- 473 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Gerçeğin Düşü
Yazar Atölyesi-II
...Dostoyevski anısına
Beklediğim gibi Mehmet hoca yazar atölyesine gittiğim ilk günün akşamı beni aradı. Atölyenin nasıl olduğunu, bana bir faydası olup olmayacağını, Osman’la muhabbet edip etmediğimi sordu. Hasta olmuştum. Vapurla karşıya geçerken şifayı kapmıştım ama hastalığımı Mehmet hocaya anlatmazdım. Sanki onun yüzünden hasta olmuşum gibi sözün gideceği yeri bilmeden konuşmam uygun olmazdı. ‘İyi evladım, inşallah yazmaya devam edersin. Osman’a da bol bol selam söyle, yakında olmadı ikinizde bize gelirsiniz. Akşam yemeğine.’
Telefonu kapattıktan sonra, atölyede yazdığım öykünün kâğıdını sağ elimin işaret ve başparmağı yardımıyla tuttum. Kanepeye uzanmıştım. Uzaktan kelimeleri görmek için gözlerimi kısmam gerekiyordu. Astigmat rahatsızlığımdan dolayı kendime çektirdiğim acıdan garip bir zevk alıyordum. Gözlerimi kıstım ve öykü denemeyecek kadar berbat, kısa metinsel çalışmamı tekrar okudum:
‘Bir masaldan ibaretti. Şu dağlar, ağaçlar, tüm yaşam alanı esprisiyle doldurulmuş mahalle yığınları, büyük şehirler ve İstanbul!
Çok önem vermeye başlamıştık. Çok değerliydi savaşlarımız, kavgalarımız. Ama dünyanın hiçbir toprağı için bir damla insan kanının akmasının saçma olacağını kimse bağırıp, çağıramıyordu. Susan dudaklar vardı, tükürükleri arasında kaybolan sarı dişler ve yorgunluklarımız.
Beni üzenler kim? Dağlar mı, taşlar mı? Hangi çift şeritli yollar? Asfaltlar mı yoksa? Ruhun betonlaştığı, üzerine bakışların asfalt gibi yağdığı hayattan sıkılmamak için ne olmak gerekiyordu? İlgisiz mi? Alakasız mı?
Beni insanlar yordu.
İnsanlar üzdü.
İnsanlar güldürdü.
Tek başıma bir hiç olduğumu bildiğim halde, herkes neden hiç olduğunu kabul etmiyor diye mızıldanıp duruyordum.
Ağaçlar kesildi, toprak yandı, gübre küstü… Ses etmiyor artık rüzgârlar şehre! Suçu yok hiçbir yolun, asfaltın, mahallenin… Adı önemsiz şehirlerin!
Beni insanlar mahvetti, biraz da içtiğim şu sigara.’
Boktan bir şeydi. Hayal gücümün vahşiliği karşısında ölmek üzere olan antilop yavrusunun yırtıcı bir kediden beyhude kaçışına benziyordu. Hayal gücüne tapan zavallılardan olmaktansa, kendi bokunu hazırlayıp, dizip, sonra da onu temizleyen biri olmak elbette matematiksel olarak daha pozitif gelse de, yaptığım açıklamamın mantıklı bir tarafı olmaması da can sıkıcıydı. Kendimle kavga etmeye başlamıştım. Pis bir koku vardı burnumda. Parmaklarımı tırnaklarımdan başlamak üzere koklamaya başladım. Parmaklarım sigara kokuyordu. İşaret parmağından başlamak üzere tek tek parmaklarımı yaladım. Derinin iç katlarına sinmiş, kimyasal yüzlerce maddenin tadını aldıkça, parmaklarıma gelen kanın miktarı da artıyordu. Parmaklarım kırmızı-pembe karışımı bir renk almıştı. Diğer elime geçtim bu sefer.
İnsan en çokta kendiyle dalga geçebildi mi derin yaralarının sızlaması için ciddi sebepler yaratabiliyor. Mantıklı olup olmamasının hiçbir önemi yoktu. Arayışımın milyon kez başarısız oluşuna sebep yine ben olduğumdan, başka bir yerde kesinlikle hayallerimin yıkılışını görmedim. Yıkılan ne varsa, yapıldığı, mutfağının başköşesindeki çöp içerisinde kalmıştı. Az önce aldığım koku da yoksa hayal miydi? Belki de zihnimin içindeki parçacıkların kokusu! Yazarlığın en mantıksız mantıksal açıklamasını ararken, mantığın sevginin ve aşkın gizemli labirentlerinde olduğunu fark ettim. Her ne yaparsak yapalım, matematiksel bir hesap üzerine kurulmuş, çevremizi sayılarla çevrelemiş mantıksız düzenin kurbanıydık ve bu mantıksız düzende en mantıklı olay, aşkın gizemli labirentlerinde kaybolup, gerçek mantığı bulabilmekti. Tablet bilgisayar laptopun üzerinde yatıyordu. İndirdiğim e-kitaplar arasından birini seçip, okumak istiyordum. Dostoyevski’nin bir garip kişinin düşü adlı romanını açtım. Önceden hiç okumadığım bir kitap olduğundan, önceliği zihnimde bu kitap kapmıştı. Aslında Dostoyevski’ye olan hayranlığım yaşlandıkça daha çok artıyordu. Bununla beraber okuduğum eserlerini bile tekrardan hiç sıkılmadan defalarca izlediğim filmler gibi okumak istiyordum.
Romanın ilk cümlesini okuyup, gözlerimi yumdum. Kaç defa tekrarladım, neden üzerinde çok bekledim, bu konuda hiçbir şey hatırlayamıyorum.
-Ben bir garip kişiyim… Ben bir garip kişiyim… Ben bir garip kişiyim… Ben bir garip kişiyim… Ben bir garip kişiyim… Ben bir garip kişiyim…
Cümleler ilerlemeye başladıkça, ruhumun fotokopisini görüyor gibiydim.
-…Öyle ki öğrendiğim bütün bilgilerin beni bu garip olduğum düşüncesi içinde yoğurmaktan başka ne amacı vardı, ne de sonucu oldu.
Roman okurken sevdiğim bir paragrafın sonunda durup, gözümde o anı canlandırmayı çok severim. Yine aynı şeyi yapmak üzere gözlerimi kapadım. Yağmur tüm gün yağmıştı. Hava soğuktu. Su dindiği andan itibaren şehri soğuk bir hava etkisi altına almıştı. Küçük bir kız çocuğu kolumdan tutuyordu. Sokak ıssızdı ve karanlığın içerisinde kolumu tutan sekiz yaşlarındaki kız çocuğu ürkmeme sebep olmuştu. Kızcağız sırılsıklamdı. Ayakkabılarına baktım. Yırtık ve ıslak pabuçları dikkatimi çekmişti. Birden bağırmaya başladı. Ben gitmek isterken, o ise kolumdan tutmuş, anne, anne diye bağırıyordu. Daha hızlı yürüdüm. Yine de kolumu bırakmıyordu. Sonra kız çocuğu ölmüş annesinin acısını dindirebilmek için sokağa çıktığını ve kim olursa olsun annesinin acısını dindirebilmesi adına böyle bağırdığını söyledi. Beni bırakmak istemiyordu. Ayaklarımı yere vurup onu korkuttum. Ama ‘Bayım, lütfen’ diyordu. Beni bırakıp hızlıca sokağı geçip, karşısına ilk çıkan yolcunun ayaklarına kapandı.
Aman Allah’ım! Mantığı ve duyguyu tamamen silip hayatımdan, hayatımın bile sahte olduğunu fark edip, böyle bir canlandırma içinde ölebilirim. Yağmur bildiğim yağmur, ayrılık acısı mukadderat, yoksulluk imtihan, sahiplenme ihtiyaç… Daha ne söyleyebilirim ki? Söyleyemedim zaten.
Kalktım ayağa. Çay suyunu elektrikli ısıtıcıya koydum. Özensiz üst üste kitaplarımın arasından geçip, kanepeye oturduğumda, geriye doğru kanepenin süngeri içe batıyordu. Eskimişti kanepem. Yine de açılıp, yatılmak istenildiğinde hiçbir sorun çıkarmıyordu. Bu yüzden kanepeyi düşünmem için vakit vardı. Romanı, Dostoyevski’yi ve kız çocuğunu düşünüyordum. Dostoyevski bu yüzyılda yaşasa, herhalde iyi bir yönetmen olurdu. Beni de oyuncu kadrosuna alır mıydı? Belki biraz daha zayıf olsam, pratik zekâmla beraber hafızam da kuvvetli olsa onun yönettiği bir filmde yer alabilirdim. Ama yazdığı bu romanda başkarakter ben olmak istiyordum. İzin verir miydi? Yoksa o da alay mı ederdi? Çaydanlığın üstüne sıcak suyu boşalttım. Çaydanlığın yarısına kadar su dolmuştu. İki yemek kaşığı çayı da ilave ettikten sonra bir süre daha ocağın üstünde çaydanlığı tuttum. Çay hazır olduğunda, bir su bardağını da alıp, çaydanlıkla yattığım odaya geçtim. Kaldığım evde zaten bir oda vardı. Mutfak, banyo ve tuvalet haricinde bir de oda büyüklüğünde hol vardı. Garip insanlar için yapılmış evlerden olmalıydı.
Romana geri döndüm. Kendimi öldürmek için bir tabancam vardı ancak küçük kıza yardım etmemiş olmam, içimi yakıyordu. Hiçbir şey düşünemeyecek hale geldiğimde, hiçbir şey olamayacağımı fark ettim. Bu yüzden alçakçasına üzülmeye başlamıştım küçük kıza. İki saat daha ölümümü erteleyebilirdim ve bu sürede dünya için bir şeyler yapabilirdim. Sahi, benden sonra dünya devam edecek miydi var olmaya? Tüm evreni hayal dünyamın içinde olup olmadığına kim karar verebilirdi ki? Tabancam önümden duruyordu. Küçük kız beni kurtarmıştı. Tabancamın tetiğini çekmekten alıkoyan o olmuştu. İçimdeki hafakanlar durulmaya başladıkça, komşunun sesleri de azalıyordu.
Cümleleri okuyup geçmiyor, hazmetmeye, çiğnemeye ve sonrada hafızamın kılcallarına kadar itelemeye çalışıyordum. Orada bir yerde, beynimde kalıcı olarak kalmalarını dilediğim, beni mutlu eden şey, Dostoyevski’nin gerçek üzerine genellemeleriydi. Rüyasını anlatmadan önce, gerçekle alakalı anlattıkları yıllardır arayıp da, bulamadığım cevabım için kilit noktalar içeriyordu. Gerçeği tanıtan şeyin bir düş olabileceği önceden hiç aklımdan geçmemişti. Evet, insan bir kez gerçeği görünce, bunun gerçek olduğunu bilir! Gerçek iki türlü olmaz ve bizim uyanık olup olmamıza göre de değişmez. İntihar ederek hayattan terk mi etmek istiyorum? Ne için? Bir hayal için mi? Beni sahiplenemeyen insanlar için mi? Ne için? Hem kim bana katlanmak zorunda ki? Ne diye kendimi yorup, ikide bir intiharla kafayı bozuyorum.
Dostoyevski bir rüya görüyordu. Rüya roman içinde metafizik bir öykünün başlangıcına yolculuktu. Olanca vahşetiyle insanların yırtık şehvetlerinden kurtulup toprağa törensiz olarak gömülüyor. Sonra uzunca bir süre bekliyor. Varlıktan birden yokluğa geçeceğini zannediyor. Bu zannediş varlığın sahibiyle de hesaplaşmaya kadar gidiyor. İntihar ederken kurşun sağ şakağından değil de, kalbinden giriyor.
Rüyanın aslında yaşadığımız dünya olduğunu anlamaya başlayınca çarpılmaya başladım. Dostoyevski harika bir mühendis zekâsıyla, kat kat cümleleri birbiri ardınca ekliyor ve aslında yaşadığı dünyaya kendisi gelmeden önce, cennetten bir yer olarak kabul ediyor ve kendisi dünyaya gelince her şey değişmeye başlıyor. Öncelikle bağırsaklarımı midemin üstünden dışarı çıkartıp, odanın halısız kısmına yayıp serdiğimi hayal ettim. İçimdekini anlatıyordu. Ne varsa dışarı çıkıyordu. Hiç de temkinli değildim. Ruhumu kitapla kişiselleştiriyor ve ruhumun tüm özgür kapıları baraj sularına izin veren o tek, büyük kırmızı düğme gibi gerçeğe akmaya devam ediyordu. Farkında olmadan tableti tutmadığım diğer sağ elimle pilot kalemi parmaklarımın arasında dolandırdığımı fark ettim. Eskiden olduğu gibi kolumun rahatça görebileceğim yerine bir şeyler yazmayı düşündüm. Önceleri daha çok sevdiğim kadınların isimlerini yazardım. Bazen daha içten olsun diye göğüslerime, bacaklarıma, kasıklarıma ve hatta ayak parmağımın boğum kısımlarına sevdiğim kadınların isimlerini yazıp, her gördüğümde de mutlu olurdum. Bu sefer yazacağım başka bir şeydi. Bir hayal, rüya ya da hülya değil, bir gerçek olmalıydı. Kalemin mürekkebinin sertçe koluma doğru fışkırdığını hissediyordum. Gerçek kelimesi pek estetik durmasa da, kolumda var olan gerçek yazısı algılarımın yönünün değişmesine imkân tanımıştı.
Romanda yazdığı gibi kendimi, hayatımı düşünüyorum. Bir mikro gibiyim. Gelişimden önce pek mutlu, bu tertemiz toprakları ben çirkefe buladım. Sevgiyle dolu insanlar yalan söylemeği öğrendiler. Yalan söyledikçe, sözleri kendilerine de hoş gelmeye başladı. Yalanlarında türlü güzellikler buldular. Sevgiye, aşka yalan soktur. Sonra da gönüllerinde kıskançlığı yaratan, yırtıcılığın en fenası nefse düşkünlük doğdu. Sonra, yalandan zevk aldıktan kısa bir zaman geçince ilk kan aktı. Şaşırdılar, korktular ve aynı ev içerisinde yaşayan insanlar ayrı yaşama alışkanlığı kazandılar. Birleşmiş küçük küçük topluluklar kuruldu. Mutlu olup, yaşamak adına değil, öteki toplumları korkutmak için. Onur düşüncesi doğru sonra! Bu küçük küçük büyüyen birleşmiş milletler kendilerine bir bayrak uydurdular. İnsanlar kendilerinden çok uzakta, ormanlarda yaşayan hayvanlara zarar verdiler ve onların da düşmanları oldular. Birbirinden ayrı diller doğmaya başladı. Korkunç bir kavga başladı ve aynı insanlar gerçeğe acıyla ulaşabileceklerini zanneder oldular. Sonra önceden yaşadıkları mutluluğu ve suçsuzluğu bir düş olarak düşünmeye başladılar. Ancak bu düşünceler vazgeçmediler ve mutluluk, suçsuzluk dilemek adına dua etmeye başladılar. Bilim adını verdikleri şeyle, bilinçli olarak gerçeği bulacaklarını düşündüler. Bilgiyi duygulardan üstün tutmaya, hayatın kavranmasını hayattan daha değerli bulmaya başladılar. Tıpkı sevgisini, sevdiğinden üstün tutan insan gibi! Bilimle, bilgelikle mutluluk yasalarını bulabileceklerini umdular. Sözleri böyleydi, ama yine de içlerinden hiçbiri başka türlü yapmadan, kendini bütün insanlığa üstün saymaktan geri kalmadı. Her biri kendi kişiliğinin önemi konusunda öyle kıskanç oldu ki dünyada başkalarının kişiliğini söndürmek için her şeyi yapıyordu. Kölelik doğdu. Hem de gönüllü kölelik… Doğru adamları tefe çaldılar ya da taşa tuttular. Tapınakların kapılarında kan alıyordu. Buna karşılık herkes kendi soyundan geleni üstün tutmaya çalıştı. Bu düşünceler üzerine savaşlar doğdu. İnsanlar şiirlerinde acıyı dile getirdiler.
Bunların sebebi bendim. Benim mayam bozuktu ve eğer beni öldürürlerse, tüm kötülüklerden vazgeçip, eski, o görünen düşe geri dönebileceklerdi. Kendimi öldürmeye gücüm olmadığından, onlara yol gösteriyordum sanırım. Ama nihayet insanlar benimle alay edip ve bana deli muamelesi gösterdiler. Sonunda eğer susmazsam beni tımarhaneye kapatacaklarını söylediler. İşte o anda uyandım.
…
Dostoyevski uyanmıştı. Saat sabahın altısı ve çay buz gibi olmuştu. Ben de yeni uyanmıştım. Tablet yastığın altında, üzerim açık bir halde sızmıştım ve romanda geçtiği gibi saat altıda uyandım. Uyanır uyanmaz çapaklı gözlerle tabletten kitabı okumaya devam ettim. Rüyasını anlatıyordu. Bu kadar detaylı bir düşü ilk defa gördüğünü anlatıyordu. Böyle bir düş ancak filmlerde veya romanlarda olabilirdi. Sanırım Dostoyevski biraz uçmuştu. Bu rüyayı yazdığı zaman fazlasıyla içmiş olabilir. Rusya’nın soğuk havasının etkisiyle de beyni uyuşmuş olabilir. Her şey olabilirdi! Ellerimi kaldırdım ve sonsuz bir gerçek diye ben de yalvardım boşluğa. Kolumda yazılı gerçek kelimesi gerçekti. Düşümde yazdığım bir kelime değildi. Yaşayıp, ömrüm boyunca kendimi nasihate, insanlara bir şeyler anlatmaya adasam acaba nasıl olurdu? Benim gibi birini dinlemek için kim gelirdi ki? Fransa’daki ünlü elli kişilik sinema salonunu bile dolduramazdım.
Ya küçük kız? Dostoyevski onu yeniden bulduğunu söylüyordu. Hayatın kavranması bile, hayatın kendisinden daha ilginçtir diyorsak, mutluluğu verebilen şeyin bilimi mutluluğun ivediliğinden daha değerlidir saçmalığına düşeriz o zaman. İçten herkes mutluluğu dileseydi, mutluluk hemen olurdu. Bu yüzden kendime kızmaya başladım. Hem de sabahın altısında, Dostoyevski’yi okuduktan sonra.
Metinsel çalışmaları kaldıracak ağır yük taşıyıcısı gözlerim ve parmaklarım harf şantiyesinde yorgun düşmüş mülteci işçileri andırıyorlardı. Gözlerim tekrardan kapanıyordu. Tekrar uyandığımda, üzerime aldığım ince çarşafı yer de görünce gülümsedim. Telefon titremişti. Arayana baktım. Arayana numara olarak görünüyordu. Bir de telefon açıp ulaşamayınca, karşıdaki kimse mesaj göndermişti. Telefon açan Osman’dı. Akşam ayrılırken telefon numaralarımızı almıştık birbirimizden, ancak ben rehbere onu ismiyle kaydetmeyi unutmuştum. Mesajda ‘kahvaltıyı benim dükkânda yapalım mı’ diye yazılıydı. Fatih’te küçük bir kitapçı dükkânında Pazar kahvaltısı yapacaktık. Mesajına karşılık telefonla Osman’ı aradım. Geleceğimi söyledim. Sesi biraz kısık ama net geliyordu. ‘Çok sevindim. Sen gelene kadar çay da hazır olur. Bekliyorum.’ Yüzümü bile yıkamadan, pantolonumu giyip dışarı çıktım.