- 2411 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hz. Ebu Bekir Camiinde secdeye kapandım, ağladım
“Secde hâlinde ölmek istiyorum” diyenlerin sayısı hadsiz hesapsızdır. Aynen “Kerbelâ`da bulunmuş olsaydım, Hz. Hüseyin`le beraber şehit olurdum” diyenlerin sayısı gibi. Kerbelâ olayı olup geçti ve Hz. Hüseyin`le birlikte şehadet şerbetini tatmak imkânı o yetmiş iki mutludan başka artık bir kimseye verilemez. Ama secde hâlinde ölmek günümüzde de mümkün. Örneğin, toplam elli sene önce Ayetullah Kompani isimli din alimi işte bu hâlde canını Hz. Azrail`e teslim etmiştir. Burada şaşırtıcı bir şey yoktur: zira bu insan tüm hayatı boyunca kendi nefsine karşı mücadele edib Allah`a kulluk etmekle meşgul idi. Ben Kompani`den farklı olarak Yüce Yaradan`a sık sık isyan ilan eden birisiyim. Ama buna rağmen, secde hâlinde ölmek az kalsın bana da nasip olacaktı...
Ankara`nın Hz. Ebu Bekir Camiinde secdeye kapandım, ağlıyordum. Gözyaşlarım beni o kadar boğuyordu ki, ruhum tenimden çıkıp melekûtî aleme kanat çırpacaktı nerdeyse. Utançla itiraf etmeliyim ki, ağlamağım hiç de Allah aşkından değildi, belki tam tersine... Kalbimin gerçek sahibi olan Allah`ı arka plana iterek, orada sıkıca kendisine yeredinmiş sıradan bir kızın, yani senin aşkından idi. Bu kadar basit... Kutsal Necef-i Eşref şehrinde dini eğitim gören bir öğrenci arkadaşım söylüyor: “Leylâ ve Mecnun, yahut da Hüsrev ve Şirin gibi ulvî hislerle dolu olan aşk hikâyeleri bile kişisel çerçeveden çıkıp evrensel değere döneşemez; nitekim yalnız Hz. İbrahim`in Allah`a olan aşkı bireysellik darlığını aşarak, Kurban bayramının şahsında evrensel değere dönüşmüştür.” Öğrenci arkadaşım yanılıyor: meğer biz günün yirmi dört saatini sevgilimizin hoşuna gitmemizin yollarını aradığımız gibi, “Rahmân`ın rızasını nasıl kazanalım?” diye düşünüyor muyuz? Böyle olsaydı, hepimiz çoktan Hanım Rabiya veya Behcet Hoca gibi evliyaların derecesinde olurduk.
Ben de evliyalıktan çok uzak bir hâlde ahiret saâdetini dilemek yerine, sana kavuşmamı, aksi takdirde ise ölmeğimi Allah`dan diliyordum. Hâlbuki aslında ölmek istemiyordum. En azından seni görünceye kadar. Gerçekten de, Gence`den Ankara`ya kadarki 1500 kilometrelik bir mesafeyi katedip seni göremeden ölmek üzücü olmaz mıydı? Senin ise galiba benimle görüşmek fikrin yok idi... “Hastayım”, “yorgunum”, “annem izin vermiyor” gibi bahanelerle iki gündür beni oyalıyordun. Belki hiç bahaneler de değildi, sadece benim gibi hemen suizanna kapanıp istenilen yetersiz cevabı “oyalama” olarak nitelendiren birisi için böyle görünüyordu...
Ankara`da kalma sürem ise sanki bana amân vermek istemediği gibi hızla azalıyordu. Artık yirmi dört saatten da az bir sürem kalıyordu, ben ise hâlâ da hasret ve ruhsal sıkıntı içinde senden uzak bir hâldeydım. Hâlbuki uzak neden? Bu, bir hafta önce aramızda 1500 kilometre vardı, şimdiyse bizi ayıran sadece birkaç sokak idi. Fakat bu faktör seni bana daha yakın etmiyordu. İşimi, eğitimimi, her şeyimi bırakıp bunca yolu geldiğim için artık pişman olarak, Muhammed Mursi`ye lanet yağdırmak üzere idim. Sorabilirsin, devrik Mısır Cumhurbaşkanının burayla ne alakası var? Şimdi sana hepsini sırayla anlatacağım. Ankara`ya gelişiminden biray önce iki önemli olay yaşanmıştır. Birincisi ihramlar ülkesinde militanlar karşı devrim gerçekleştirip yasal cumhurbaşkanı Muhammed Mursi`yi devirdiler ve onu zındana attılar. Tabii, Mısır halkı bunu tepkisiz koyamazdı. Çok geçmeden öfkeli halk sokakları doldurdu. Darbe rejimi öncelikle halk protestolarına müdahale etmese de, birkaç gün sonra “sokaklardan çekilmeyecek şahıslara karşı şiddet yapılacak” bildirisini yayınladı. Halkın bu tehdite cevabı ise “Mursi`yi ve devrimi sonuna kadar savunacağız” yemini oldu. Böylece kanlı çatışmaların gerçekleşmesi an meselesine dönüştü ve günün birinde darbe rejimi sivil protestoculara saldırarak, birkaç saat içinde 2500 kişiyi şehit etti. Bu katliamın esas hissesi veli bir kadın olmuş Hanım Rabiya`nın ismini taşıyan “Rabiya el-Adeviye” meydanında gerçekleştiğinden, olay işte “Rabiya” adıyla tarihe geçti. İkinci önemli olaysa, “Facebook” sosyal iletişim sitesinin sahibi Mark Zuckerberg aynen “Twitter”de olduğu gibi kendi şebekesinde de hashtagların kullanılmasına izin verdi.
Yine soruyorsun: “Bu iki olayın bizimle alakası ne?” Sabret, az sonra herşeyi kendin anlayacaksın. #R4BİA hashtagıyla “Facebook”ta Mısır`daki olayları sert şekilde kınayan Mursi odaklı bir paylaşımda bulundum. Keşke, ilk bakışta çok sıradanmış gibi gözüken bu bir cümlelik yazımın tüm hayatımı değişeceğini önceden bilseydim... Sonradan öğrendiğim kadarıyla, Mursi karşıtı olan patronum paylaşımımı okur okumaz beni işten attı. İşsiz kaldığımdan günboyunca “Facebook” sayfalarını dolaşmaktaydım. Ansızın #R4BİA hashtagını kullanan diğer insanları gözden geçirmek fikri aklıma geldi. Hashtagın üzerine tıkladım ve karşıma genelde arap alfabesiyle yazılmış paylaşımlardan oluşan bir görüntü çıktı. Aynı paylaşımların içinde sağ eliyle #R4BİA işaretini gösteren siyah başörtülü bir Türk kızının resmi dikkatimi çekti. Evet, doğru, o seniydin. İlk bakıştan sevgiye inanmıyorum. Ama nedense sana karşı olağanüstü bir duygunu hemen hissettim. Paulo Coelho çok doğru söylüyor: “Aşkın evvelinde sevdiğin kişiyi iki dakika düşünür, sonraki üç saat boyunca unutursun. Ama, yavaş yavaş onun varlığına alışır, ona bütünüyle bağımlı hale gelirsin. Böylece, onu üç saat düşünüp, iki dakika unutmaya başlarsın.” Sana arkadaşlık isteği gönderip bir-iki dakikadan sonra varlığın hakkında unuttum. Ortak arkadaşlarımız olmadığı için arkadaşlık isteğimi kabul edeceğini beklemiyordum ve doğrusu bu beni pek te rahatsız etmiyordu. Sadece “O, arkadaşlık isteğini kabul etti” bildirimi geldiğinde tekrar varlığını anımsadım.
Sana bu kadar basit olan “Selam, hanım” mesajını yazdım. Aslında hiç te öyle basit bir cümle değil, zira “Selam” Allah`ın doksan dokuz güzel isimlerinden biri, “Hanım” ise “benim hanım” anlamına gelen kıza-kadına saygılı yaklaşımı sergileyen bir hitaptır. Sadece günümüzde bu iki kelimeyi ucuzlaştırdılar, basitleşdirdiler. Jennifer Lopez`in resmini profiline koyan bir kıza tam ciddiyetle “Selam hanım, çok güzelsiniz” diye yazan ergenler ucuzlaştırdı bu kelimeleri. Sen de çok güzel olduğundan, bu tür mesajların sürekli aldığına dair asla kuşkum yok idi ve bu yüzden mesajımı cevap yazacağını düşünmüyordum. Ama yine de yanıldım. Cevap yazdın ve bununla yazışmamız başladı. Artık bir hafta sonra tüm düşüncelerimin sahibine dönüştün. Cesaretimi toplayıp senden hoşlandığımı ve seninle İslam esasınca tanışmak istediğimi yazdım. “Müsait olursam görüşürüz, tabii” diye cevap verdin. Türkçeyi “nervleniyorum”* diyenlerden iyi bilmediğimden “müsait” sözü benim için karanlık bir orman idi. Yarım saatlik sözlük aramalarından sonra cevabın olumlu olduğunu anladım. Sevincimin haddi yok idi. Eşyalarımı toplayıp Ankara`ya yola düştüm.
Sizce bu ümmetin en büyük felâketi nededir? Mezheplerarası boğuşmalarda mı? Zalim yöneticilerin peşinden gitmekte mi? Yoksa Allah’ın kitabını bırakıp yabancı yasalara uymaktadır mı? Hayır, hayır ve yine de hayır! Bir gün uykunuzu bölüp te sabah namazına herhangi bir camiye gidin ve verdiğim sorunun cevapını kendi gözlerinizle göreceksiniz. Sabah namazını cemaat hâlinde kılmaya gelen insanları saymaya çalışın; kanımca, bunun için size parmaklarınızın sayısı yeterli olacaktır. Azsaylı gelenlerin içerisinde de bitkin yaşlılar mutlaka çoğunluktadır. İşte ümmetin asıl felâketi! Hz. Ebubekir Camiisi istisna değildir. Bu yüzden benim sabah namazında hıçkıra hıçkıra secdede ağladığımı görebilecek bir-iki ihtiyardan başka Allah’ın evinde bir kimse yok idi. Ağlamağım sebepsiz değildi: zira kurduğum tüm hayaller hep olduğu gibi boşa çıkmak üzere idi.
Görüşecektik, birbirimizden hoşlanacaktık ve sonuçta sözlenecektik - işte bunlardan birincisi bile gerçekleşmiyordu. Oysa bu, Gence’ye eli boş dönmeliyim anlamına geliyordu. Dönmek istemiyordum. Gözlerimi kapatıp belli olmayan bir süreliğine derin bir uykuya dalmağı istiyordum. Tam o zamana kadar ki kulağıma “Aşkım, kalk - sabah namazının vaktıdır” diye yavaşça fısıldayacaksın.
Peygamber efendimiz buyuruyor ki, “Duanın kabul edilmesi için ilk şart kalbin yumşamasıdır.” Belki öyle bu yönden Allah secdeye gittiğim yerin bile göz yaşlarımdan ıslandığını görüp bana rahm etti ve kısa bir sure sonra buluşmamız gerçekleşti. Sen “görüşmeden seni geri göndermem, merak etme” diye yazınca artık herşeyin yoluna gireceğini yakînen bildim. Nihayet intizar bitti ve aramızdaki 2000 kilometrenin yerine artık 20-25 metre kalıyordu. Nacef’teki öğrenci arkadaşımdan “Facebook” aracılığıyla son tavsiyeleri alıyordum: “Türkçeyi kötü biliyorsun diye kızın sorularına geç karşılık verme. Yüzünden tebessüm eksik olmasın. En önemlisi ise serbest ol.”
15 metre, 10, 5, 1... Yaklaştım ve selam verdim. Meğerse resimlerde göründüğünden daha güzelmişsin... Öyle ilk saniyelerden ortak dil bulmakta zorluk çekmedik. Konuşmamızı daha rahat sürdürmek için parkta, tenha bir banka oturduk. Neden konuştuklarımızı burada yazmak istiyordum. Ama, hiçbirisi aklıma gelmiyor. Zira belki seni öyle te pek dinleyemiyordum. Senin yüzüne bakıp zahiri güzelliğinden zevkalmakla meşgul idim. Sense bir kez bile olsun yüzüme bakmadın. Nedenini sorunca “Utanıyorum karşımdaki erkeğin yüzüne bakmağa, hatta bu yüzden bana "odun" deyip kızananlar da var” diye cevap verdin. “Utanmak iyidir, ama kadında olursa daha da iyi olur" hadisini anlatmış oldun bana bu cevapınla. İtiraf et ki sözde “modern” çağımız için kızlarda erkeğin yüzüne bakmaktan utanmak oldukça nadiren rastlanan bir özellikdir. “Asıl müslüman bir kız işte böyle olmalı” deyip sana teselli vermeye çalıştım. “Sana kızanlarsa pis insanlardır, onlara fikir verme ve hep öyle olduğun gibi kal” diye tesellime son verdim.
Genellikle dindar bir kızla aşk yaşamak garip bir hisdir. Senin eline bile dokunamam, ahı “namahrem” isimli bir anlayış vardır!.. Ama ne kadar şaşırtıcı olsa da, bu tür aşk hafifmeşrep kızlarla çirkin apartman boşluklarında öpüşmekten kat kat büyük manevî zevk veriyor. Senin favori şairin İbrahim İneciğ`in şiirinde söylendiği gibi: “Nasîbim kadar seviyorum seni / Ötesini bekleme - HARAM!”
Her iyinin ne zamansa sonu ulaşıyor. Buluşmamız istisna olmadı. Bir saniye gibi geçmiş bir saatin tamamında kalkıp yenice ilkokula kadem basmış kardeşini oradan almak için gitmek zorunda olduğunu söyledin. Bu görüşümüzün son olmayacağına dair söz alıncaya kadar seni bırakmadım. Rivayet ediyorlar ki: “Eğer bir erkek sevdiği kızı Allah’a emanet ederse, onu bir daha görmeden ölmez.” İşte bu niyetle seni Allah’a emanet ettim. Ardındansa hâlâ uzun süre yerimde kalıp üfuk arkasında merhametsizce gözden kaybolan siluetini yeniden alevlenen özlem hissiyle seyr etmekteydim...
Artık Gence’ye döndüm. Şu anda bu öyküyü Nizami yurdundaki evimde odanın bir köşesinde oturup sigaramı tüttürerek yazıyorum. Burada havalar çok soğuk. Ankaraysa sanki +23 dereceden aşağı inmek istemiyor. Sensizlik de Gence`nin soğuğuna daha bir soğukluk katıyor. Üşüyerek düşünüyorum ki acaba tekrar görüşecek miyiz? Bilmiyorum. Ama inanmak istiyorum. İnam ve cesaret işte bu ikili beni yarınlara götüren etkenlerdir. İnamsız ve cesaretsiz bir adamdan daha mutsuz kim olabilir ki? Zira, o, arzularını gerçekleştirmek için gayret göstermeye bile cesaret edemiyor. Zira, onların gerçekleşeceğine inanmıyor. Bu tür insan uzaklara lakayıt olan baykuşa benzer. Çünkü aynen baykuşu gibi onu da arzular, hayaller asla ilgilendirmez. İnamlı ve cesur bir kişiyse kartal gibidir. Helâk olmak tehlikesi bedeline olursa bile güneşe kadar kalkmağa can atıyor! Ben de kendi riskime seni görmek için bir daha Ankara’ya geleceğim. Neden kendi riskime? Çünkü senin de benim kadarı sevip sevmediğini bilmiyorum. Kesinlikle cevap veremediğim tek sorum bu. Şeytan diyor ki, bunu bilmiyorumsa, gerek senden vaz geçeyim. Tavsiyelerini kendin için sakla lanetlik! Vazgeçecek olsaydım sevmezdim!
* “Nervleniyorum” – “kızıyorum” anlamına gelen ve aslında Azerice`de bulunmayan uydurma bir kelimedir. Azerbaycan`da Türkçe`yi kötü konuşan kimselerle dalğa geçirmek için kullanılır.
Yazar: Asim Memmedov
Çeviri: Oktay Hacımusalı
YORUMLAR
gerçekten ilgi çekici bir olay ve nasipse gelir hintten yemen'den diyoruz ya aynen öyle bir macera.
öncelikle fikrinden dolayı işten atıldığın için geçmiş olsun diyorum,
ikincisi temiz bir aşkla sevdiğin kızın peşinden binlerce kilometre katetmene saygılarımı sunuyorum bu zamanda kalmadı böylesi
ve son olarak da Allah gönlündekini sana hayırlı eylesin,
O ki vermek istemese, istemeyi vermezdi.
Eline sağlık..