- 3870 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
Çanakkale - Gelibolu
Çanakkale yöresinin uzun zamandan beri hayalini kuruyor, gidenlerden gelenlerden duyduğum kadarı ile merak ediyordum. Burada size o yıllara ait tarih konularına girmeyeceğim. Sadece orda yaşadığım duygu ve düşüncelerimi, beni ne derece etkilediğini, kalemimin yazdığı kadar aktarmaya çalışacağım. Biliyorum, ne kadar caba sarf etsem de yaşananları tam manası ile anlatmak mümkün değil. Çünkü içinde yaşamadığın anlar hep eksik ve yarımdır; tıpkı tamamlanamayan bir roman gibi…
Çanakkale ilini ilk kez gördüğümde içimde hüzün, bir o kadar da merak vardı. Düşüncelerim beni ele geçirmişti. Bir yandan uzun zamandan beri katılaşan duygularımın, hislerimin yittiği yeri arıyordum, bir yandan da görkemli şehri seyrediyordum. Gelibolu için Feribotun kalkmasına beş dakika vardı. İşine geç kalacak bir memurun telaşı ile koştuk; sanki yarım saat sonra gidersek ömür bitecekmiş edası ile... Gözlerimin önünde, gökyüzünü döşemiş, grisine bulanmış bulutlar uzanıyordu. Hiç durmadan esen rüzgâr nefesimi kesiyordu. Ufukta gemiler denizi ikiye yararken, denizin ortasında demirlemiş bir savaş gemisi, o yılların izlerini hatırlatıyordu.
Nihayet şehit kanlarıyla canına can katıp bize armağan edilen toprağa adımımı attım; dilimde, gönlümde Fatiha suresi ile. Gözümü alamadığım bir yeşillik dağları, yamaçları, dorukları süslüyordu. Kan, ter, can ve her türlü ruhların karıştığı toprakta yetişen, filizlenen, meyveye duran otlaklar, meralar, ovalar kıyıları döşerken içim ürperdi, yüreğim sıkıştı. Bir an benliğim o anlara kaydı.
Top sesleri kocaman oyuklar açarken dağlarda; hendeklerin içinde elleri tüfekli, yüzleri ise toprağa bulanmış, kahraman askerlerin arasında dolanırken buldum ruhumu. Yerin yedi kat altına inmiştim. Gömülmüş, tünelin içinde yürüyordum. İçimde hiçbir korku olmadan vatan aşkı, toprak aşkına sarınmış ruhlarıyla, maneviyatlarıyla, imanlarıyla savaşan, her zerresinin değeri ölçülemez toprağa karışan ıslak terlerinin, akan yaşlarını hissettim. Gözleri ışıl ışıl, yorulmak bilmeyen, arı gibi çalışan bedenlere ellerimi uzattım; sevgi akıyordu. Her türlü sevgi, kucaklayış vardı.
İçim boşaldı, dizlerim bağı kesildi. Bir an ekmeğin kokusunu duydum. Katıksız yalın açlığı bastıran, avuç kadar ekmeğin kokusu, barut kokusuna karışmıştı. Binlerce havada uçuşan mermilerin kokusu genzime doldu. Öksüremedim, tıkandım; boğazıma bir yumru gözbebeğime yaş durdu. Ağlamak istedim, yaralardan akan kanları gördükçe sarmak istedim ruhumla, acıları gem vurarak. Görmüyorlardı beni; ama ben yaşıyordum adım adım; izliyordum Mehmet’in Ali’nin, daha binlerce adsız kahramanın duasını, hatta şiirini… Sevdiğinin mendilini, daha bir sürü bağrında, içlerinde yaşattıklarını. Beyazdı ruhları; melek olup göklere uçmak için kanatlanmıştı. İzliyordum nefesimi tutarak; beni içine çeken o büyülü duygunun içinden çıkmak istemiyordum. Kanım tutuşuyor, içimden onlara bir can da ben vermek istiyordum. Her yere devrilişinde kan damlıyor, üst üste, yan yana, sırt sırta, omuz omuza, savaşan cansız bedenlerin arasında karmakarışık oluyordum. Binlerce ağızdan yükselen, “Allah Allah” sesleri, “Bir daha dünyaya gelsek yine vatanımız için, kanımızın son damlasına kadar savaşırdık” diyerek tüylerimi ürperten, iliklerime yayılan, göğsümü kabartan, kulağımı dolduran, yeri göğü bir eden, inleten seslerin arasında; vefanın, şefkatin, merhametin, sevginin, aşkın sesi, kokusu, rengi, ışığı dört bir yanımı sarıyordu.
Her attığım adımda, toprağın altındaki canları ezip bir yerlerini acıtacağım korkusunu yaşıyordum. Kuş olsam keşke! O vakitlerde posta taşıyan kuşlar, şimdi rengârenk özgür sarmıştı dört bir yanı. Cıvıltıları yayılıyorken bile huşu içinde, asalet, saygı akıyordu.
Rüzgârın şiddeti ile ürperdim, üşüdüm, utandım…
Karlar savruluyordu yamaçlarda. Ağaçlar gelin gibi süslü olsa da yer yer kızıla boyanıyordu. Askerlerin üstlerinde palto bile olmayan delik yamalı, içine su alan çarıkları önümde dizildiler. Eline iğne batan anaların acısını unutup, akan kanına bakmadan var gücüyle dua eden, harıl harıl çalışan, bitkin, tükenmiş, yorgun anlarda bile sabır ve dayanma güçlerini zorlayan alınlarından, o soğukta ter damlalarının tuzlu izleri her şeye şahit oluyordu.
Yarık, kuru, lime lime parçalanmış ellerin arasına giren iplerin acısına bile aldırmadan, sıcak tutsun diye askerlere ulaştırılacak çorapları ören, bedenleri eğilmiş, kan çanağına dönmüş, küçülmüş gözbebeklerinin uykuyu haram kıldıkları o merhametli, öpülesi eller. Gözleri siper olmuş dağların doruklarında, kulaklarına gelen top seslerini her duyduklarında duaları, endişeli, sessiz bakışlarını görünce, sarılmak, kucaklamak, hatta bir ilmekte ben atmak pahasına şahlandım. Yediden yetmişe, kundaktan mezara vatan olan toprak için, göklerde daima süzülecek bayrak için, yorgunluğun ne demek olduğunu unutmuş gönülden istekli ruhların sıcaklığına bir kez daha saygı duydum. Fersiz gaz lambasından yayılan is kokusu burnuma dolunca, soğuk sobanın etrafında bin cefayla fısıltılı, kimi zaman derin sessizliğin içinde kaydım gittim.
Üstümde bir ağırlık vardı; dayanılacak gibi değil… Arttıkça artıyordu. Dilim mekanikleşmişti. Tenime düşen ıslaklık, taze kan kokusu, cansız bedenlerin ağırlığı bitmiyordu. Gölet olmuş toprak açıkmış gibi emiyor ve ben sayıyordum. Bitsin istiyordum; bitmiyordu. İki zamanda gelip gitmekten gönlüm bunalmış, ruhum paramparça, tenim ayrılıyordu benden.
“Kurtar Allah’ım bu vahşetten, yetsin artık, ölmesin canlar diyerek, içimde dayanılmaz acıyla kıvranırken, gözlerim kamaştı. Birden bir hafiflik hissettim. Gökyüzüne baktım. Semada şehitlik mertebesine ulaşmış ruhların huzuru ve ışığını gördüm. Öyle bir ışıktı ki; çekiyordu kendine. İçimden ulaşmak, tutunmak geldi. İçine çeken, esir eden, kendinden alan manevi huzurdu. Cennete ulaşan ruhun, yerle sema ile bir oluşuydu. Artık emindim; her duamda her adımımda onlarla birlikteydim.
Anlatmanın zorluğunu defalarca dile getirip yazsam azdır. Göğsümü kabartan, yüreğimde taşıyacağım bu manevi hazla dolu atalarımızın emanet ettiği kutsal topraklarda doğduğum için mutluydum. Paktım ve öyle de kalıp hayırlı evlatlarımızı yetiştirerek, içlerinde atalarımıza vefa borçlarını unutmadan, her daim hatırlayan, bir karış toprağımızı kimseye vermeden, mavi semalarda bayrağımızın dalgalandığı, dalgalanacağı yerleri bir kez daha ruhuma kazıdım…
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
20/06/2013 – 29.06.2013
BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!...
YORUMLAR
Canım arkadaşım seninle aynı duyguları yaşadım. Yazdıkların satırı satırına içimden fışkıran hislerimin tercümanı olmuş. Ben de o topraklarda gezerken yüreğim fırlayacak gibi yerinde duramıyordu. O savaş sahneleri gözlerimin önünde uçuşuyordu kesik kesik sahnelerle. O ağaçların yaprak hışırtıları sanki her şehitimin seslenişiydi...Kulaklarımdaydı hep Allahüekber Allahüekber sesleri... çok güzel anlatmışsın yüreğine sağlık...
Değerli Arkadaşım.
Takdirlerimi hangi kelimelerle ifade edeceğimi bilemiyorum. Bir tarih öğretmeni olarak defalarca anlatmışımdır Çanakkale'yi. Ama dediğiniz gibi yaşamak lazım. Siz o kadar güzel yaşamış ve yaşatmışsınız ki. Keşke emeki olmasaydım da şu yazıyı okulda öğrencilerime okusaydım dedim kendi kendime.
Kutlarım...Allah gönlünüze, kaleminize zeval vermesin.
Selam ve sevgilerimle.
Böyle bir zaferi kazanmış bir ulusuz...
Sonra Sakarya ve Kocatepe'de destanlar yazıp düşmanı denize dökmüşüz...
Ne kadar övünsek hakkımızdır...
Hal böyleyken andımızı kaldırmayı mübah görenler acaba neyle övünmük isterler...
Modros veya Sevr'le mi...
Canıyla, kanıyla kurtarıldı bu vatan ve vatanı için savaşan halkına emanet edildi...
İsmi Türkiye Cumhuriyetiydi...
Hal böyle iken isminin başında TC bulunmasından utanan kuruluşlara ne demeli.
Yazıklar olsun...
Onlar bu topraklara layık değillerdir...
Paylaşım için teşekkürler Gülayşe Hanım.
Sizin de Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun.
Bu harika bir yazı olmuş sevgili arkadaşım...Böyle düz yazı yazıyor olsam samimi söylüyorum şiir yazmam...Tek kelimeyle bayıldım ...adeta o günlerin acısını içimde yaşadım...yazını on sekiz martta tv de okuyacağım...Haberin olsun...Benim için günün yazısı bu yazıdır...Nesirde takipçinim...sevgilerimle...