- 510 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Uzak bir kentin rüzgârında şimdi sesim…
Kesişen iki duvar var şimdi önümde, birinden yokluklardan gelenler geçiyor arka tarafına, diğerinden kayıplıkta kalanlar geçiyor yan tarafından, sonra, ardı düşünülüyor yaşanan tüm saatlerin, elde kalanlara eldekiler deniyor, kaybolanlara ise, kayıplıklarda yitenler deniyor aslında, oysa sorgusuz ve de hesapsız bir yaşam vardı geçmişin göbeğinde, kıyısında köşesinde ise yarım kalmış mutluluklar, sonrası bir yitiklik, bir kayboluş kalıyor duvarların önünde, kendimi düşündüm bir anlık karelerle, karşıma çıkan sadece gölgelik düşlerle dolu hırpalanmış bir adam, hemen sende kaldı sevgili aklım sende, sense zaten kayıplıklardaydın, bitmiş dedim bu hayatın öz kareleri ve susadım doyumsuz bir istekle, susadım, neydi bu özveri kaybı, neydi bu uyutulmuş bir geçmiş, neydi bu sert geçen yaşam, hiç cevabı yok muydu, hiç mi bir kalan yoktu mutluluğa dair ki her şey bir içim suyun gölgesine sinmişti artık, nedenleri, niçinleri kalmamıştı artık, sal gitsin bu hayatın kalın kısmına merhabayı...
Her kitap bir önce okunan kitaptaki konuları değiştirir ama aşk sonsuza tek konusu ile kalır, sevgideki tekliktir işte asıl acıları depreştiren...
Hani insan sessiz seslerle konuşur ya sadece gözleri ile öyle bir şey işte bakınmak...
Kaç gece kaç kez birileri için ağlamıştık, hazmedemeden yaptıklarını...
Dinlenecek ve de yazılacak hikâyeler vardır hep, aslında kimsenin bilmediği için merak edilemez ama orada ayrı bir dünya vardır aslında belkisiz bir yaşamın kesitlerinden unutulamaz anılar vardır, işte o insan o anıların içine gömülür çoğu zaman ve kayboluşa uğrar kendi dünyasından, kimse de ulaşamaz o anda o insana, sadece saygınlıkla bakar gözlerine ve kendi kendine "bilemez ki ben de kendi düşlerimde kaybolurum" derken sadece selamlar tüm geçmişte kalan anı karelerini...
Devam edecek bu döngü…
Bazen bir sabah, bazen bir öğlen vakti en beteri de zamanın gece yarılarına altı çeyrek kala vaktinde düşersin aklıma, işte o zamanlar çıldırasım gelir, kendimce konuşmalarım başlar, aşağı yukarı derken arşınlarım yolları, tüm düşüncelerimi savururum sağa sola, en koyusunu saklarım yüreğimin köprü altına, işte o anlarda çıldırasım gelir tekrar kendimden geçer sayıklamalarım başlar kendime dair, geçmişe dair ve tüm yaşanmışlıkların köküne dair veryansın ederek, aşkın köküne dair, sonra suskunluk başlar, içe atmalar başlar sana dair ne varsa ki artık ağlamalar bana vız gelir, işte o anlarda kaldırım taşları siyah mermere dönüşür buz keser ellerimi dokunuşlarımda...
Bir gün sen, bir gün ben, bu dünyada ve belki bu evrende çıkacak kader dediğimizle var oluşun, hesaplaşması çıkacak karşımıza, şimşekler çakacak, bir bulut çarpışmasına şahit olunacak, o anki duyularımızla, kararmış bulutların arkasından bakarken, kusursuz bir yaşamın heceleri dökülecek dilimizden, bir bana bakılacak, sadece hatasız yaşamı seçmiş, sadece özgürlüğüne susamış, dar bir çerçevede başlamış yokluklarla savaşmalar, hesapsız sevmeler, dayanıksız sevinç düşleri, sevdanın asilliğinden haz almalar, verilen sözlerin ardında nefes nefese durmalar için savaşımlar, sevgilinin gözlerinde kaybolmalardan doğan sancılar ve hasretin daniskasının rengini seçme ve savma cabaları ile tükenişe uğramış bir ömür, sense, ihanetin girdaplarında dönüşlerle, kayıplıktaki korku kâbusları yaratışınla, hasreti ardına takmış kulvarlarda caka atışınla, bir hesaplaşmaya girmiş sevdayla, sinsi gülüşleri takınmış çehrenle, kahrettirdiğin hayatlara bakarken aldığın hazla, hayatı tutmuş bir yaşamı seçmişken, şimdilerde bu hesaplaşmadan kaçarken, ardında bıraktığın ben bedeninden intikam alırcasına aldığın zevklere gömülmüşken, verdiğim kabulleniş mücadelesi ile son nefese rıza gösteren bir bedenle hoş kal hayat dercesine selamlaşıyorum geçmişimle, merhaba hayat, merhaba sadelikten hâlâ kopamayan geçmişim ve hoş kala bile ait olamayan sen…
Bir birimize yazdığımız ne kadar şarkı sözümüz, yaşam öykümüz, binlerce sayfa yazımlarla anlatımlarımız varsa, yine de hepsine merhaba…
Böyle devam edecek bu döngü…
Uykumu kaçıranlar vardı bir zamanlar, uyumadan önceleri sağa sola dönmeyi, kalkıp sigara içmeyi, durduğum yerden bir anda kalkıp, adaletsizliklere ver yansın etmeyi, elime geçirdiğim bir sayfa yazıyı hiddetle yakmayı bana adet edindiren sevgili, biliyor musun son günlerde bu durumlarımda sadece sana ait ne kadar yazı varsa sayfa sayfa yakıyorum, en önceliklisi ise tek fotoğrafını da harlı bir çakmakla yakmış olmam dikkat ettim de bana hiç üzüntü vermedi, oysa eskiden bana verdiğin tek cümlelik yazıyı ömrümce saklamak isterdim, geçmiş be sevgili geçmiş sanki sana olan saygım bitmiş, unutma can yakanın da canı yanarmış sankisiz…
Yağmurlar başladı, çoğul tarlalar su altında kaldı, yüksek dağlara kar düştü, baktım da kuşlar da göç ediyor, yüreğim titreme karışımı üşüyor, sanki
omuzlarım, beynimin üstü üşüyor, sanki bedenim sarsılıyor, hiddet kaplıyor içimi, sen gittin ya, bir başkalaştım ben, başka türlü bakıyorum artık hayata, şüphe içinde nefes alıyorum sanki, bedenimden garip sesler çıkıyor, küskünüm yer yüzüne, hazmedilmeyen zamanların öfkesi düşüyor içime, telafisi olmayan geçmişin pişmanlıkları sıralanıyor düşüncelerime, başta sen pişmanlığı alıyor tüm öfkemi, dayanılmaz bir hırsla azap çektiriyorum bedenime, sen hatıralarını saklandığı yerden söküp atıyorum, sadece gülümsüyorum puslu yaşam havasına, sen de gittin ya dahası ne olurdu bu yaşamın ki onu da bilmiyorum…
Yaşamımdaki en büyük gülümsememi içimde hissettiğim zamanda sadece o an gözlerine baktığımı hatırlıyorum ve karşımda sen varken tüm dünyaya bakar hissetmiştim kendimi, şimdilerde ise o büyük gülümsemeleri içimde hep ezilmiş ve ertelenmiş duygularla hissediyorum ve bu son gülümsemelerin en büyüğü bana sadece hüznün kırık hâlini ve de buruk hâlini hatırlatıyor, bu yüzden de sana şu anlarda ne demeliyim hâlâ bilemiyorum...
Bir söz, bir kelime veya bir cümle gerekliydi bu şehirde dinginlikle nefes alan bedenimi sarsacak, titretecek, darmadağınıklıklardan çıkaracak, özlemin göbeğinden düşürecek ve yarınların umutsuzluğunu silip atacak bir cümle gerekliydi veya senden gelecek bir ses gerekliydi…
Bu bekleyiş hep eksik, hep yarım, hep dar nefeslerle zamanı kovalarcasına yaşatıyordu beni…
Oysa yaşamın kuralları vardı ki çoğuna ben kendimi sığdıramıyor, çoğunda eksik kalıyor, çoğunun içinde yaşayamıyordum…
Şartlamıştım kendimi sen varlığının içinden doğacak yaşamın huzurunu özlemeye şartlamıştım kendimi, yılları seninle eskitmeye, sen varlığının koltuk altında yaşayıp, dingin bir huzurun gölgesine sığınmaya o huzura dahil olmaya şartlamıştım kendimi…
Duvardaki bir tablodaydın…
Resmin yıllara meydan okurcasına her an, her gece ve her güneş ışığında odadaki dağınık dolaşmalarımla, gözlerin hep beni takip ediyordu, odanın neresinden baksam sana, göz göze geliyorduk, birbirimizdeydik, sanki tüm yaşantımızın, tüm yaşamımın her anının, her gününün hesabını sorarcasına bakıyordun, suskun ve de kırılgan, tüm hayatımı, sensiz geçen tüm zamanlarımı, sanki öğrenmek istiyordun, ben de, odaya aniden doluşacak sesini beklerken, donup kalıyordum hareketsiz bakışlarımın içinde…
Bir sen vardın, hayatımın tüm zamanlarını eskiden olduğu gibi sana anlatabileceğim, bir bakışın ve bir varlığın vardı, içimde hissettiğim…
Oysa zaman geçiyordu, o resmi yırtıp yakacak kadar öfkeler oluşuyordu içimde ve patlayacak bir alev topunun üzerinde hissediyordum hep kendimi, garip değil mi sevgili, “yalnızlıklarımdaki yoldaşım değil, artık kâbuslarımdın…”
İçimde koyu kara, beynimde uğuldayan bir cümle, durmadan devinim halinde dönüp duruyordu, göz yummalarıma dahi izin vermeden tekrarlayıp duruyordu o köşeli seslerle senin cümlen…
İçimdeki dumanlı sıkıntıların ve beynimde akustikle zonklayan o cümlen, yamanıyordu bu sıkıntıların ardındaki sebeple “bana bir şey olursa üzülür müsün” demelerinle başlayan bu sıkıntılardı bu ruhsal çöküntüye sebep olan, an an içimde hissediyordum o cümlenin manasının verdiği iç sıkıntılarını…
Yârimde duramaz, odalarda tutunamaz haldeyken atıyordum kendimi ıssızlaşmış yerlerdeki ıssızlaşmaya…
Evet, içimdeki bu hislerle biliyordum sanki sana bir şey olduğunu ve bu oluş az buz, öylesine sıradanlaşmış bir şey değildi sanki ve bende gözlerimi kapatarak mecal bıraktırmayan bir şeydi bu ki beni yarınsız yaşamlara savuruyordu sanki…
Öyle garip bir histi işte ne olduğunu anlayamadığım bir ivmeydi bu ve sana ne olduğunu hem anlamak, hem de anlamak arasında bulutlanıp kalıyordu düşüncelerim…
Gecedir…
Düşler ve düşünceler köprüsüdür...
Gecedir düşlerin karelere sığdığı anlardır ki titretir...
Bazen gözyaşı bazen hayret getirir...
Gecedir yoksullaşır insan...
Gece, sessiz, telaşsız, öfkesiz ve de acelesiz sabaha uzanıyordu…
Tarifsiz telaşlarımın arasına bu güne kadar bitirilememiş yazımların baskısı ardı, her saniye ağırlaşarak yüreğime oturan…
Karanlığın gölgesi kuytuluklarda dolaşırken, uyuyan ve de uyumak istemeyenlerin düşünceleri, bir birlerinin farkında olmaksızın, güneşin ilk ışıklarına doğru süzülüyordu…
Aslında herkesin yaşamı ve de çilesi kendi dünyalarındaki yaşam karelerinde gizliydi…
Ve yaşam, her zaman olduğu gibi iç sıkıntılarıyla baş etmeye çalışanlarla, bunların dışında olan hayata oyun kurucular, kurgularının gizemleri ile oyalanıyordu…
Hayatı kendi içinde yaşayanlarla, hayattaki bazı insanların yaşamlarına çile atmak isteyenlerse, oyunlarının ince detayları peşindeydi…
Bu bir döngüydü ve durdurulamaz bir yaşam devinimiydi ki “devam edecekti bu döngü durdurulamayasıya…”
İşte gece, tüm duygular ayakta, dimdik duruyorsun karşımda tam da koyu bir kitaplığın önünde, en sevdiğim kitaplarıma gölge yapıyorsun, içim acıyor, öfke damarımda şişkinlik yaparken, meydan okuyorum tüm verdiğin aşk saatlerine, sadece bir kitabıma gözüm takılıyor iki harfine gölge yapıyorsun ama ezbere biliyorum “bir gün tek başına” yazısını, sonsuzluğa uzanan aşkın sesinin yanında ihaneti saklıyor sanki tıpkı duruşun gibi, diklenişine içerliyorum öfke sarmalamış ya düşüncelerimi, arkama bakıyorum yılların ardındaki seni sevmelerim, özlemelerim bir perde ile önüme düşüyor, hayıflanıyorum, gözü kararmış bu yaşamın, sana ne desem öfke doğuruyor, gözlerimi kapaklarını sıkarak yumuyorum, işlemişsin içime, ağzım açık sadece konuşma çabasındayım susuyorum, az da olsa öfkeme kulp takıyorum, diyemedim işte yıkıl karşımdan, çek gölgeni önümden, diyemedim saygın sevginin içinde yoktu bu kural ama çekil artık gözlerimden al saçlarını elimden demek de çok hoş değildi oysa bu gece sen de hoş değildin…
Sert bu toprak, yumruk işlemiyor öfkelenmiş hızla vurulan toprağa, sert bu yaşam ve sert bu gidişlerle esen rüzgârlar, çam kozalakları uçuşuyor hiddetten sallanan ayakuçlarımdan, kuru yapraklar eziliyor ayak topuklarımdan, bir uğultu var mevsimin ilk rüzgârında, sen sesi bu kayıplıklara karışan ve ertesinde kâbuslar yaratan...
Sus oldu kışlak…
Ey aşk değmeyenlerle komşu olma sakın üzülürsün ve de hep özlersin, derdi içimde ki öksüzleşmiş ses... Kendinle barışık olunca görmek istersen evreni, işte o zaman arar bulursun beni...
Hepsi eski birer hikâyeydiler, geldi ve de geçti, ardından bakmak artık üşütür yüreğimizi...
İnsan yalnızken kendi gölgesinin kesikliğine sığınır ki kendinden başka bir de kendisi vardır ve yanından gidene sadece beraberken bir kahve daha içseydik demek ister...
Yalnızlar hep düşünür, kalabalık olanlar da çok konuşur, en iyisi yalnızlığın bir anından çoğunda bakınmak sonrasında suskunlaşmak…
Bazen de “beni taşıyacak insan hak eden olmalı” demek gerek…
Bu akşam cümlelerin son baharı, yaprak dökülmeleri zamanı, sadece sızan ışık aydınlığı var etrafta ve affedici ruhum derinlere gömülmek istiyor, sahipsiz bir mezar arayışında, zaman her şeye hükmedecektir...
Resimler görmek istediklerini değil göremediklerini verir...
Öyle bir dönemeç, öylesine bir dönüş ki, ardında kaç acı sayfası asılmıştı yaftasına, kaç benzetilmiş duygular üst üste yapışmış, aslında yokluktan bir gelişti bu, sadece sahipsiz duyguların azmışlığından kaçıştı bu, her şey yer değiştiriyordu, her şey üst üste devriliyordu, tüm geçmişin sayfaları yakılıyordu, sadece bir benlik dağılışı bu, “bir döngü bu serpiliş”, sadece bir üstünlük savaşımı bu kendinin kendine, unutulmuş duyguların sıradanlığından çıkarılışı bu titreyen bedenlerden salınan, belki de bir var oluş, bir kendine gelişti bu üst üste savaşımlardan çıkış, oysa yarın vardı, oysa yarınlar vardı umuda perçinlenmiş ve uğruna savaş verilecek bir sevgi, bir sevgili vardı ki artık tutulamaz duyguların dağınıklığıydı bunlar, kaybedilmişlikrin tekrar sahiplenilmişliğiydi bunlar, belki de bastırılmış duygulara yenilmekti tüm bu istekler, hoş kal hayat, hoş kal sevgi, hoş kal unutulamayan sevginin sahibi ve hoş kal yüreğim, dönecek bu döngü, devam edecek bu döngü acılanma sadece, uzun bir gece olacak bu gece kesinlikle, tüm acılara yafta takılacak yaşamdan arda kalanlarla...
Öyle bir duygu işte, dönüp dönüp arkaya bakmak, dönüp son kez olduğunu sanarak bir kez daha giderayak o sevgili yüzünü görmek, son bir kez daha bakmak, nefes aldığı yere, kaç mevsim sonrası doğar bu his, kaç ayrılık sonrası gelir gene aklına, son kez bakmak, son kez arkasını dönüp dönmediğini merak ederek arkaya bakınmak, kaçıncı his bu kaçıncı renk bu ki karanlığın ardından, karanlığı delmek bu belki de, bir çift gözü tekrar görme çabası, tekrar umutlanmak, kaçıncı istek bu bitmeyesiye döngüye düşen, kaçıncı his bu sahiplenemeden harekete geçmek, kendini kendinde kontrol dışı bırakmak, nasıl tarif edilir bu acı ve nasıl çekilir bu döngünün hasretinin göz karartan acıları…
Mustafa yılmaz
Devam edecek bu döngü…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.