- 840 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Denize Bakar Gibi
Denize bakan biri gibi bak bana aynen. Derinlerde kaybetmiş gibi kendini; yerini daha büyük, daha kapsayıcı bir sen almış gibi… Sanki fazlalıklardan arındıran, seni sana iade eden bir şey varmış gibi gözlerimde…
Çünkü o gün o vapurda gördüm ben seni. Sense beni hiç görmüyordun. Vapur hafif hafif sallanırken dalgaların üstünde, sen çok uzaklarda bir yerde kaybetmişken benliğini, onun boşluğunu fazlasıyla dolduran bir anlam belirivermişti birden gözlerinde. Sanki her şey de benliğinle birlikte dalgaların arasında kaybolup gitmişti. Onların yerine koyacak bir şey bulamamanın verdiği hiçlik duygusuyla öyle bir paniğe kapılmıştın ki, o telaş içinde canhıraş birden anlamına erivermiştin sanki, hayat denen o tılsımlı şeyin.
Seni izlediğim o birkaç saklı dakikada aynen öyle bakıyordun işte! Eğer ben senin için bir yabancı olsaydım ve o vapurda birdenbire çıksaydım karşına, muhtemelen benimle çekinmeden paylaşacaktın bu sırrı. Çünkü insan ancak tanımadığı birinin karşısına herkesin yanında gösterdiğinden çok farklı bir yüzle çıkabilir. Çünkü bir yabancı; yargılayan, değiştin diyen bakışlarla seni kendine getirmeye çalışmaz bir rüyanın içinden çekip çıkarmak istermiş gibi. “Sen bu değilsin” demez. Çünkü O’nun için sana ilişkin olarak sadece o an vardır. O an içinde sana dair gördükleri, duydukları… Sen o an neysen odursundur onun gözünde… Daha ötesi yoktur. Ona tıpkı denize bakar gibi bakabilirsin.
Az önce dalgaların arasında kaybettiğin ‘her zamanki sen’i apar topar çekip çıkarman gerekmez onun yanında bu yüzden. Hatta sana “neden öyle bakıyorsun” diye sormasını bile yadırgamazsın. O da bakıyordur arasıra da olsa denize gerçi. Ama denize bakar gibi değil… Tıpkı fırından ekmek almaya gidermiş gibi… Bu seyahate bir yerden bir yere gidiyor olmaktan öte en küçük bir anlam yüklemeden… İşte bunu anlamaya çalışıyordur o da zaten: Bakışlar arasındaki bu muazzam farkı… Seni güçlü bir rüzgâra katıp çok ötelere savuran o bakışı ister istemez kıskanıyordur. Çünkü bu vapurdakiler arasında en uzun mesafeyi kat eden sensindir, görüyordur bunu. Çünkü kimse kendinden giden biri kadar uzaklara gidemez.
Sonra aniden gördün beni, bir gazetenin ardına gizlendiğim o köşede… Sanırım ayakkabılarım ele vermişti beni. Daha geçen gün onlar hakkında konuşmuştuk seninle. “Sanki seni tanımlıyor bu ayakkabılar” demiştin tatlı bir gülümsemeyle, kim bilir onun hangi parçasında bularak beni. Yüzüme bakar gibi sanki, baktığın o noktada var olmamı sağlayan çok aşina bir ışıkla gözlerinde…
Gazetenin üzerinden attığım kaçamak bakışlardan birinde fark ettim beni gördüğünü. Gözlerinden çekilen o denizle birlikte ona bakarken var olan ifade de çekip gitmiş; yerlerini şu an çevremizi saran onca şeyin derinlikten çok uzak, gündelik yaşamın izleriyle dolu gölgeleri almıştı.
O anda yok olmayı çok istedim. Sanki ben varken sen asla gerçekten var olamazmışsın gibi, gazetenin ardında umutsuzca saklanmaya devam ettim bu yüzden. “Belki de görmemiştir beni!” dedim kendime. “O deniz dolu gözleri ancak çok uzakları seçebiliyordur belki.” Ne vardı oralarda kim bilir? Ölüm mü yoksa?.. O şey her neyse, yakınındaki şeyleri gölge haline getirecek kadar büyük bir anlama haizdi.
Evet, tüm benliğinle bu vapura dönmüştün artık. Seni aşina hale getiren her ne varsa apar topar giyinmiştin sanki. Bu, ayakkabılarımın buradaki onca sıradan şey gibi seni gündelik hayata çağırmasından mı kaynaklanıyordu?.. Yoksa aksine denizden bir parçayı barındırmasından mı içinde?.. Yani ben ayakkabılarım aracılığıyla bir bakıma vapura mı getirmiştim o denizi aslında? Kaybettiğin benliğinin geri gelmesi, o yokken yerini dolduran o muazzam anlamı yok etmeye yetmemiş miydi?
İşte sen yanıma yaklaşırken bunları soruyordum kendime. Her adımın gerçeğe bir parça daha yaklaşmak demekti. Bundan korkmalı mıydım, yoksa mutlu mu olmalı bilmediğimden en küçük bir duygu hissetmeden sadece sorularıma cevap vermeni bekliyordum. Ama yolculuk sona ermek üzereydi maalesef.
Karşı karşıya geldiğimizde bunları soracağım sana işte! Sözcüklere dökmeden, bir bekleyiş ifadesinin içine yerleştireceğim hepsini. Sen bana baktığında her parçamda o bekleyişi bulacaksın, dile getirilmeyen sözcükleri. Başka şeylerden söz edeceğiz… “Nasıl geçti iş görüşmen” diyeceğim mesela. Ama içine denizler doldurarak o soru’nun, sonsuzluğun nefesini estirerek üzerinde…
Tıpkı öylesine yürürken, birdenbire sokağın ucunda denizin belirivermesi gibi ben de her sözümle, davranışımla bir ucundan yakalayacağım sonsuzu. Sokaklarımın sonunda bir parça deniz olacak hep benim de. Ölüm, yaşam gibi büyük sözcüklerin içine koyacağım diğer sözcükleri… Onların içinde kaybolmadan, ama dışına da çıkmadan yerli yerine oturmalarını sağlayacağım her birinin. Böylece sen bana aynen denize bakar gibi bakabileceksin, orada gördüklerini saklamaya çalışmadan gözlerinde. “Görüşme iyi geçti” derken hala ölüm çok yakınında bir yerde olacak ve yaşam… O zaman iki taraftan birini seçmen gerekmeyecek artık: İç içe geçecek, gündelik şeylerle gerçekten önemli olanlar… Her zamanki dünyanın ortasında sıradan bir işle uğraşırken birdenbire geniş bir tebessüm kaplayacak mesela yüzünü. Öylesine saptığın sokaklardan birinin ucunda aniden beliriveren deniz gibi…