- 864 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Yazar Atölyesi - I
Aradan uzun zaman geçmişti. Kaç yıl olduğunu dahi hatırlayamamıştım. Edebiyat hocam Mehmet Bey, vapurun kıç kısmındaki oturaklardan birinde oturmuş, denizi seyrediyordu. Görevlilerden kaçak bir şekilde içtiğim sigaranın bitmesini bekledim. Sigaram bittiğinde denize doğru izmariti fırlatıp, Mehmet Hocama doğru yürüdüm. Oturaklarla vapurun tutacakları arasındaki daracık yerde yan yan yürüyebilmek göğsümü sıkıştırıyordu. Nihayet Mehmet Hocamın yanındaydım. ‘Merhaba hocam’ dedim gülümseyerek. ‘Merhaba’ diyerek karşılık verdi. Gözlerini kısarak bakıyordu. Tanıyamamıştı. Zaten tanımasına pek imkân vermemiştim. Kendimi tanıtınca, kısarak baktığı gözleri ışıl ışıl olmuştu. ‘Vay Ahmet Façasıyanık, vay!’ diye, lisedeyken sınıfta her ders bana söylediği lakabı tekrarlamıştı. ‘Oğlum, kaç yıldı geçti aradan, ne yaptın, çalışıyor musun’ gibi sorulara memnuniyetle cevap vermiştim. Günün birinde, hiçte beklemediğim bir anda daha önce acısını defalarca duyduğum o soruyu bana yöneltmemesini umuyordum. Aslında soruya vereceğim cevabın netliği olmadığından o soruyu duymak ve cevaplamak zorunda kalmak istemiyordum. Diğer bir taraftan da önceden mühim bir iş yaptığıma dair izlenimler barındıran o soruyu duymaktan dolayı çok memnun oluyordum. ‘Hâlâ yazıyor musun’ diye sormuştu ve ben uzunca bir süre yüzüne gülümseyerek sessiz kalmayı tercih ettim. ‘Pek değil’ cevabı kısa ve nahoş geliyordu kulağa, fakat mana olarak çok şey barındırıyordu. Önceden duyduğum, okuduğum, yazdığım her ne varsa, hepsi bir soruyla beraber yeniden hatırlanabiliyordu. Bağlanılan her şeyin bir gün uçup gidebilme ihtimalini düşünmemek aptalcaydı. Bazen insanlar bir önceki gününe ait var oluşunu dahi kabullenmek istemezlerken, yıllar öncesinden kalan bağların hala canlı olmasının travmatik, bir o kadar da trajikomik arzuların kronik ezberlerine geri dönüşe sebep olduğuna inanırlar. Gerçekten de böyleydi. Ağır geliyordu. Pek söz edilecek yanı yoktu. Değerli olup olmaması diye ayırmıyordum. Klasik bir tabirler pragmatik yaşamayı seçtiğim andan itibaren kaosun merkezi artık bendim. Böylece yazmak için gerekli dokümanları uzakta arama ihtiyacım azalmış, aynı oranda yazma hevesim ve de verimliliğimde azalmıştı.
‘Çalışıyorum özel bir şirkette’ dedim. ‘Evlendim mi’ diye sordu. ‘Yok’ dediğimde gülümsedi. ‘Daha neyi bekliyorsun evladım. Senin yaşlarında iki çocuğum vardı. Şimdiki nesilde bir acayip, evlilikten kaçıyorlar. Şimdi her şey teknolojik olmuş. Eskiden evlenmek derken, gerçekten bir evi karı kocabaştan var ederlerdi. Şimdi bulaşığından, yemeğine her şey teknolojinin taalluku altında…’
Başımı salladım ‘haklısınız’ manasında. ‘Hocam unutmadan telefon numaranızı alayım’ dedim. Kendisine cevap vermeyip, başka bir şey söylemem hoşuna gitmemişti. Sağ eliyle ceketinin altından kemerine bağlı telefon kılıfının fermuarını açtı. Başımı vapurun içine doğru çevirip gülümsedim. Akıllı telefonlardandı. Avucunun içine koydu ve ceketinin iç cebinden gözlüğünü çıkardı. Okuldayken de aynı hareketleri yapardı. Birden o günler aklıma geldi. Zorlandığı anlarda, gözlerinin feri yetişmeyince kelimeleri tam anlamıyla görmeye, gözlüğü yardımına koşardı. ‘Benim oğlan aldı bu telefonu. Hiç anlamıyorum, dokunmatik diyorlar, çok kolay diyorlar ama bana çok zor geliyor. Metroda, otobüste görüyorum, daha ufacık çocukların ellerinde böyle telefonlar var, mühendis gibi kurcalayıp duruyorlar ellerindeki telefonları. Hah, numaramı verecektim değil mi Ahmet? Sen söyle oğlum numaranı da, ben kaydedeyim de sonra seni arayayım.’ ‘Mehmet Hoca Lise’ diye telefon numarasını kaydettim. Vapurdan inip, İskeleden ana caddeye kadar beraber yürüdük. Elini öpmek istediysem de, izin vermedi. ‘Tokalaşmak kâfi evladım’ sözünün ardından ‘Allaha ısmarladık, Allaha emanet Ahmet’ diyerek insan kalabalığının arasına karıştı. Yetmiş yaşına merdiven dayamış birine göre yine de vücudu zindeydi. İşleri halledip, akşam eve geldiğimde yemek yiyecek takatim dahi kalmamıştı. Televizyonu açıp maç özetlerini izlerken, bilgisayarın karşısına geçip bir şeyler yazsam mı diye düşünmeye başladım. Çok zordu. İnsanlığın doğasına aykırı gibi görünen katlanamama psikolojisinin aslında zamanla tornada istenilen kıvama ve forma dönüştürülen malzeme gibi geliştiğini fark ediyordum. Katlanabiliyordum. Dünyada en zor iş olarak düşündüğüm ‘kendime katlanma’ eylemini başarabiliyordum. Bu yüzden edebiyattan uzaklaştığımı iddia edecek kadar duygularımdan uzaklaştığımı ise, televizyonu kapayıp, bilgisayarı açmadan önce elime aldığım kalınca bir klasörün içinden çıkardığım eski yazdığım öykülerden biri hatırlamama yardımcı olmuştu. ‘Öyle Sanmıştım’ diye garip bir isim vermiştim öyküye. Nasıl ve neden bu adı verdiğimi hatırlayamıyordum. Kısa sayılabilecek bir öyküydü. Kendi vücuduna aşık bir kadınla, mesleğine aşık bir adamın aşkını anlatan, üç sayfalık, daha çok karşılıklı konuşmalardan ve gelecekle geçmişin anonim ortaklığından bahseden bir öyküydü. Öykünün sonunda kadın geçmişine dönerek, ‘Siz de daha önce genç olmadınız mı? Niye benimle uğraşıyorsunuz?’ diye bağırıyordu. Adam hiçbir şey anlamıyordu. Sevginin katili olmamak adına kadını suçlayacak bir iz arıyordu ama kadın kadar kendisinin de suçlu olduğunu gelecekte geçmişlerini hatırlayınca anlamaya başlayacaktı. ‘Öyle Sanmıştım’ diyen kadın gibi gelse de, aslında öykü bitince adamın her şeyi farklı bir şekilde öyle sandığını ve bu yüzden silinmesi zor hatalara sebep olduğunu fark edecekti.
Kendime katlanabilmeyi başardığımı sanmıştım. Yanılmıştım. Öyküyü bitirdiğimde ‘nasıl bir ruh halim varmış, bunu yazan ben miydim’ diye kendi ruhuma karşı itirazlarımın sesini yükseltiyordum. Duyacak kimsenin olmayışı ve yalnız başıma gerçeğe başımı yasladığım andan beri hislerimi daha derli toplu akıl süzgecimden geçirebiliyordum. Yine de bir kimseyle paylaşmak arzumun içimden sökülüp atılmadığını, tüm ezberlerin ve hayatı ayakta tuttuğunu iddia ettiğim değerlerin bir hiç olduğunu fark edebileceğim çırpınışlarla göğsüm sıkışmaya, daralmaya devam ediyordu. Kendime geliş yolumda, yapayalnız kalacağımı bilseydim eğer, yine de bu kadar çok dener miydim diye düşünüyordum. Başkalarını anlatan pek çok cümleye sahiptim ama kendimi anlatacak birkaç cümleden dahi daima kaçmıştım. Çünkü anlayamadığım bir şey üzerine kafa yormak canımı sıkıyordu. Yine de bir anlamı olmalıydı dediğim hayatım için, anlamını daha çok sevdiğim öznelliğin çok büyük bir günah olduğunu fark etmem yazmamla beraber başlayan serüvene denk geliyordu. Eğer dünyadaki insanları tek tek çocukların ders kitaplarına araştırma konusu olarak koysalardı, ders kitaplarından çıkartılması gereken ilk kişinin ben olmasını isterdim. Tutucu olmaktan ziyade, anlamlar arasına katılma sevgimin sahici olduğunu gösterebilmek, kendi görüşlerimi hapsettiğim kelimeler arasından beni çıkartıp, farklı bir alana taşıyabilecekti.
Kendi kendime çok konuştuğumu fark edince yatağa uzandım. Telefona kulaklığı taktım ve radyoyu açtım. Radyoda kültür ve sanat programını sunan, ilk önce sesi kontralto gelen sonra öksürüp, özür diledikten sonra daha yumuşak, hatta tatlı sayılabilecek bir sese sahip kadın sunucu günün konusu hakkında konuşuyor ve gelen mesajları okuyordu. Bir dinleyiciden gelen mesaj hem onu hem de beni fazlasıyla etkilemişti. Gelen mesajda var olmanın garip hüznünden bahseden kısa bir öykü vardı. İki yaşlı kadın şehirden uzakta bir lokanta yemek yemektedirler. Biri ‘lanet olsun, ne pis, ne berbat yemekler’ diye bağırır. Diğeri ‘evet’ der, ‘ayrıca ne kadar da az!’ Mesajı gönderen mesajın devamında bu öykünün açıklamasını yapılıyordu. ‘Bu hepimizin hayatına dair özet değil midir? Evet, hayat yalnızlıktır, sefilliktir ve koca mutsuzluklarla doludur. Ama keşke bu kadar kısa olmasaydı.’ Programı sunan kadın da bir süre duraksadı ve hiçbir şey konuşmadı. Araya bir müzik koyarak, kendine daha fazla düşünme payı bıraktı. Belki sigarasını yakıp, içmeye başlamıştı. Ya da tuvalete gidip, tuvalette sigarasını içecekti. Belki de yalnızca tuvalete gidip gelecekti. Bunların hiçbiri de olmayabilirdi ve gerçekten de önceden belirlediği bir şarkıyı çalma sırası gelmişti. Okunan mesajdan etkilenmiştim. Bir an için yataktan kalkıp, aklımda kalanları not alma arzum depreşmişti. Geçici bir arzuydu. Frekans değiştirdikçe uykum bastırıyordu.
…
Mehmet Hocayı gördüğüm günden bir hafta on gün sonra kendisinden telefon gelmişti. Meşgul olduğum için telefona cevap verememiş, akşam eve döndüğümde Mehmet Hocayı geri aramıştım. Yine her zamanki gibi hocalık damarıyla beni düşünmüş ve Şişli Belediye’sinin kültür salonunda verilen yazarlık derslerinden benim de faydalanmam gerekliliğini üzerine basa basa söylemişti. İlk önce vereceğim tepki ve cevapta dahi kararsız kalmıştım. İş güç bir yana, tekrardan yazarlık konusunda, hem de belli bir standart dâhilinde çaba gösterebilmem imkânsıza yakın geliyordu. Telefondaki ses heyecanlı bir şekilde konuşurken, karşısındaki insanın pasifleşmiş, ferini ahtapotların yuttuğu nefes sesleri duyuluyordu.
-‘Ha, unutmadan evladım, Ahmet, bak yarın saat üçte orada seni biri bekleyecek. Bana böyle bir şeyin olduğunu da söyleyen o çocuk zaten. Senin yaşlarda, küçük bir kitapçı dükkânı olan bir çocuk bu! Benim oğlanın üniversiteden arkadaşı. Eskiden bize çok gelip gitmişliği var. Az kitabımı kaptırmadım ona, Ah, ah! Ama çok sakin biridir. Sana danışmadan böyle bir şey yaptım, belki işin vardır yarın. Bilemiyorum, Cumartesi dedim, sorun olmaz ama… Ne dersin evladım? Gitmek zorunda değilsin elbette, fakat senin içinde faydalı olacağını düşünüyorum. Yazmak zorunda da değilsin. Eski yazdığın bir şeyler varsa, onları götürürsün, paylaşırsın oradakilerle. Beğenirler, tartışacakları yerler olur, bakarsınız işte. Olur mu Ahmet, evladım?’
Hayır diyemedim. Evet de dememiştim aslında ama hayır diyememiş olmam gideceğimi gösteriyordu. Mehmet Hocadan ziyade, geçmişimi kıramıyordum. Mehmet Hocanın babacan yaklaşımı da karar vermem de etkili olmuştu ama daha çok gençliğimde yarım kalmış tutkunun tamir edilmesi adına değişik bir deneyim olacaktı. Geçmişini tamir etmek isteyen onlarca kişi aynı salon içerisinde yazarlık dersi alıyordu ve içlerinden biri de ben olacaktım. Bir şey değişmeyecekti, teraziye ağır gelmeyecekti böyle bir hareket.
Gece geç saatlere kadar uyuyamadım. Klasörler içinde eski yazdıklarıma bakınıp durdum. İçlerinden birini alıp, gideceğim yere götürmeyi düşünüyordum. Öğleye yakın uyandığımda böyle bir şey yaparsam eğer, daha ilk günden şık olmayan bir hareketten dolayı varlığım temessül edilmeyebilirdi.
Saat üç olduğunda, kültür salonunun önünde elinde bir çantayla bekleyen adama doğru yaklaştım. Uzaktan sinirli görünen simanın yaklaştıkça aslında düşünceli olduğunu fark ettim. Yavaşça yanına sokuldum ve ‘Osman siz misiniz’ diye sordum. Gülümsedi. ‘Siz de Ahmet olmalısınız?’ diyerek karşılık verdi. Mehmet Hocanın unuttuğu bir şeydi. Ne Osman’ın telefon numarasını bana vermişti ne de benim numaramı Osman’a vermişti. Eski usul, klişe bir metotla –bir başkasının aracı olup, belli bir vakitte aynı yerde bizi buluşturmasıyla- tanışmıştık. Uzun uzadıya konuşacak vaktimizin olmadığını bildiğimden, Osman’ı takip ederek salonun içine girdik. ‘On dakikaya hocamızda gelir’ dediği an, elinde taşıdığı derginin arasına işaret parmağı dikkatimi çekti. Benimle tokalaştığı elde sağ eliydi. İşaret parmağının olduğu sayfa Osman için önemli olmalıydı ki, sıkı sıkıya dergiyi avuçlamış ve müsait olduğu an kaldığı yerden devam edecekti. İşin en gereksiz tarafında kalmıştım ve benimle tokalaşırken acaba sol eliyle dergiyi tutarken yine de parmağıyla kaldığı yerde miydi diye düşünüyordum. İşaret parmağımı ağzıma aldım ve dişlerimle parmağımı sıkıştırdım. Parmağım acıyı hissetmeliydi ve ortamın havasına odaklanabilmeliydim.
Ders alacağımız salona girdiğimizde dikkatimi ilk çeken şey pencereler olmuştu. Küçük çerçeveli yan yana dizilmiş on iki pencere salona ayrı bir hava katıyordu. Açık mavi renkte ve üzerinde benekli bordo desenler olan stor perdeler tavana yakın bir yerden monte edilmişlerdi. Tavan bir kubbe gibi pencerelere doğru yaklaştıkça alçalıyor, salonun ortasına doğru gelindikçe maksimum yüksekliğe erişiyordu. Osman dergiyi açmış, kaldığı yerden okumasına devam ediyordu. Bir an için sıkılmıştım. Oranın da diğer yerlerden bir farkı yoktu. Yalnızlığın mekâna göre değişeceğini ummakta ancak benim gibi işgüzarların marifeti olabileceğini düşünürken, salonun Amerikan tarzı kapı geniş kapısı kapandı ve içeri 50’li yaşlarda bir adam girdi. Osman’a sormak istediğim birkaç şeydi ancak Osman benimle ilgilenmiyordu. Sorularımı sormam için müsait zamanda kalmamıştı. Adam elindeki çantayı masaya bıraktı ve zaman geçirmeden içinden küçük bir dizüstü bilgisayar çıkardı. Masanın arkasında sarkık haldeki projektörün kablosunu bilgisayara takıp, bize doğru döndü. ‘Merhaba arkadaşlar, bugün nasılsınız, iyi misiniz?’ diye genel bir soru sordu. İsmen tanıdıklarından birinin yanına yaklaşıp, geçen ders yazdığı metinsel çalışma hakkında bilgi alıyordu. 50’li yaşlarda, birkaç kitap çıkarmış ve edebi konunda hassasiyeti ülke genelinde olan bir adamın kendi yazdıklarını okuyup, değerlendirmesi genç kızın yüreğini hoplatacak cinstendi. Heyecanı el kol hareketlerinden ve yüzündeki aptalca gülümsemeden anlaşılıyordu.
Osman okuduğu dergiyi kapatmış, oynar tablalı sandalyenin tablasına koyduğu birkaç a-4 kâğıdını eliyle aynı hizaya getirmeye çalışıyordu. Ona baktığımı fark edince gülümsedi. Salondaki insanlar arasında ilk tanıdığım insan Osman’dı ve bu yüzden merak ettiğim şeyleri ona sormalıydım. Dersi veren yazar hocayı bir an için karşımda bulumda şaşırdım. Sınıfta benimle beraber iki kişi daha derse ilk defa katılıyordu. ‘Hoş geldiniz, isminizi öğrenebilir miyiz’ diye kibarca sordu. Bütün sınıf ismimim ‘Ahmet’ olduğunu öğrenmişti. Yazar hoca tekrar masasına doğru ilerlerdi ve çantasının içinden bir tomar kâğıt çıkardı.
‘Geçen dersimizde cesaret bölümümüzde yazdığı paragrafı bizimle paylaşan Filiz arkadaşımızı öncelikle kutluyorum. Sınıf sayısı kadar fotokopi çektirdiğim için bazı arkadaşlarımız Filiz arkadaşımızın paragrafını okumada sıkıntı çekebilir. Paylaşarak okuyalım ve herkes not alsın. Yeni gelen arkadaşlarımız için kısa bir hatırlatma yapalım. Arkadaşlar, her ders sonunda cesaret bölümümüz var. Bu bölümde arkadaşlar kısa veya uzun tek paragraflık bir metin yazıyorlar. Bu metinleri de isteyen arkadaşlarımız sınıf içinde paylaşılması için bana veriyor ve ben de sınıf sayısınca çoğaltıp, herkesin o paragrafı okumasını sağlıyorum. Bir başkasının eserini, yazdığını eleştirmek malumumuz üzere biz yazma eğilimli kişilere garip bir haz vermektedir. Egoların tatmininden çokta, arkadaşlarımızın gelişimi için önemli bir çalışmadır.’
Paragrafı yazan Filiz isimli bir kadındı. Osman’a sordum, ‘ne iş yapıyor, tanıyor musun’ diye.
‘Bankacı, evli, üç dört yaşlarında bir kızı var. Geçen kocası arabayla bırakmıştı onu. Arabada kızı da vardı. Kocası kızlarını alıp hayvanat bahçesine gideceklermiş. Şu yanda bir kız var bak, o da Ayfer. Onunla konuşurken duymuştum.’
Gülünce, Osman’da güldü. Dedikodu yapıyormuş hissinin üzerine bir de Osman’ın karıkocalar gibi malumat vermesi hoşuma gitmişti. O da ne konuştuğunun farkındaydı ama pek takmıyordu. Önündeki kâğıdı işaret parmağıyla başparmağı arasına alıp, havaya doğru kaldırdı. Yazılı olan paragrafı bir kez daha okuyup, diğer eliyle saçlarını karıştırdı.
‘Bir şey anladın mı?’
‘Güzel gibi, yani hoş bir yazı! Kısa ama öz, çok şey anlatıyor.’
‘Bir kadın sevgi konusunda böyle çaresiz düşünmemeli!’
‘Nasıl yani?’
‘Tam olarak yazılanları okuyup anladın mı bilmiyorum ama bir erkeğe böyle seslenmek, kadın için çok tehlikeli bir durumdur. Sevgiyi erkekten ziyade kadın var eder.’
‘O nasıl oluyor Osman? Kafamı karıştırdın. Bir kadın bir erkeği sevemez mi yani?’
‘Sever, elbette sever. Fakat o erkeği severken kendini tatmin ederek sever. Bir kadın bir erkeği çok seviyorsa, o erkek kadının sevgisine saygı duyduğunu anlayabiliriz. Bir nevi sevgiye değer verme kadınlar adına önemlidir. Burada Filiz Hanım’ın yazdıkları bir erkeğin ağzından çıkmış sözler gibi.’
Osman farklı bir yerden konuşuyordu. Bir erkeğin gözüyle kadına bakış açısını, kadınlar dünyasından dolaştırdıktan sonra ortaya çıkarıyordu. Filiz’in yazdığı paragrafı tekrar okudum:
‘...bana sevgiyi öğrettiğini söylüyordu her defasında. Bir başkasının beni bir daha böyle sevemeyeceğini söylüyordu. Bilmiyorum, inandım ona. Sonra... Sonra birden tüm o sevgi dolu sözcükleri kendisi söylememiş gibi sustu, sevgisini içine gömdü. Bir daha benden eski beni bekleme dedi. Oysa kendisi var etmişti vazgeçmekten korktuğum sevgiliyi. Kendi elleriyle yok etmeye uğraştı. Yaptığını yıkıp, orayı terk eden bir usta gibi acımasızdı. Denemedi bir daha. Temeli, bıraktığı yerde demirleriyle çürümeye başladı ve ten hep onun elini, dokunuşlarını bekledi. Ta ki sahip, her şeyi baştan yazana kadar...’
Paragrafı okuduktan sonra Osman’ın insafsızca hüküm verdiğini düşündüm. Bir kadın da şüphesiz erkek rahatlığında bu cümleleri kurabilirdi ama benim anlamak istemediğim nokta sevgiyi kadına hapsetmekti. Osman’ın dediklerine göre sevgi kadında var olan ve erkeğin bu sevgiye saygı duyarak, kadını sevmesiyle beraber adı konulan sevgiyi paylaşma memnuniyetini kadının da karşılık vererek oluşturduğu bir döngüydü.
Zihnim karmaşık cümleler kuruyordu. Önümdeki tablanın üzerinde duran boş kağıda bir şeyler yazıp, salondakilere okumalıydım. Depreşen ve ritmik bir sancı gibi göğüs kafesimden tüm vücuduma yayılan ateşin soğumasını istiyordum. Osman bir şeyler diyordu.
‘Bu da Nuri. Ayağa kalkan. Kapalıçarşı’da çay ocağı işletiyor. Arada gelip gider derslere. Tartışmayı, bir başkasının yazdığı üstüne konuşmayı çok sever.’
Osman’ı dinlerken Nuri’ye bakıyordum. Mavi, uzun kollu bir gömlek giymişti. Kısa boylu, sık ve yer yer beyazlamış saçlarıyla tam bir esnaf görüntüsü veriyordu. Elindeki Filiz’in yazdığı paragrafa ait kâğıdı sallıyordu. Ayağa kalkma sebebini anlayamamıştım. Oturduğu yerden de rahatça konuşabilirdi. Yazar hoca ‘oturabilirsiniz Nuri’ deyince, ben rahatladım.
Nuri oturduğu yerden Filiz’e sordu:
‘Kendini sorguladın mı neden içine çekildiğine dair?’
Filiz Nuri’nin sorusu karşısında şaşırmıştı. Edebiyat dünyasından ayrılmış ve Filiz’in kişisel dünyasına ait pasajlardan cümleler dinlemeye başlamıştık.
‘Kendimi de, onu da ve herkesi de içine çeken sebepsiz meşgaleler yormuştu…’
Nuri ciddi bir şekilde parmağını havaya kaldırdı. ‘Hiçbir şey sebepsiz değildir.’ Yazar hoca dikkatle Filiz ve Nuri arasında geçen konuşmayı dinliyordu.
‘Sonra bir daha bağırmak istemiştim. Kimsenin ruhu bile duymayacaktı aslında ve sebepsiz dediğim meşgalelerin yaşamak için, yaşatmak için olduğuna dair ne çok yük taşıdığını silecektim gözlerimden. Fakat uzaktaydı. Yanındayken kokusunu içine çektiğin teni özlerken için yanıyordu, buram buram…’
Nuri neyzenler gibi başını eğdi. ‘İbrahim olmayı öğrenirsen ateşe dayanıklı olursun.’
‘Ateşin büyüklüğü önemli. İbrahim’i yakan ateş içinde kaç gün durdu, kaç insan ona yardım etti, moral verdi. Bizim kendi ateşimiz içince, ateşi gören kaçıyor. İbrahim gibi yanmak için, İbrahim olmalı! Ama bizim ateşimiz İbrahim’in ateşinden de büyük.’
‘Görenler kaçıyorsa, göstermeyeceksin! Senin yangının seni sınar bir başkası ne diye dokunadursun ateşine? Hayret ki korkutur kimini!’
‘O zaman kendi ateşinle yanıp durmaya ve acıyı beslemeye devam etmeli. Ne güzelsin sen ey ulvi çile!’
‘Acını beslediğin bir evcil hayvana dönüştüremezsin. O senin olgunluğunu besleyen bir yardımcı olmalı. Daha fazlası olmamalı!’
‘Sözcükler bir şeyi icat edemediği gibi, icat olunanın orijinalini bozup, yama etmekten başka bir şeye yaramıyorlar. Ezberden duyuluyor acıyı beslemek, onu evcil hayvana dönüştürmeme ikazları… Apış arasına iyi gelen bir pomat nasıl olur da içteki yaraya faydalı olamıyor? Edebiyat iyidir, süslüdür ama acıları unutturmaktan, zaman geçirmekten başka ne halte yarar söyleyin Nuri Bey? Sizin hangi acınızı dindirdi, söyler misiniz?’
Filiz sinirlenmişti. Sesi hafiften ağlak geliyordu. Nuri yine de cevap verdi.
‘Smokin giydirilmiş cümleler azaltmaz acıyı, sadece küçük lokmalara bölüp öyle servis eder önüne insanın. Acın her ne ise, ezberden duymayan ve duymayacak olan tanıyıp, tanıyabileceğin tek kişi olduğuma inanabilirsin. Ukalaca evet, ama gerçek!’
Osman’a bakınıyordum. Bildiği gibi oyunu oynuyordu ve bilmediği oyunu seyretmeye devam ediyordu. Onun da söylemek istediği sözü olduğunu düşünüyordum. Nedense önündeki boş kâğıtların üstünde tablanın aşağısına sarkıttığı sağ elinin parmakları arasında kalemini döndürüyor ve Nuri ile Filiz’in aralarında geçen karşılıklı edebi cevap verme yarışının bitmesini bekliyordu. Şayet Osman böyle bir şeyi beklemese de, ben umuyordum. Nuri canımı sıkmıştı.
Pencere hizasında oturan, bıyıklı, ceketli bir adam dikkatimi çekmişti. Beynimde kelebekler gibi kelimeler uçuşuyordu. O an için ceketli adamı kendi oyunumun içine dâhil ediyordum. Ceketli adam ayağa kalkıyor ve hışımla salondaki insanlara bağırıyor: ‘Siz edebiyatçı değil, hüzünlerinizin ve başarısızlıklarınızın aynası olacak eserler istiyorsunuz. Sizi bencil hayvanlar, köstebek bozuntuları! Deşmekten ve de var olanın aynısını kopya etmekten başka bildiğiniz bir şey yok! Sizin elleriniz kirli, dilleriniz acı konuşuyor ve ruhunuz hasta. Bir de kalkmış beni eleştiriyorsunuz. Siz önce kendi pis arzularınıza bakın!’ Şaşkın bakışlar arasında ceketli, bıyıklı adam çekip gidiyor.
Her masal yazıldığı an itibariyle artık gerçek olmanın ve eziyet çekmenin mağlubu olacaktır diye bir söz duymuştum bir zaman. Filiz’e bakınıyordum. Kendi dünyasında yer kalmayacak duygusuna kapılmış, yaptığı yanlışlardan dolayı vicdan azabı duyan ve düzgün bir hayatı olsa dahi, yine de göğsü sıkışan, rahatsız olan biriydi. Onu teskin etmenin edebiyatla dahi güç olduğunu fark ediyordum. Ne anlatırsa anlatsın yazarlar, başladığı yere dönecek ve aynı huzursuzluğu derinden yaşayacaktı. Filiz’i rahatsız edecek tüm yazarlardan, yazılardan ve hatta edebiyattan tiksindiğimi, nedensiz bir acı paylaşımına girdiğimi fark ettim. İleri gidip, Filiz’le özel olarak bu konuda konuşmayacaktım. Çünkü onu huzursuz edecek her cümlem, bir gün gelip beni huzursuz edecekti. Osman gülümseyerek Nuri’yi işaret etti:’ Bak nasıl da kızarmış! Çok konuşur, çoğu zaman da boş konuşur. Âlem bu adam!’ Nuri’ye bakarken, aklım hala Filiz’deydi. Çocuğunu, kocasını, akrabalarını düşündüm. Onu mutlu gören herkesin yanıldığını, aslında ruh hali berbat bir kadınla aralarında mutlu gülüşmeler geçirdiklerini hayal ettim.
Sıkıcı bir öykünün sonucu olmayan son cümlelerinden sonra, ‘iyi ki daha iyileri var’ diyebilmenin dâhice zevkini tadacağım an gelmişti. Tüm kadınlar Filiz kadar üzgün olamazdı, olmamalıydı! Eğer gerçekten derinden bir melankoli tüm kadınları sarmışsa, sabah kalktığımız gibi geceye kadar bizi sürükleyecek şeyin vahşi bir belkiden başka bir şey olmayacaktı. En azından yağmur kapıları çalacak ve yüreğin satır aralarına hoş esintiler dolabilecekti. Kimi zaman ıslaklığın önemli olmadığı küfrünü düşünecekti bazıları. Sonra ıslaklık olmadan, ‘aşk ne mi?’ derken, aşk, nemdir diyebilecek insanların hatırlarında dolu yüzlerce bardak gözyaşının kokusunu hayal edecekti aynı kişiler. Çok bekleyecekti herkes. Kat kat camları olan ancak hepsi kırılmış, içerisi dışarının havasıyla aynı olduğu için poşetlerle çerçeveyi kapatmış melodiler işitilecekti. Nereden geldiği bilinmeyen azizlerin elleri öpülecekti. Bir kadının soğuk et parçasından öpüp, sonra başka yolun olmadığını, başka yolun tamamen bittiğini, bu yolun da aynı diğerleri gibi, diğerlerinden önce gelenlerin kirletip bıraktığı politikalarla dolu olduğunu söyleyeceklerdi. İnsanlar söylerler, konuşmaya alışkındırlar. Başka bir yol sorarlar hep ve küfrettikleri yolu seçerler gün gelir. El ele değecek tüm öpüşmeler dağınıktır, araya mesafe girmiş içtenlik yosmalarının gözleri yorulmuş halde önlerindedir. Gözlerimi kapadım. Yazar hoca hem Filiz’e, hem de Nuriye bir şeyler söylüyor, karşılıklı atışmanın dozajını ayarlamaya çalışıyordu. Kelimeler kelebeklerin rengini almıştı. Hafızam geçmişe kazınmış cümleleri tekrardan gözümün önüne getiriyordu.
‘Bir masaldan ibaretti. Şu dağlar, ağaçlar, tüm yaşam alanı esprisiyle doldurulmuş mahalle yığınları, büyük şehirler ve İstanbul!
Çok önem vermeye başlamıştık. Çok değerliydi savaşlarımız, kavgalarımız. Ama dünyanın hiçbir toprağı için bir damla insan kanının akmasının saçma olacağını kimse bağırıp, çağıramıyordu. Susan dudaklar vardı, tükürükleri arasında kaybolan sarı dişler ve yorgunluklarımız.
Beni üzenler kim? Dağlar mı, taşlar mı? Hangi çift şeritli yollar? Asfaltlar mı yoksa? Ruhun betonlaştığı, üzerine bakışların asfalt gibi yağdığı hayattan sıkılmamak için ne olmak gerekiyordu? İlgisiz mi? Alakasız mı?
Beni insanlar yordu.
İnsanlar üzdü.
İnsanlar güldürdü.
Tek başıma bir hiç olduğumu bildiğim halde, herkes neden hiç olduğunu kabul etmiyor diye mızıldanıp duruyordum.
Ağaçlar kesildi, toprak yandı, gübre küstü… Ses etmiyor artık rüzgârlar şehre! Suçu yok hiçbir yolun, asfaltın, mahallenin… Adı önemsiz şehirlerin!
Beni insanlar mahvetti, biraz da içtiğim şu sigara.’
…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.