29
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
2237
Okunma


2008 yılı, Mayıs ayının bir pazar günü. Bir haftalık yoğun bir çalışma temposu nihayetinde; hem televizyon kumandasına cebren el koyup, hem de üçlü koltukta ayaklarımı şöyle özgürce uzatarak, gazetenin sayfaları arasında zevkle kaybolacağım sihirli saatlerin oluşturduğu o güzel gün hani...
Birazcık geç kalkıp, ardından da yaptığım mükemmel bir kahvaltı akabinde, hanımın, ince belli bardakla sunduğu keyif çayını usul usul yudumlamaya başlamıştım ki; balkonun altından bizim oğlanın avaz avaz haykırışları ile irkildim, ne oluyor demeye kalmadan, o telaşla yerimden doğrulurken, elimdeki çayı, yeni giydiğim beyaz tişörtüme döküverdim.
Bir taraftan oğlan cıyaklar, bir taraftan ben yanarım, bir taraftan hanıma gelen keçilerin gazabından kurtulmanın yollarını düşünürüm derken; sitedeki çocukların, bizimkini futbol maçına dahil etmediklerini, bu nedenle de, iki gözü iki çeşme ağladığını öğreniyorum.
-Kalk!... Diyor annesi öfkeyle. Çocuğa top almaya gideceğiz hemen....
İstersen kalkma...Evin dört bir yerini keçiler sarmış, tos yapmaya bahane arıyorlar. Üstüne üstlük bir de, hanımın henüz far etmediği çay dökülmüş tişört meselesi var. Kalkıyoruz ister istemez. Televizyon karşısındaki tembellik senaryomu da, başka bir hafta sonu tatiline erteliyorum ümitle...
O market senin, bu market benim, Ankara’daki tüm alışveriş merkezlerini geziyoruz tek tek neredeyse, bir türlü oğlana top beğendiremiyoruz. Sanırım sonunda babasının perişan haline acıyor da, CE-Pa’da bir Fenerbahçe topu beğeniyor; şampiyonluğu Galatasaray’a kaptırmalarından dolayı yaptığım tüm dalga geçmelere aldırmıyor, geçiriyor tekeline...
Otoparktan yavaş yavaş çıkarken, dikkatini yeni aldığı toptan ayırıyor ve oturduğu arka koltuktan doğruluyor; dikiz aynasından takip ediyorum, kulağıma yaklaşıyor. Belli ki, topu ele geçirmenin verdiği güvenle, yumuşayan ortamı da fırsat bilip, yeni bir şeyler daha koparma ihtimalinin karşı konulması zor ataklarından birini daha yapacak. İster istemez hemen müdafaa pozisyonuna geçiyor ve karşı atak için hazırlıklara başlıyorum.
Sitede, bir veteriner hekim bayan var, çok da güzel bir köpeğe sahip kendisi. Bizim oğlanın da tabi ki bir numaralı arkadaşı o köpek. Ne zaman evin dışına çıksalar, birbirlerini arayıp buluyorlar, sarmaş dolaş oynuyor, doyasıya eğleniyorlar. Her köpek şovundan sonra da, sonucunun hep hayal kırıklığına varacağını bile bile, ’baba bir köpek al bana’ muhabbeti yapıyoruz ister istemez.
ODTÜ kavşağından, yavaş yavaş Eskişehir yoluna doğru çıkıyorum. Trafik kalabalık, tüm dikkatimi yola yoğunlaştırmışım ki; bizimki fısıldıyor kulağıma arkadan;
-Sen, en çok hangi hayvanı seviyorsun baba?
Hımmm!... Anlaşıldı, yine hayvan muhabbetine girecek bu, köpek, ya da kedi alalım diyecek eve. Bu gün yüzümüzü yumuşak buldu herhalde, ne koparırsam kardır diye düşünüyor olmalı... Açıkgöz...
Ben de hazırlıklıyım ama, hemen karşı atağa geçiyorum.
-Ben en çok deveyi seviyorum oğlum...
-Deve mi?
-Evet, deve...
Bıyık altından kıs kıs gülmekteyim, deveyi eve nasıl sığdıracak acaba diye de meraklara düşmüş durumdayım. Gözümü tavandaki dikiz aynasından, dolayısı ile, bizim oğlanın şekilden şekile giren yüzünden alamıyorum. Dudaklarımda, rakibin atağını başarı ile savuşturmanın ve mükemmel bir kontra atakla karşılık vermiş olmanın getirdiği hınzır tebessümler dolaşmakta.
Kısa bir düşünme faslının arkasından;
-Biliyorum deveyi neden sevdiğini... Diyor, dökülen ön dişlerinin, yedinci yaşına yansıttığı tüm güzellikleri sergileyen gülüşü ile.
-Neden seviyormuşum bakalım?
-Çünkü, Ankara’da su tasarrufu yapılıyor. Devenin sırtında su deposu var, çok su harcamıyor, o nedenle seviyorsun.
Gülmekten kırılıyoruz eşimle. Bu seferki atakta, gol yediğimi fark ediyorum, ister istemez susuyorum.
’Doğru söze ne denir?’ diye düşünüyor, kendi kendime söyleniyorum eve varıncaya kadar...
Bir tutam hayat-26.10.2013-Azerbaycan