- 713 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (02)
FARKLI ETNİK GRUP VE FARKLI DİNLER
Medine’de kurulan devletin üç temel halkı vardı. Putperestler, Yahudiler ve Müslümanlar Medine devletinin kurucusu olarak toplumu oluşturdular. Aralarında oluşturdukları yasal zemin, hepsini eşit haklara sahip kılıyordu. Hz. Muhammed’in liderliğinde, devlet içinde yaşayan bütün insanlar, adalet içinde yaşamayı öne çıkardılar. Yahudiler kendi dinlerine göre yaşamayı. Yahudiler arasındaki ilişkileri Tevrat’a göre çözmeyi esas aldılar. Putperest halk, atalarından gelen dine göre yaşıyorlardı. Ancak süreç içinde putperest Arap halkı farklı bir seyir çizmeye başladı.
İslam kelimesi o dönemlerde sadece Allah’ın dininin ismi olarak kullanılmıyordu. İslam; selam kökünden gelen kelime olarak, barışı, huzuru, barışa huzura teslimiyet anlamlarını içeriyordu. Bu nedenle, Putperest Araplar Medine devletine, devletinin başkanı Hz. Muhammed’e teslim olduklarını, devlet içinde barışa, huzura ulaştıklarını ifade etmek üzere “İnandık dediler” dediler. Önceki bölümde ifade ettiğimiz gibi, putperest Arapların çoğunluğu şehir dışında yaşıyordu. Medine’ye geldiklerinde Arap kardeşleri gibi davranıyor. Onlarla birlikte hareket ediyorlar. Hatta camiye gelip namaz kılıyorlardı. “Biz de inandık” diyorlardı. Ancak henüz kalplerine hidayet nasip olmamıştı. Müslümanlar onların davranışlarına bakarak onlara Müslüman olarak bakmaya başladılar. İnsanlar başka insanların kalplerini bilemezlerdi. Aslında putperest Arapların Müslümanlar arasına gelip “inandık” sözü art niyetli değildi. Henüz kalplerine iman yerleşmemiş olsa da, artık onlar ne Hz. Muhammed ile ne Müslümanlarla, ne de Yahudilerle kavgalı değillerdi. Bütün arzuları, içtenlikle Medine’nin huzuru, barışı için birlikte olmak istiyorlardı. Yahudilerin dini farklıydı. O nedenle kendilerine en yakın yine Arap kardeşlerini görüyor. Atalarından gelen dinin adetlerini bırakarak Yahudileri değil Müslümanları takip ediyorlardı. Zaten Arapların adetlerinde var olan puta tapma, hac esnasındaki ibadetler öyle her zaman yapılan şeyler değildi. Haccın mevsimi vardı. Putları evlerindeydi. Medine’ye geldiklerinde de putları yoktu. Medine devleti kurulurken verdikleri sözle artık putlarının değerinin kalmadığının bilincindeydiler. Henüz putlarını kesin olarak terk akıllarına yatmasa da, İslam’ı hidayet eden Müslümanlar gibi algılamasalar da, Medine devletinin vatandaşları olarak İslam, yani Müslüman olmuşlardı.
Bu durumu Allah Hucurât suresinin 14. Ayetinde “Bedeviler "İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İslam olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir” diyerek açıkladı.
Böylece ayetlerle yeni bir kavram ortaya çıktı. Kalplerine henüz iman yerleşmemiş, ama Allah, resul ve Müslümanlarla kavgalı olmayan, barışı, esenliği, huzuru öne çıkaran insanlar. Bunlar daha sonradan geliştirilen ıstılahı anlamlardaki İslam, mümin kelimelerine göre hareket etmiyorlardı. Arap dilinde mümin, güvenilen, emin olunan, İslam esenlik, barış huzur demekti. Kalbindeki inancı ne olursa olsun, insanlara güven veren, insanların emin olduğu insana kelimenin sözlük anlamına göre mümin, barıştan huzurda yana olana, barışa huzura teslim olana Müslüman deniliyordu. Allah inandık kelimesinin toplumdaki anlamını bir kenara tutarak, inanmayı ıstılahı anlamda, hidayet etmekle eşleyerek onlara “iman ettik” demeyin, ama “İslam olduk” yani barışa, huzura teslim olduk deyin, dedi.
Burada çok önemli bir konu gündeme geliyor. İnanmak sadece akıl, irade meselesi değildi. İnanmak Allah ile insan arasında mutmainliğe ulaşan bir ilişkiydi. Akıl inandım dese de, fikir inandım dese de, mutmainlik, yani şeksiz şüphesiz inanç söz konusu olmayabilirdi. Şeksiz şüphesiz güvenilir olmayla, güvenilir demek farklıydı. İman güvenilir sözünün bir adım ötesiydi. Şeksiz şüphesiz. Milyonda, milyarda, hatta sonsuz sayıda bir ihtimal bile olsa, şeksizlikten şüphesizlikten çıkıp, hidayet altüst olabilirdi. Yaşam içinde insanlar güvenilir olabilir. Fakat insanların güvenilirliğine karşılık, “kesin mi?” sorgusunda, hemen, “yahu insan halidir, ne olur ne olmaz, sen yine de tedbirini al” denilir. Yani hiç kimse, bir başka insanın güvenilirliğine kesin teminat veremez. Ancak Allah bu ayette, inandık kelimesini yüzeysel yapısından çıkararak, hidayet bağlantısında inanmayı dile getiriyor ve bütün ihtimalleri ortadan kaldırıyor. “Henüz iman etmediniz, hidayet kalbinize yerleşmedi” Yani Allah diyor ki, ey bedeviler benimle sizin aranızda olan inanç bağlantısı henüz tamamlanmadı. Bunu siz bilmezsiniz ama ben bilirim. Böylece inanma ve Mümin kavramına yöneltilen bu açılım, eylemsel olarak “inandık” sözünün, hatta eylemsel olarak “İslam’ın kurallarını hayatımıza geçirme” eyleminin, gerçekten inanmayla, yani hidayetle bir ilgisinin olmadığıdır. Öyle ya, insanlar inandık diyebilirler. Onların inançlarını kabul ederek, hidayetle bağdaştıracak Allah’tır. Bir bakıma hidayet, insanın inandık sözüne karşılık, Allah’ın “ben de senin inancını kabul ettim” diyerek onaylamasıdır. Allah’ın hidayet etmedikleri ne kadar inandık deseler de, gerçekte inanmamışlar ama inanıyoruz zannetmişlerdir. Tabi biz insanlar, Allah’ın onayını kendimiz için dahi bilemeyiz. Ancak şeksiz, şüphesiz inandık deriz. Ve bu inancımızdan imtihan ediliriz.
Bugün Allah’a, resulüne, dinine inandığını söyleyen Müslümanların konumunu, bu ayetin özünde değerlendirdiğimiz zaman hoşlanmayacağımız sonuçlar çıkabilir. Allah’ın gönderdiği ayetleri bilmeden iman edenlerden tutun da, Allah’ı, ayetlerini arzu ve heveslerine göre tevil ederek yaşayan, Müslüman kardeşleriyle sürekli, kavgalı olanların durumunu, hucurat suresinin 14.ayeti bağlamında düşünmek zor. Öncelikle, “insan neye inandığını bilmesi gerekir” esasını göz önüne aldığımızda, ayetleri bilmeden inançtan söz edilemeyeceğini bilmek gerekir. Allah’ın ayetleri, birbirinizle kavga etmeyin, savaşmayın, aranızdaki işleri istişare ile çözün derken, bu günkü hal, bu ayetlerin dinlenildiğini göstermiyor. Cehalet üzerine iman olunamayacağını akıl, mantık, idrak kabul etmişken, ne yazık ki bugün cehalet üzerine iman edilmektedir. Allah’ı, ayetlerini tanımadan iman edilen bir din ortalıkta konuşuluyor, yaşanılıyor, bu dinin İslam olduğu tartışılır. İnananları ortalıkta sürekli birbirleriyle kavga veriyor. Kavga verenlerin inandığı, yaşadığı dinin İslam olduğu tartışılır.
Ayete devam edersek ortaya ilginç bir yapılanma çıkıyor. Allah Ayette diyor ki, “Bedeviler "İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İslam olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir” Ne demek bu? Bedevilerin kalbine henüz hidayet yerleşmemiş. Onlar kendilerine iman ettik demeyecekler. Ama İslam olduk, yani Müslüman olduk diyecekler. Müslümanlar gibi, Allah’a ve elçisine itaat edecekler. Hayırlı işler yapacaklar. Allah onların işlerinin hiçbir işini eksiltmeyecek.
Bugün böyle bir olguyu, atalarından gelen İslam’a inanların algılaması zordur. Yani bizlerin, böyle bir olguyu anlamamız mümkün görünmüyor. Bizler kısa yoldan, “adamın kalbinde hidayet yoksa bütün amelleri boşa gitmiştir” der kesip atarız. Hâlbuki Allah ne diyor? “Siz inandık demeyin ama İslam olduk deyin ve Allah’a, resulüne itaat edin, yaptığınız işlerinizden hiç biri eksiltilmeyecek” Allah Allah… Biz böyle bir durumda hemen, bunlar kalplerinde iman olmadığına göre kâfirdirler. Kendilerinin Müslüman olduklarını söylüyorlarsa münafıktırlar. Onlar kâfirlerden daha beterdirler deriz. Ama görüyoruz ki Allah onları münafıklar olarak bildirmiyor. Aksine, onara “İslam olduk deyin. Bu şekilde devam edin. Allah’a, resulüne itaat edin. İtaatlerinizi doğrultusunda yaptıklarınızdan hiçbir şey eksiltilmeyecek” Diyor. Biz hemen şöyle diyebiliriz. “Onlar iman ettiklerinde, iman etmedikleri dönemde yaptıkları amellerine yazılacak” Yani kâfirken yaptıkları amellerine yazılacak. Fakat yeryüzünde iman etmezlerse yaptıkları heba olup gidecek. Nitekim birçok müfessir bu ayeti böyle değerlendirmiştir. Ama ayetlerde böyle bir yorumu destekleyecek bir ayet görünmüyor.
Ancak Hucurat 15-17. Ayetlerinde Allah; “De ki: "Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir" Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: "Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine eğer doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor" Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir” diyerek bedevileri uyarıyor. Ayetlerin devamından ne anlıyoruz. Bedeviler iki de bir Müslüman olduklarını öne çıkarıyorlar. Kalplerinde iman olmadığı halde imanlarından söz ediyorlar. Fakat asılda kalplerinde bir nifaklık yok. Yani herhangi bir art niyetleri yok. Medine’nin dışından gelenler olarak, hem bilgileri eksik, hem şehirdeki Müslümanlar arasında bir statü olsun istiyorlar. Allah onlara dininin ilkelerini hatırlatıyor. İnancın ne olduğunu, Müslüman olmalarının bir lütuf olmadığını belirtiyor.
Medine’de ve çoğunluğu Medine civarında yaşayan 4500 putperest Araplar, barışı, huzuru hâkim sağlamak adı altında bir araya gelseler de, bazen iman etmedikleri halde inandık demelerini sürekli hatırlatarak “sanki bizim desteğimiz olmasaydı ey Muhammed sen bu işi başaramazdın” demek isterler gibi bir durum doğuyorlardı. Onların kalplerinde böyle bir şey olmasa da, iki de bir ısrarlı söylemelerinden dolayı, kalplerinde nifak olanlar böyle anlayabilirlerdi. Allah hucurat suresindeki ayetiyle gerçeği bildirdi. Onlar henüz iman etmemişlerdi. Ama İslam olmuşlardı. Allah’a ve resulüne itaat edeceklerdi. İki de bir inandık diyerek hatırlatmayacaklardı. Toplumun yanlış anlamasına neden olmayacaklardı. Verdikleri sözde duracaklardı. Ve Allah onların yaptığı işleri zayi etmeyecekti.
İslam kelimesinin ıstılahı anlamından uzak, sözlük anlamlarıyla teşekkül eden bu kavramlar bugün bizim yabancımız. Günümüzde de Müslümanlar bir devlet kursalar, içlerinde yaşayan bazı topluluklar, hiçbir art niyet beslemeden, devlete teslim “yani İslam” olarak vatandaş olabilirler. Devletin uyguladığı yasalara uygun hareket edebilirler. Müslüman bir devlet içinde yaşayan başka dinlere ait halk olsa da, bunlardan bazıları bizde inandık diyerek, Müslümanlar gibi yaşamayı öne çıkarabilirler. Ama kalplerinde iman henüz teşekkül etmemiş olabilir. Tıpkı bugün Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olmak gibi, Müslüman devletin de vatandaşı olabilirler. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarının çoğunluğu, özellikle Medine’nin etrafında yaşayanlar gibi, kırsal kesimlerde yaşamakta, devletin ilkelerinden, kurallarından, yasalarından, inançlarından, habersiz olarak devlete bağlılıklarını sürdürmektedirler. Ancak şehirlerdeki insanlar devletin inancını, ilkelerini, yasalarını kırsal kesimdekilere göre daha çok bilmekte, devlete bilerek uymaktadırlar. Gerçi şehirlerde de, devletin inancını, ilkelerini, yasalarını bilmeyenler çoğunlukta ama şehirler, yine de kırsal kesimden daha iyi diyebiliriz. Kırsal kesimdekiler ise bunlarla hiç ilgilenmemekte, direkt biz devletimizi severiz, yasalarına uyarız, hatta canımızı veririz demektedirler. Onlara Türkiye Cumhuriyeti devletinin, inancı, amacı, ilkeleri, yasaları nedir diye sorsanız, asla cevap veremeyeceklerdir. Hatta siz onlara, “devlet aleyhine bir şeyler söyleseniz” sizi kendilerine düşman bilerek, sizi yanlarından kovarlar. Israr ederseniz, döverler… Resulün kurduğu devlette bedeviler bizim kırsal kesimden daha ileri noktadaydılar. Hiç olmazsa onların liderleri devlet kurulurken Medine’ye gelmiş. Devletin kuruluş anında yapılan sözleşmenin altını imzalamışlardı. Günümüzdeki kırsal kesim asla böyle bir şeyi yaşamamıştır. Hatta birçok şehrimiz bile Ankara’da devlet kurulurken gerekli katkıyı sağlayamamışlardır. Şehirlere ait ilk milletvekilleri direkt Ankara’dan atanmış. Şehirlerle ilgisi olmayanlar, Ankara’dan atanarak şehirlere milletvekili yapılmıştır. Şehirler oy verdikleri milletvekillerin çoğunu ilk defa görmüşler. Vekiller vekili olduğu şehir hakkında yeterince bilgi sahibi değillerdir. Bu nedenle Medine etrafında Medine devletine bağlanan kabileler, günümüzdeki şehirlerden, kırsal kesimlerden daha şanslıdır. Liderleri Medine’ye gelip, devlet anayasasının altını imzalamışlardır.
Medine vesikasının altına imza atan kabileler dinlerini rahatça yaşayabileceklerdi. Bu ne demekti? Yahudiler, kendi kitapları Tevrat’ın hükümlerine göre yaşayacaklar. Aralarındaki tüm ihtilafları Tevrat’ın hükümlerine göre uygulayacaklardı. Müslümanlar onların aralarında Tevrat’ın uygulanmasına karışmayacaklardı. Putperest Araplar inandıkları dini yaşayacaklardı. Ancak Putperest Araplar kısa zamanda kuralı bozarak, inanmadıkları halde “biz de inandık” diye geldiler. Allah’ta bu konuda onları uyardı. Müslümanları ve toplumun tamamını bilgilendirdi. Medine’deki toplumda Hıristiyanların varlığından söz edilmiyor. Eğer Hıristiyanlar da olmuş olsaydı, onlar da İncil esaslarına göre yaşamlarını sürdüreceklerdi.
Böylece biz ne görüyoruz. Peygamberin Medine’de kurduğu devlet, çok dinli, çok hukuklu bir devletti. Aynı şehirde yaşayan insanlar, kapı kapıya komşu olsalar da, inançlarına göre bir yaşam sürdürüyorlardı. Aralarında birlik ve beraberliği sağlayan şey, barışı, huzuru korumak, birbirlerinin aleyhinde davranmamaktı. Hiçbir baskı, dayatma olmadan Allah resulü, toplum içindeki her insanın istediği gibi yaşama hakkını vermişti. Tabi istedikleri gibi yaşamak, diğer toplumların, insanların haklarına müdahale etmemekle sınırlıydı. Aynı dinden olsalar da, farklı dinden olsalar da, her insan diğer insanların haklarına, hukukuna riayet edecek, aralarında güvene dayalı ilişkiler kuracak, bu nedenle birbirlerine karşı güven vereceklerdi. Resulün görevi devletin başkanı olarak, barışı, huzuru sağlamak olarak sözleşmede belirlenmişti. Bütün kabilelerin liderleri kendi toplumlarını yönetecek. Medine, kabile liderleri Resule biatlerini yaparak bağlılıklarını bildireceklerdi. Günümüzde böyle bir toplumsal yapılanma mevcut değil. Günümüzde daha çok, aynı devletin sınırları içinde, farklı yasaların uygulandığı eyaletler, kantonlar var. Peygamberin oluşturduğu toplumsal yapının, aynı sınırlar içinde farklı yasaların uygulandığı toplumsal yapı olması esasıyla, günümüzden ayrılıyor. Geçmişte Müslümanların oluşturduğu devletlerde de, resulün örnekliği devam etmiş, devlet içinde yaşayan farklı dinlere ait insanlar, dinlerine göre yaşarlarken toplumdan soyutlanmamışlar. Ayrı eyalet, ayrı kanton oluşturmamışlardır.
Medine’de kurulan devletin içinde yaşayan farklı dine ait toplumların, azınlık olarak kabul edildiğine, cizye verdiklerine dair bir bilgiye rastlamıyoruz. Daha sonraki dönemlerde cizye konusu gündeme geldiğinde, daha çok fetih yapılan ülkelerdeki farklı dine inanan toplumlardan, cizye alındığını görüyoruz. Medine vesikası yapılırken, vesikaya yazılan maddelerde, eğer Yahudiler ve diğer kabileler Müslümanlar ile birlikte savaşmak zorunda kalırlarsa, savaş masraflarını öderler maddesi ilginçtir. Müslümanların oluşturduğu fıkıhta, cizye gayri Müslimlerin askere alınmaması karşılığında bir bedel olarak ifade edilirken, Medine’de böyle bir tutum yoktu. Tam tersine, cizye alınmıyor, savaşa katıldıklarında ise savaş masraflarını kendileri karşılıyorlardı. Onun için Medine’de kuruluşta imzası bulunan Müslüman olmayan toplumların, gayri Müslimler veya ehli zimme gibi isimlendirmelerle ifade edildiğine rastlamıyor. Bu yöndeki hükümlerin daha sonra geldiğini, hükümler gelse de kuruluşta imzaları bulunan toplumlara uygulanmadığını, Müslümanlarla savaşarak yenilen, böylece Müslüman toplumlara dâhil edilen topluluklara uygulandığını görüyoruz.
Mekke’de putperest Arapların liderleri peygambere gelip “amacın liderlikse gel seni bir yıl başımıza kral yapalım. Bir yıl dininle idare et, bir yıl bizim dinimizle idare edelim. Bakalım hangisi daha iyi olacak” teklifi ile “amacın liderlikte, kadınsa, mevkii ise, para ise, sana hepsini verelim, yeter ki bu davadan vazgeç” teklifinin bütünleştirdiği olguya karşı çıkan peygamberin, Medine’de kurduğu devletten farkı neydi ki ret etti? Peygamber Medine’de devlet kurarken yaptığı antlaşma da, putperest Araplara, Yahudilere kendi dinlerine göre yaşabileceklerinin teminatını vermişti. Onların başına kral olmuş. Onların arasındaki anlaşmazlıkları dinlerine göre çözme noktasında hakemliği üstlenmişti. Nitekim bu yönde Medine tarihinde birçok olay vardır ki, Peygamberimiz Medine’de yaşayan Yahudilerin aralarındaki anlaşmazlıkların çözümü kendisine geldiğinde Tevrat’ı esas almıştı. Bu konuda ki bazı olaylar, Bakara, Ali İmran ve Maide surelerinde Allah tarafından ayetleriyle de bize intikal ettirildi.
Olaya bu noktadan baktığımızda, Medine’nin kralı olarak, resul İslam’dan başka bir dinle hükmederek yönetim sağlayacaksa, niçin Mekke’de ret etti? Mekke’de de kral olur, Müslümanlara İslam ile hükmeder, putperest Araplara putperestlikle hükmederdi. Nitekim Medine’de yaptığı bu değil miydi? Hatta din gelmeden önce, Hılfıl Fudul teşkilatında hizmet verirken, hakları çalınan Arapların haklarını, yine Arapların tarihinden gelen örfe (dine) göre çözümlemiyorlar mıydı?
Gelişen olaylara dikkat edersek Mekke’deki durumla, Medine’deki durum arasında ince, belki de ilk anda görünmeyen büyük bir fark var. Eğer biz Peygamberin Medine’de farklı dinlere ait toplumların başında lider olmasını, onların aralarındaki anlaşmazlıklarıyla ilgili sorun kendine geldiğinde hakem olarak, dinlerinin hükümlerinin uygulanmasına nezaret etmesini dikkate alarak konuyu değerlendirirsek yanılırız. Resul burada hükmedici değil, hakem görevini üstlenmişti. Yahudiler Tevrat’ın hükümlerinin uygulanmasında haksızlık yapıldığını iddia ederek peygambere geliyorlar. Peygamber de, Tevrat’ın hükümlerini esas alarak, hükmeden hahamların hükümlerini inceliyordu. Bu yönde Allah’ta hahamlara söz verdikleri gibi Tevrat’a uymalarını, nefislerine uymamalarını emrediyordu.
Mekke ile Medine arasındaki farkı anlamak için bazı analizler yapmakta yarar var. Mekke’de, Mekke’nin önderleri iki teklifle peygambere geldiler…
Birincisi; Mekkeliler, peygamberin amcası Ebu Talip aracılığı ile, “eğer karşımıza din çıkarmakta amacın Mekke’nin lideri olmak, kadın sahibi olmak, para, mal, makam sahibi olmak ise, davandan vazgeç sana hepsini verelim” dediler. Mekkelilerin peygamberimize böyle bir teklifle gelmeleri garip değildi. Zira peygamberimiz, Mekke’nin lideri Hişam Bin Melik’ten önce lider olan Abdulmuttalip’in torunuydu. Peygamberin soyu Mekke’nin yönetici soyuydu. Belki peygamberimizin babası yaşasaydı, Mekke’nin lideri, Hişam Bin Melik yerine babası Abdullah olabilirdi. Mekkelilerin aklına ilk gelen buydu. Acaba Muhammed’in kafasında böyle şeyler mi vardı? Ancak peygamberimizin onlara cevabı netti. “Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz de asla davamdan dönmem” Mekkelilerin bu teklifinde iki önemli esas vardı. Bunlardan birincisi, Muhammed’in iddia ettiği dinin altında yatan şey, Muhammed’in liderlik, para, mal, mülk, kadın, mevki, makam sevdası olabilirdi. İkincisi ise, Mekkeliler Muhammed’in aklında böyle bir şey varsa, iddia ettiği dinden vazgeçmesi koşuluyla hepsini vereceklerdi. Peygamberin retti Mekkelilerin kafasından geçen bu tür düşüncelere karşıydı. Peygamber kısaca diyordu ki, bu dinin altında yatan ben değilim. Benim duygularım değil. Benim düşüncelerim değil. Bu dava Allah’ın davasıdır. Ben sadece elçiyim diyordu. Asla beklentisinin mal, mülk, krallık, para, kadın, mevkii, makam olmadığını belirtiyordu.
Medine’deki oluşumda ise, ne Yahudiler, ne de putperest Araplar peygamberimize böyle tekliflerle gelmediler. Onlar Muhammed’in davasından vazgeçmesini istemiyorlar. Böyle bir şart ileri sürmüyorlardı. Ayrıca onlar Muhammed’in gönlünde mal, mülk, para, pul, mevkii, makam, liderlik olduğunu iddia da etmiyorlardı. Böyle bir teklifle de gelmiyorlardı. Medineliler peygamberin, aralarında barışı, huzuru hâkim kılacağına inanıyorlardı. Bu nedenle liderliğine evet diyorlar. Barış ve huzur içinde nasıl yaşayacaklarını belirtiyorlar. Allah’ın gönderdiği dine hidayet konusunu ayrı tutularak, kendi dinlerini barış, huzur içinde yaşamak istediklerini ifade ediyorlardı. Bütün bu noktalar tahlil edildiğinde, Mekkelilerin durumu ile Medinelilerin durumu çok farklıydı. Medine şartsız, resulün liderliğinde barışa, huzura yani İslam’a teslim olmuşlardı. Mekkeliler ise şartlı peygamberimize geliyorlar. Üstünlük taslayarak, sanki peygamberimize ikramda bulunuyorlardı. Elbette peygamberimizin böyle bir teklifi kabul etmesi mümkün değildi. Ve elbette ki peygamberimizin kalbinde, gönlünde, aklında, para, pul, mevkii, makam, kadın ve liderlik yoktu. Ve o asla Allah’ın kendisine yüklediği davadan vazgeçemezdi.
İkincisi; Mekkeliler peygamberimize “madem öyle gel Mekke’yi bir yıl senin dininle yönetelim, bir yıl bizim dinimizle yönetelim. Hangisi iyi bakalım. Ona göre karar verelim” iddiasıyla gelmeleridir. Mekkeliler cehalet üzerine yürüyen dinlerini, Allah’ın diniyle kıyaslamaya yönelmişlerdi. Onların bu densizliğine Allah kafirun suresini göndererek, hem hadlerini bildirdi, hem Müslümanların yolunu onların yolundan ayırdı.
Medine’deki yapılanma da, ne Yahudiler, ne de Putperest Araplar bir densizlikle, bir ukalalıkla peygambere anlaşma teklif etmediler. Medine’deki yapılanma da, ne Yahudilik, ne de putperestlik, Allah’ın gönderdiği din ile kıyaslanmıyordu. Mekke’nin önderleri büyük bir özgüvenle Allah’ın diniyle yarışmayı öne çıkarırlarken, Medine halkı saygıyla resule yaklaşmış, en ağır şartlarda başlarına lider seçmişlerdi. Bundan önceki bölümde Medine halkının hangi şartlarda peygamberimizi lider seçtiği konusunda uzunca durmuştuk. Medine’de yaşayan Yahudiler, Araplar, asla dinlerini İslam’la yarıştırmaya kalkışmadılar. Peygamberden istedikleri tek şey vardı. Kendilerine din baskısı yapılmaması… Dinlerini özgürce yaşayabilme imkânı… Aralarında barış ve huzurun sağlanması… Medinelilerin bu mantığıyla Mekkelilerin mantığını kıyaslamak mümkün mü?
Allah Bakara suresinin 256. Ayetinde “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” Diyerek, inanmayanlara Müslümanların baskı yapmasını engellemiştir. Bakara, Ali İmran ve özellikle, Maide, Nisa surelerinde gönderilen ayetlerinde, Yahudileri Tevrat’ın hükümlerine uymaya davet etmiştir.
Allah resulü, Allah’ın gönderdiği ayetlere göre davranacaktır. Müslümanlar Allah’ın ayetlerine göre davranacaklardır. Birlikte yaşadıkları Yahudilere, putperest Araplara İslam’a girin diyen baskı yapamayacaklardır. Onlar kendi dinlerine göre yaşarlarken onlara karışmayacaklardır. Allah bu yönde Müslümanları yönlendirerek, insanlara dürüst olmayı öğretmektedir. Adeta demektedir ki, eğer toplumda Yahudi olarak yaşayacaksan kitabına uy kardeşim. Ama zulüm ve haksızlık yapma. Eğer toplumda putperest olarak yaşayacaksan atalarından gelen dinine uy kardeşim. Ama zulüm ve haksızlık yapma. Barışı ve huzuru esas al. İşte hem Allah, hem resul, hem Müslümanlar, birlikte yaşadıkları Yahudileri ve putperest Arapları dürüst olmaya çağırmışlardır. Onlarda dürüstlük çerçevesinde barışa, huzura gelmişlerdir.
Peygamberimiz Medine’nin yönetimini Allah’ın emrettiği şekilde yapmaktadır. Allah gönderdiği ayetlerin uygulanmasını istiyor, resul emri yerine getirerek uyguluyor. Allah hiç kimseye din baskısı yapma diyor. Resul kimseye din baskısı yapmıyor. Allah hidayet nasip edinceye kadar, insanlar kendi yaşamlarını özgürce yaşayabilirler noktasına işaret eden ayetler gönderiyor, resul bu özgürlüğü halkına veriyor. Şimdi böyle bir yapılanmadaki resulün konumuyla, Mekkelilerin teklifini aynı kefeye koymak mümkün mü? Mekkelilerin teklifinde demoklesin kılıcı gibi, Mekke önderlerinin baskısı var. Şartları var. Ama resulün Medine’de devlet yönetmesinde hiçbir baskı yok. Hiçbir şart yok. Sadece bütün halkın, Müslüman’ıyla, Yahudi’siyle, Putperest’iyle tek şartı var, “Ya Muhammed aramızda barışı, huzuru hâkim kıl” Parayla, pulla, malla, mülkle, karıyla, kızla, mevkiiyle, makamla, liderlik sevdasıyla ve din yarıştırmakla ilgisi olmayan Medine yapılanmasının, Mekke’yle kıyaslanması mümkün değildir.
Medine’de devletin otoritesi Allah’tır. Yöneticisi Resul’dür. Resulün yardımcıları, kabilelerin liderleridir. Hangi dinden olursa olsun. Ve Medine bu yapılanmasıyla, çok dinli, çok hukuklu, çok halklı bir yaşamın, barış ve huzur içinde nasıl yaşayacaklarına örnektir. Halen günümüzde başarılamayan bu yönetim modelini anlamak… Dünya insanlığına sunmak… Müslümanların temel görevi olsa gerekir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.