meşeler birbirine benziyor, kayınların başı göğe eriyordu. Yusufçuk kuşu burada da aynı ötüyordu.
“yook…”
Taksiye bindiklerinde akşamın alaca karanlığı çökmüştü. Sonra gittiler. Gittikçe zifiri karanlık çökmüştü. Derelere inip tepelere çıkarken, Bulgaristan’daki Sevindik Köyüne doğru yol alırken şoför taksisinin farlarını yakmış, Ramazan’la Asiye arka koltukta; Sofya radyosu Türkçe çalıyor, Kadriye Kerimova yanık sesiyle türkü söylüyordu.
“Arda boylarında kırmızı erik, Asiye’nin saçları on yedi belik…”
Köye girince indiler. Dosdoğru doğup büyüdüğü, acı tatlı çok günler geçirdiği ama bundan sonra hiç gelemeyeceği, belki de hiç göremeyeceği baba evine gittiler. Evden bir çıkıp gitmiş, aradan sekiz ayı geçmiş, yeni geliyordu. Hep gider gelirdi. Köyde biraz kalır gene giderdi ve gene gelirdi. Ama bu seferki geliş başka bir gelişti. Öncekilere benzemeyen.
Sarılıp öpüştüler, hoş beş ettiler. Babası altmış üç yaşındaydı. Anası da elli dokuz yaşındaydı ve çukurlarına kaçmış küçücük gözleri de yaşlıydı.
Ramazan:
“Ana ağlama” dedi, “kıymetli gözyaşlarını boşuna akıtma. Değmez ana. Bu dünya için ağlamaya değmez.”
Anası gözlerini başörtüsünün ucuyla sildi.
“Sekiz ay oldu Iramazan’ım.” dedi “bi, gittin bi daa gelmedin. Git git nereyi gadar Iramazan’ım! Seen bu halin nolacak? Bizim bu halimiz ne olacak? Bi gâvur piçine gızıp da… Goca dünyaya küsüp de… Anayı bubayı düşünmeyip de… Aldın başını gittin. Kaç yıl oldu Iramazan’ım, kaç? Beş mi, altı mı, yedi mi? Askere gitseydin gelirdin. Gelibolu’da ölseydin gene gelirdin. Bi gittin bi daa gelmedin. Sekiz ay oldu gızanım! Son gidişinden gelişine sekiz ay… Sen şindi baa diyon; ana ağlama! Gıymatlı gözyaşlarını boşuna akıtıp sel yapma! Been gıymatlım sensin gızanım… Mustava Kemal bakışlı Iramazan’ım.
Anası Yenişar köylüsü Fatmacık, babası da Yukarı Sevindik’li çakır Rıza’ydı Ramazan’ın. Horasan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da buraya gelmişlerdi kaç yüz yıl önce. Ataları Moğollardan Anadolu’ya kaçmıştı iyi de; Anadolu’dan niye kaçmışlardı? Selçuklu sultanları, Osmanlı padişahları mı kovmuş, kovalamıştı onları? Ta Maveraünnehir’den, Asya steplerinden, Hazar’ın ötesinden… Kaç, kaç, kaç… Urumeli’ni bile geçip Koca Balkan’ın içlerine yerleşmişler. Buraya Süleyman Gazi mi getirmişti onları? Sarı Saltuk, Şeyh Bedreddin’in atası, Gül Baba, şimdi adını bilmedikleri bir derviş mi? Osman’ın oğlunun oğlu Murat mı? Murat’ın oğlu mu kırmıştı onların kanadını kolunu? Murat’ın oğlunun oğlu mu? Yavuz mu? Boşnağı, Arnavut’u, kanı bozuk Sırp’ı bile saraya sokmuşlar; Bizans’ın Kralıyla dünür olmuşlar, gâvur karılarına çocuk doğurtmuşlar ve bunları tahta oturtmuşlar. Kanlı bıçaklı şehzadeler kardeşkanı içerken, kimileri sürgünlerde kimileri de zindanlarda çürürken, kimileri ölüm korkusundan kafayı yerken; kargaburunlu padişahlar kime çekmiş, kime benzemiş? Neden at sürmüşler çöl Arabistan’a, neden asker yollamışlar İran’a, Fizan’a, Afganistan’a? Arap’ın kara sakalına giderken, Afrika’nın sarı çölüne düşerken, Viyana’ya sefer ederken, devleti yöneten devşirmeler, devşirmeleri güden bozuk süt emmişler saray hamamlarında gül suyunda yüzer dünyanın sefasını sürerken; cefayı çeken kimdi, kimlerdi? Yörükler miydi, Türkmenler miydi? Kanı arı olanları, dili Türkçe olanları kim, kimler sürmüştü bu Balkan içlerine?
“Sonra ne oldu ana?” dedi, Ramazan. “geldikleri gibi gitmediler mi? Bizi terk etmediler mi? Bu gavur memleketinde geberin, ölün, ölünüzü de dirinizi de yesinler demediler mi? Ağlamaya değmez ana! Gidenler gelmezler. Terk edenler geri dönmez. Bebek değiliz, meme vermezler. Çapulcu sürüleri de koca dünyayı yönetemezler…”
Gaz gambası püfür püfür yanıyor, şişedeki kırmızı ışık duvarları ak topraklı odanın içini kırmızı kırmızı yapıyordu. Ramazan’la Asiye tahta sedirde yan yana, Fatmacık yerde, duvarın dibinde oturuyordu. Çakır Rıza evde yoktu.
“Biz bilmeyiz bunları gızanım. Bilemeyiz.” dedi, Fatmacık. “biz kendimizi biliriz, bu küğ yurdumuzdur bi de onu biliriz. Bubamızı, dedemizi biliriz de önceyi bilmeyiz. Ne zaman geldiğimizi, nereden geldiğimizi hiç bilmeyiz. Önemsemeyiz de… Önemli olan bu günümüz gızanım. Önemli olan sensin. Kalktın Zağra’ya gittin. Zağra’daki mektebe… Hıristo’nun peşinden… Sonra kavayı yidin. Hep gittin, hep gittin… Bi gittin, bi geldin; Sofya dedin. Bi gittin, bi geldin; Kırcali dedin. Deliorman, Rusçuk, Varna dedin. Romanya’ya geçtim gene geldim dedin. Dedin, dedin, dedin… Ben hep ağladım. Üryamda hep sayıkladım, seni aradım. Göz bunarlarım gurudu bak, görüyon mu? Bunarlar gurudu, gözlerim guruyup küçücük oldu. Susuz bunarlarda buğuldu. Sen hep gittin hep gittin… Rusçuk, Plevne, Plovdiv dedin ama askere gitmedin. Askere gidip gelmedin, bi gız bulup evlenmedin…”
Oğluna evlenmedin deyince sedirde Ramazan’la yan yana, el ele oturan sarı saçlı kızı yeni fark etmişti Fatmacık. Onları öyle görünce yaşlı yüreği cız etti.
“Vay been deli kavaam, vay been akılsız kavaam, vay been düşüncesizliğim...”
Vay ki ne vay! Yoksa Ramazan evlenmiş miydi? Bulgaristan dört bucak deyip gezmiş, bu sarı saçlı kızı gelin getirmiş. Yoksa Ramazan bu kızı kaçırıp da mı getirmiş.
“Vaay başım!”
Fatmacık:
“Bu gız kimdir Ramazan?” dedi oğluna.
Ramazan:
“Ana bu Asiye” dedi, “dondurmacının kızı…”
Fatmacık:
“Dondurmacı kim ki?”
“Ana…” dedi Ramazan, “elinizi öpmeye geldik. Vedalaşmaya, helalleşmeye. Bubam hakkını helal etsin, anacığım da sütünü helal etsin. Biz gidiyoruz.”
Fatmacığın içi gene cız etti. Yüreği can evinde düğümlendi. Eli ayağı titredi, takadı kesildi. Sırtı ak topraklı duvardan kayacak, sağılıp yere yığılacak, can verip hemen ölecekti. Çakır Rıza uzaktan seslendi, “ölme Fatmacık ölme.” dedi “Iramazan yeni gelmedi mi? Kaç kere gitti kaç kere; bi gece garanlığında gene gelmedi mi? Gene gider, gene gelir; sen ölme…” Ölmemeliydi. Derin derin soluk aldı, usul usul verdi. “Soluk al Fatmacık, soluk ver. Alıp alıp ver. Ömür bi soluk, ölüm bi soluk… Can dediğin bi soluk. Nefes verince gene al Fatmacık. Almayı unutup ölme Fatmacık. Sen alışmadın mı şu Iramazan’a? Kaçak gibi kaçmalarına. Kaçıp kaçıp…”
“Südüm helal, bubanın hakkı helal. Haram mı dediler? İyi git…” dedi “hemen bu gece mi? Yarın olsun deye beklemeden mi? Ya nereyi Ramazan nereyi?”
Fatmacığın içi titriyordu. Eli ayağı kesilmiş zangır zangır, o titreyince evin taş duvarları da titriyordu. Ramazan şimdi bir saniye bile beklememeli, anasının titremesini dindirmeli, yanık yüreğine serin sular serpmeliydi.
“Ana korkma,” dedi, “hemen de zangır zangır olma! Bu gece değil. Yarın da değil. İki gün sonra, üç gün sonra… Helalleşmeye geldik dediysek sıcak somun yemeyiz, tereyağıyla katıklanmış kuru fasulye istemeyiz demedik. Turşu yeriz, yayık ayranı içeriz, iki gün beraber gezeriz sonra Asiye’yle biz gideriz.”
Ramazan böyle deyince Fatmacığın yüreğine serin sular serpilmiş, can evindeki düğüm çözülmüş, soluk alıp vermiş, canı da yerine gelmişti. Sevinmişti. Hemen ayaklanıp kalktı.
“Çömlekte fasile vaar.” dedi, “hem gavrulmuş gırmızı büber gaymaklı, hem de tereyağlı. Somun da var, turşu da var, ayran da… Sarı gaymaklı yuğurt da var. Suvan var, üzüm var, petmez bilem var. Aç mısınız deye sormadım da size neler neler sordum! Şu been akılsız başıım…”
“Ana açız.” dedi Asiye. Asiye de kaç yıldan sonra bir kadına ana demişti. Dili ana lafını edince onun içi de cız etti. Ama içinin cız edişine aldırmadı. Çünkü güçlü bir kızdı o. Böyle küçük cızlar hiç gelir; bir kere adı Asiye, ruhu ise asiydi. Asi olmasa Ramo’yla gelir mi? Ablasını, babasını terk eder mi? Bir sevgi için Ramo’nun peşine düşer mi? Sen gülmeye ben gülmeye, sen ölmeye ben ölmeye der mi? Asiye öyle demişti. “Ana açız. Hem de kurtlar gibi…”
“Vay başımaa!” dedi Fatmacık, “akılsız başıma… Neye açız demedin gızıım, neye açız demedin? Bu çakırın dölü demez ki, neye onu dinledin? Zati hiç bi vakit demedi. Ana ben açın deye hiç demedi. Ekmek istemedi, yemek istemedi. O, memleket dört bucak dedi hep. Hep, Sofya dedi. Beni okutmadılar dedi. Önümü kestiler dedi. Bi gün gelecek ben de onları kesecen dedi. Bizi terk ettiler dedi. Kaçıp gidecen bu diyardan dedi. Kaçtı, kaçtı, hep kaçtı. Garı istemedi, ev istemedi, bark istemedi, sıcak döşek istemedi. Burda yaşamak istemedi. Sen bari isteseydin gızıım…”
El birliği ettiler, sofrayı bir güzel düzdüler; yediler, içtiler, şiştiler. Sonra çakır Rıza da geldi. Onunla da görüştüler. Konuştular, dertleştiler, eski günleri yâd edip gülüştüler. Geç vakit olup uyku gelince yün döşeğe girip yorganın altına gömüldüler. Sabah oldu güneş doğdu, gün gündüz oldu. Sonra akşam odu, gün gene gece oldu. Köye geleli iki gündüz iki gece olmuştu. Üçüncü günü gittiler. Bir var, bir yokmuş gibi…
Karadeniz kıyısında Burgaz vardı. Burgaz’da Kostov reis vardı. Koca reisin küçük bir teknesi vardı. Onları Türkiye’ye kaçıracaktı. Martıları ve Yunusları, küçük büyük balıkları, Karadeniz deli deli dalgalı…
Tevfik Tekmen 1982-2008/Lüleburgaz
YORUMLAR
Romanı okurken bir yere ait olma hissine doğru yolculuklar bana evrensel acılar gibi geldi. Ait olma ve olamama arasında insan davranışları da dünyanın her yerinde aynıdır diye düşünüyorum. Ki yaşanmışlıklar da bunlara birer örnektir. İster mülteci olsun, isterse zorla bir yerlerden koparılsın, veya gönüllü ayrılsın fark etmez.
Kutlarım.