- 1034 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Öykümüz-1-Dört yapraklı yonca' dan
Öykümüz-1-Dört yapraklı yonca’ dan
EYY ŞİİR …!
Mustafa CEYLAN
*************************
İstanbul, İstanbul olalı böyle bir olayı yaşamamıştı. Senin yüzünden elbette çok daha büyük hadiseler cereyan etmişti. Onları duymuş, öğrenmiştim. Bunca büyük olaydan sonra, bu gördüklerim beni çileden çıkarmaya yetti de arttı bile...
İstanbul sokaklarında, önde iki davulcu, hemen ardında iki çığırtkan, ondan sonra elleri ve gözleri bağlanmış vaziyette eşeğe ters bindirilmiş Şair Figani... Sonra da bütün İstanbul’ un çocukları...
Davullar çalıyor... Davulların gümbürtüsü susunca, iki çığırtkan ellerindeki büyük “varak” lardan, sarayın aldığı kararı ilân ediyor. Esnaf dükkânlarının önüne çıkmış, caddenin ortasındaki bu manzarayı anlamaya çalışıyor.
-“Duyduk duymadık demeyin! Ey ahali! .. İbret olsun diye eşeğe ters bindirilen bu kişi, padişahımız efendimizin vezir-i azamı ulu İbrahim Paşa Hazretleri’ ne yaptığı hakaretten ötürü cezalandırılmıştır. Bundan böyle, biline ki, böylesi azgın ifadelerle devletlümüze söz sarf edenler de, aynı cezaya çarptırılacaklardır! Duyduk duymadık demeyin! ! ! ”
Bu ilânı müteakip, çocukların arkasından gelen bir müfreze saray askerinin önündeki komutanın işaretini alan davulcular başlıyor: “Güm! Güm! Güm! Güm güm de güm güm! ”
İstanbul halkı birbirine sorup, ne dediğini, ne olduğunu, neden olduğunu anlamaya, öğrenmeye çalışıyor. Bilen, duyan; bilmeyene, duymayana anlatıyor.
-“Ne olmuş? Neden olmuş? Ne demiş ki? ”
-“Yapma yahu? Öyle mi demiş? ”
-“Kime? Kime demiş? ”
-“Demek Vezir-i azam İbrahim Paşa’ ya mı demiş? ”
-“Nerede demiş? ”
-“Bir edebiyat meclisinde mi okumuş o beyti? ”
-“Okuduysa ne olmuş? ”
-“Doğru söylemiş vallahi! ”
-“Yazık! Çok yazık! ”
-“İdam mı ederler? ”
-“Ederler... Ederler... Baksana eşeğe ters bindirdikleri yetmez gibi, ellerini gözlerini de bağlamışlar... Vah! Vah! ! ! ”
-“İnsan vezir-i azama öyle der mi? Biraz dikkatli olur! ”
-“Ne demiş ki? ”
-“Ne mi demiş? Daha ne diyecek? Daha ne? ”
-“Demiş ki:
“Dü İbrahim amed be deyri cihan
Yeki pütşiken, yeki püt-nişan...”
-“Ne var bunda canım? ”
-“Ne mi var? Paşa hazretleri Budapeşte’ den gelirken yanında getirdiği heykelleri yaptırdığı sarayın önüne diktirmiş ya... İşte ondan...”
-“Deme yahu? Demek ondan? .. İyi ki, bizim söylediklerimizi duymuyorlar. Yakarlar bizi vallahi! ”
-“Kardeşim, Büyük Yunus ne demiş? ”
-“Ne demiş? ”
-“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı...”
-“Demek şimdi bu Figani’ nin de başı gidecek ha? ”
-“Gidecek elbet! Vezir-i azam bu... Affeder mi? Översen bir kese altın. Yerersen hapı yuttun vesselâm! ”
**
Cihan İmparatorluğu’ nun merkezi İstanbul’ da sonucu idamla biten ilk olaydı bu...
İki mısralık Farsça söylenmiş söz dizimi... İstanbul’ daki edebiyat meclislerinin en parlak simasını ipe götürdü. Sokak sokak teşhir edildikten sonra, ölüme gülerek gitti Figani... O edebiyat meclisinde İbrahim Paşa’ nın heykellerini eleştireceğine, överek göklere çıkarsaydı, keseler dolusu altına kavuşabilirdi. Öyle yapmadı, kıyasıya, korkusuzca eleştirdi. Eleştirdi canını verdi...
Kılıktan kılığa giren, ortamına göre isim değiştiren, nüfus kütüğünde asıl adının “Şiir” olduğunu bildiğim varlık! İşte bu ölüm, senin yüzünden oldu. Sebebi sensin! Öyle değil mi?
Ey benim de başımın belâsı şiir! .. Neredeyse yarım asra yaklaşıyor birlikteliğimiz. Peşindeyim! Taa çocukluk yıllarımdan beri seni kovaladım durdum. Yakalamak istedikçe, daha uzaklara kaçtın. Saçlarının rüzgârında savruldum. Teninin sıcaklığında kavruldum...
Tanıştığımız yıllarda kimsin, necisin, nereden gelip nereye gidersin diye sormadım. Düştüm peşine... Büyülü, muhteşem havana kapıldım. Mıknatıs gibi çekip, yakaladın... Gecelerimi ve gündüzlerimi zehir ediyor, çocuk ruhumu fırtınalar içinde bırakıyordun. Yaşamıyor, sürünüyor ardın sıra koşuyordum...
Bir gün, ten kafesimden ruhum uçmaya vardığında, sebep olarak seni göreceğim. Bunu iyi bilesin... Figani’ yi idam ettirdin, durma, haydi beni de sürükle sehpaya... Haydi! Çağı şu tellâllarını! Hazırla sarayın askerlerini. Davulcular bıkmadan, usanmadan çalıp inletsinler sokakları... Zaten eşeğe ters binmişiz doğuştan...
Kendi halinde yaşayan fakir bir köy çocuğuydum. Bağ bozumlarında duydum adını, ömrüm boyunca dilimden düşürmedim. Kargalı Deresi’ nde “Esvap Yıkama Günü” nde daha yakından tanışmıştık. Unuttun mu?
Figani’ yle de kimbilir nerede, nasıl tanışmıştınız? Kaç yıl birlikte oldunuz? Figani’ yle birlikteliğiniz sana huzur ve mutluluk getirirken, ona şöhret getirdi. Getirdi fakat, sen ölümlere taşıdın o devrin ünlü şairini. Acımadın, vah bile demedin!
Öylesine zalimsin ki! .. Öyle zalim! Eşin, benzerin yok! ..
Figani’ yle tanışıklığınızı bilmiyorum. Ama, dur ben sana, nerede ve nasıl tanıştığımızı anlatayım. Anlatayım da, eziyet ve cefa çektirirken belki insafa gelirsin... Yapmayın, etmeyin deyiverirsin, kim bilir? ..
Başkent Ankara’ nın yanıbaşında bulunan küçük köyün çocuğuydum. Damlı evimizin bahçesindeki akasya, kayısı, dut ağaçlarına konan kuşların cıvıltılarını dinler, yaprakları arasında gün ışığının yaptığı dansı seyrederdim. Harmanda yatmayı, döven sürmeyi, kırlarda-bayırlarda çekirge kovalamayı ve ötelere doğru akıp giden derelerde hayvan sulamayı bilirdim. Dedemin karpuz kabuklarından yaptığı arabayı tozlu sokaklarda sürer, hayvan kıllarından anamın diktiği topumla oynamaya bayılırdım...
Eylül ayının ortalarıydı. Bağ bozumu vakti gelmiş ve köylü cümbür cemaat Kargalı Bağları’ na gitmişti. Çotuklardan toplanan üzümler önce küçük sepetlere, sonra “heğ” adını verdiğimiz boyumdan büyük sepetlere dolduruluyordu. Dolan heğlerin üstü “çıbık” larla örülüp, asma yapraklarıyla kapatılıyordu.
Amcam Ahmet Remzi Ceylan, bağdan üzüm toplarken “ebem”e- Annemin annesi- Hacı Ninem’e- yüksek sesle “mani” ler söylüyordu. Hacı Ninem de her bölümden sonra cevabını yapıştırıyordu. (Amcam köyün destancısı-ozan, anneannem de ağıtçısı-türkücüsü idi.) Bu atışmalar sırasında yükselen kahkahalarla bağlarımız neşeye boğuluyordu. İşte o gün, hicviye’’nin ve mani’’nin nağme nağme işlenişine şahit olmuştum. Babam sorularım üzerine ’mani-türkü-atışma-taşlama-hiciv’”demişti. Bu isimlerin ne anlama geldiğini pek bilememiştim.
Çamaşır yıkama “Esvap Günü” nde, çayın kenarında tüm akrabaların kadınları ve kızlarının Hacı Ninem’ e gelinlerine yaktığı türküleri söylemesi için ısrarlarını hatırlıyorum. Derenin şırıltılarına, kızların tokaç seslerine aldırış etmeden, iki yanına sallana sallana ebem ne güzel, ne hoş söylemişti. Dere şen kahkahalarla dolup dolup taşmıştı.
Köyümüz düğünlerinde dört gün boyunca çalınan davul ve zurnanın özündeydin. Cuma ve Cumartesi akşamları bahçelerde çalınan meydan sazlarının telleri arasından seslenirdin. Sinsin gecelerinde ve halaylarda duyardım sesini...
Tabii bunlar neşeli günlerdeki halindi... Sen gülerdin, ama köyümün bütün insanlarını da güldürürdün...
Senin bir de acılı günlerimizdeki halini biliyorum. Ölümlerde, ayrılıklarda hıçkırıkların arasından bakardın bize... Samsun yolunda trafik kazasında ölen taze gelinin ardından yakılan ağıtlarda gördüm. Sen ağladın, köyüm ağladı... Sonra, amcam bir destan yaktı gelinin kocasının ağzından. O destan köy odalarında, ocak başlarında söylendi. Göz yaşlarımın damlaları arasındaydın. Hicran gölümüzün içindeydin...
Hangi ortamda söyleniyorsan o ortama göre adın var. Hayret doğrusu! Nüfus memuru olsam, seni hangi ad’ la kaydetmem gerektiğini bilemeyeceğim...
Türkü, şarkı, ağıt, mani, gazel, yiğitleme, koşma, koçaklama, taşlama, atışma, mizah, hiciv, güzelleme... Ve daha bir sürü isim... Hepsi de senin...
Tanımakta güçlük çekiyorum seni. Adını değiştirip duruşun şaşkına döndürdü bizi. Her kaba, her ortama uygun yapıya kavuşuyor ve aniden değişiyorsun. Bunu nasıl beceriyorsun? Hayret edişim ondan...
İlkokul yıllarında kitaplarımda gördüm seni. Okudukça, içimi tarifsiz heyecanlar kaplardı. Büyülü mısraların gönlümü ekin ekin savururdu. Defterlerimin yapraklarına bulut bulut işlenirdin. Kalemimin ucunda hece hece, satır satır dans edişini hatırlıyorum. Milli bayramlarda, köyümün belediye meydanında toplanan kalabalığa seni okurdum. Sen, işte o zamanlar benimle birlikte boz yeleli atlar üstünde, Atatürk’ ün emrindeydin. Beraber çarpışırdık düşmanla. Kağnıları cephelere beraber gönderir, Mehmetçiği birlikte selâmlardık. Köyümün insanlarının olanca yarısı bana ise, yarısı da sanaydı.
Köyümüz gençlerinin askere uğurlanmasında yine kahramanlık dolu, yiğitlik tüten halini görüyordum. Onlarla birlikte nöbetlerde duran ikimiz oluyorduk.
Hatırlıyorsun değil mi? ..
Yayla akşamlarında parlayan yıldızlara birlikte uzanır, kuzuları, davarları derede kavalımla sularken yanımda yine sen bulunur, sarı çiğdemlerin nefesini sunardın bana. Biliyorsun değil mi? ..
Eşin, benzerin yok dedim. Zalimden zalimsin dedim. Yanılmışım.. Kusurumu bağışla! Sen her şeysin, gönlümüzün sesisin... Kabahat sende mi, yoksa bizde mi bilmiyorum? Sen ortamına göre şekil aldıkça, bizler de gönlümüzden geçen ismi sana verivermişiz...
Sen de, bu hareketimizi karşılıksız bırakmadın. Biliyorsun... Sana tutkun olan, seni yazan, seni söyleyenlerin isimlerini kısaltmada ustalaştın. Onlara “şair, ozan, âşık” ön isimlerini takıp, memleketleriyle özdeşleştirip, soyadlarıyla veya taktığın lâkap- mahlaslarla hitap edilmesini temin ediyorsun. Kendini tanıtırken, şairi-yazarını da kendince bulduğun bir metodla tanıtıyorsun.
Senin karşılık vermediğin hangi hareketimiz var ki... Her hareketimizi değerlendirmekte birinci sıradasın. Yanlış yapsak, doğru yapsak, ağlasak, gülsek, düşünsek, ayrılsak, kavuşsak vb. her icraatımıza mutlaka bir yanıt bulursun. Elinden kurtulmak mümkün değil...
İdam sehpasına sürüklediğin Figani’ nin nüfustaki adı neydi? Onun gerçek ismini unutturup, zihinlerden ve kayıtlardan silip, ona verdiğin mahlasla günümüze kadar taşıdın değil mi?
Bana göre, mukaddes bir kudrete sahipsin. İlâhi yapınla dimdik ayakta duruyor ve asırların acımasız dişlilerine yenilmiyorsun.
Tövbe... Binlerce tövbe! Belki de, Hazret-i Adem’ in Cennet’ ten kovulması sırasında Havva anamızın ağzından senin o gülen halin döküldü. Şeytanla işbirliği ediverdin o esnada. Girmediğin yer, kap yok ya... Şeytana bile uyar, şeytanı bile yola getirirsin. Elmanın yenilmesine sebep sensin herhalde? ..
Çünkü sen, yeri ve zamanı geldiğinde şeytanı da önüne katar, kovalarsın. Mevlid’ de, Büyük Yunus’ un dizelerinde, Hacı Bayram’ da, Hacı Bektaş’ ta, Mevlâna’ da mısra mısra, destan destan okunan kimdi? Onlar şeytanla-nefisle savaştılar. O arada, sanki ben mi vardım, ben? Elbette ki sen vardın...
Tüm ilkokul tahsilim sırasında her bayramda öğretmenlerim seni elime tutuşturmuş, köy meydanındaki milli bayramlarda seni ezberleyip okumuştum. Öyle cazibeli bir hâlin vardı ki... En güzel oyun ve oyuncaklarımdan daha iyi idin. Bazen iki, üç şiiri birleştirip, bayram yerindeki hoparlörden, her mısrandaki manâyı vurgulama yapmak gayretiyle bağıra, çağıra seni okur, büyük alkış alır ve sonsuz haz duyardım.
Köyümün Pazar yerine omzunda bir radyo, boynunda bir tahta tabla ile insanlar gelir ve “destan-ağıt” ları yanık yanık okurlar ve büyük kâğıtlarda 20-30 kıtadan oluşan ağıtları-destanları ve Leyla ile Mecnun, Köroğlu, Yunus Emre, Karacaoğlan’ a ait kitapları satarlardı. Bir hafta boyunca harçlıklarımı biriktirir, Ankara-şeğer’den gelecek o destancı amcayı bekler, bir destan ve kitap alır, kısa zamanda kendi köyümde daha önce cereyan etmiş acıklı bir olay üzerine kendimce destan yazar ve amcama, arkadaşlarıma, anama okurdum.
Okuldaki duvar gazetesi elimde şekillenir ve kenarlarını renkli kalemlerle süslediğim kâğıtlara seni yazar asardım. Amcam, çok kültürlü birisiydi. Çokça dini ve tarihi kitap okur, Peygamberler tarihini en ince teferruatına kadar bilir, konuşmalarında yeri geldiğinde o tarihçeden örnekler verir ve görüşlerini bildirirdi. Amcamın yazdığı, yaklaşık 20-30 kıtalık uzunca destanlar elden ele, evden eve yazıla yazıla dolaşırdı. Köyde meydana gelen acıklı veya gülünç bir olay hakkında ertesi gün amcamın ne dediği merakla beklenirdi. Amcam, ilk okulu bitirmişti ve muhtardı. Bel ki de 35 yıl kadar muhtarlık yaptı. Doğduğum yerin tarihinde en uzun muhtarlık görevi yapmış insan olduğunu sanıyorum ve onun hizmetlerine yakınen şahit olmuş birisi olarak adının bir sokağa veya caddeye Belediye tarafından verilmemiş olmasına kahrediyor ve üzülüyorum.
Hacı Ninem ve anne annem ise okuma yazma bilmezdi. Askerdeki dayımdan gelen mektubu bana okutur, cevabını bana yazdırırdı. Her mektubu da mutlaka bir mani-şiirle tamamlardı. Köyün en iyi ağıt yakan veya düğünlerde en iyi türkü söyleyen insanıydı. Türküleri güncelleştirir, daha doğrusu mahallileştirir, gelinler ve kadınları gülmekten veya ağlamaktan kırar geçirirdi.
Sanırım 1965 veya 1966 yıllarıydı. Orta okula gidiyordum. Rahmetli Zeki Müren, o zamanlar sağdı ve popülâritesi de çok yüksekti. Babam, her gün Adalet ve Zafer gazetesi alırdı. Günlerden bir gün, o gazetelerden birinde Zeki Müren’in parti kuracağına ilişkin bir haber okumuştum. Oturdum, “Kim dedi parti kur? / Şarkını söyle dur! ” diye bir şiir yazdım. Babam yazdığım bu şiiri çok beğenmiş olacak ki, bir kâğıda yazıp kendisine vermemi istedi. Bir hafta sonraydı, sanırım 3 tane Adalet Gazetesi ile eve geldi. Beni tebrik etti, kucakladı ve öptü. Zeki Müren’ e yazdığım şiirimi gazeteye göndermiş, gazetede şiirim yayınlanmıştı.
Gazeteyi görünce havalara uçtum. Bir tanesini alıp, amcam dahil, bütün konuya komşuya gösterip okudum. Günlerce o gazeteyi elimden düşürmedim.
Yaz tatillerinde gittiğim Kur’an kurslarında da Arapça’ yı kendimce icad ettiğim (elif- be – te – se / Hocam geldi derse) misalinden şiirsel bir metodla çok güzel sökmüştüm.
O çocukluk dönemlerinde, o ilkokul ve orta okul dönemlerinde seni yazdığımdan, sınıfımda ve okulumda ayrıcalıklı ve öncelikli bir yerim vardı. Bu farklılığı sen yaratmıştın. Öğretmenlerim ve okul idaresiyle, arkadaşlarım ve sevdasından yanıp tutuştuğum bir kız, seni yazdıkça beni daha bir başka sever ve takdir ederlerdi. Adım “şair”e çıkmıştı. Öğretmenlerim de Türkçe derslerinde, şiir konularında bana özel görevler vererek, beni araştırmaya sevk ederlerdi.Tahsil hayatım boyunca Türkçe ve Edebiyat derslerimden senin sayende 95 bile almadım, hep 100 üzerinden yıldızlı-aferin 100 aldım. Çok sağ ol! Sen olmasaydın, bu başarıyı elde edemezdim.
Doğduğum köy ilçe olmuştu, ama henüz Lise yoktu. MKE Barut Fabrikası’ nın sağladığı bir “talebe otobüsü” ile Ankara’ daki liseye okumaya giderdik. Veya trenle...
Lise yıllarında da, sen hep içimde, damarlarımda, nefes alışımdaydın.
Ankara Başkent Lisesi’nde rahmetli Edebiyat öğretmenim İrfan ZÜLFEKAR (Nikâh şahidimdir) ’da seninle sarmaş dolaş oluşumu bildiğinden, tüm ödevlerimi, kompozisyonları bile şiirle yapmamı isterdi ve hep yıldızlı-aferin pekiyi alırdım.
O yıllarda Ankara’ da yayınlanan Tasvir gibi bazı gazetelerdeki sanat sayfalarında şiirlerim yayınlanırdı. Bazen de fotoğrafımla birlikte yayınlanan şiirler bulunan gazeteleri, okula getirir, öğretmenlerim ve arkadaşlarıma okurdum. Seni sevdiğimden, sana vurgun olduğumdan hep gözde bir öğrenciydim.
Gene lise yıllarında ilçemdeki Hüseyin Özcan’ ın kahvehanesinin duvarına günlerce kendi ellerimle kartonlara yazdığım bir “duvar gazetesi” ni asar ve üç günde veya haftada bir yeni sayısını hazırlar ve oradan ilçe halkına seslenirdim. Hep sen, o kafiyeli ve sihirli halinle en büyük silâhımdın...
Günlerden bir gün... Ankara Samanpazarı’ nda Esenpark vardı. Orada Elmadağ otobüsü beklerken, şimdiki Numüne Hastahanesi karşısında bulunan bir büfeden İsa KAYACAN’ ın “DÖNEMEÇ” isimli şiir kitabını satın aldım. Bir solukta okudum.
İşte DÖRT YAPRAKLI YONCA’ nın bir yaprağı ile tanışmam, böyle, yani kitabını okuyarak gıyaben olmuştu. “Dönemeç” gerçekleşiyor, adımladığım “sencileyin” yolculukta, yeni umut ufukları açıyordu.
Bir zaman sonra aynı büfeden “HİSAR” isimli bir dergi satın aldım. DÖRT YAPRAKLI YONCA’ nın ana yaprağı, baş kumandanımız, mânevi babam Ahmet TUFAN ŞENTÜRK ismiyle de gıyaben Hisar Dergisi ile tanıştım.
Lise yıllarında “hece” ve “aruz”la şiir yazmaya çalışıyor, Ankara’ da duyduğum, gazetelerden öğrendiğim tüm şiir etkinliklerine sadece izleyici olarak katılıyordum. Gazeteler ve bazı dergilerde de şiirlerim yayınlanmaya devam ediyordu.
Her ay aldığım “HİSAR” dergisi’ne belki yayınlanır umuduyla “Üç Güzeller Çeşmesiyim” başlıklı şiirimi göndermiştim. Bekledim, yayınlanmadı. Daha önce bazı gazetelerin sanat köşeleriyle dergilerinde “hece” veya “aruzla” yazdığım şiirlerim yayınlanmıştı. Ama, bu özellikle Ahmet Tufan ŞENTÜRK’ ün ve öteki şairlerin HİSAR’ da yayınlanan “serbest vezin” şiirlerinin etkisinde kaldığımdan ilk defa kaleme alınmış ve Hisar’ a gönderilmişti. Orada yayınlanmayan şiirim şöyleydi:
ÜÇ GÜZELLER ÇEŞMESİYİM
Ben Anadolu’ nun bir köyünde
Şırıl şırıl akan
Üç güzeller çeşmesiyim:
“Derdiçoklar Köyü” nün
Çeşmesiyim, her şeyiyim.
Suyumu içer insanları,
Akan sularımda oynaşır
Mini mini elli, yama yama giysili
Ve de sümüklü çocukları...
Benim derdimi ancak
Etekleri umut olan çınarlar bilir,
Bir de yıldızdan yoksun geceler...
Şırıltılarım sevişir karanlıklarla
Buselerim ağlar yosunlu taşlarda.
Gece bir kurşun atımı sabaha yakın
İnmeden horozlara tasalar gökten,
Bir sevgi yağmuru başlar
Karanlıklardan
Aşağılara doğru...
Yıkanırken kuşlar yuvalarında
Uyku tüterdi köyümün bacaları.
Yağmurla birlikte
İnerdi aydan üç güzel
Her gece
Ama her gece inerdi, usul usul...
Gülümserdi sularıma,
Kana kana içerlerdi üstelik...
Ay ışığının etekleri altında
Sevişirdim onlarla gün ağarasıya,
Nur yumağı ellerinde
Birikip kalmak isterdim ebedi...
Köyümün cefakâr imamı Hamza dayı
Okuyunca sabah ezanını minareden
Damarlarım boşalırdı sanki aniden...
Giderdi göklerin güzelleri geldikleri yere
Giderlerdi gecelere...
Ben sarılırdım dualara,
Yanık insanların yanık dualarına...
Onları, bekler bekler akardım
Ama hep onlar, hep onlar için...
İşte böyle... Bu arada, “VARLIK” isimli dergi de aldığımı, fakat bu dergide o yıllarda yayınlanan ’anlamsız’”şiirleri pek beğenmediğimi de söylemeliyim.
Okulda, arkadaşlarımın istediği her şiiri anında yazar ve onlara hediye ederdim. Okul çevresinde, ilçemde, aile arasında “şair” olarak tanınmıştım.
1971’ de lise bitti. Aynı liseden halen eşim olan Gülay’ la nişanlanmıştım. Nişanlım Ankara’ da bense 40 Km uzaktaki ilçemde ikamet ediyordum. Bu arada hikâyeler veya manzum hikâyeler de yazıyor ve bunları çeşitli gazetelerde (Tasvir, Gündem, Bizim Anadolu, Hergün, Son Havadis vb.) yayınlatıyordum. Nişanlım için yüzlerce şiir yazdım. Yazdıklarımı bir kitap hacminde toplar, kendi ellerimle yaptığım renkli ve süslü zarflarla ona postalardım. 7-8 adet kitap yazdım sanırım.
Ankara’ da İlk Halk Kütüphanesi Ulus’ ta idi, bir de Türkocağı’ nda kütüphane vardı. O kütüphanelerde ne kadar şiir kitabı varsa okumaya çalışır, sana olan susuzluğumu gidermeye çabalardım.
1971’ de Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ nin Makine Mühendisliği bölümüne kaydoldum. Okul yıllarında “ülkücü” kesim içinde yer aldığım için, bu kesimin gazete ve dergilerinde yazı ve şiirlerim yayınlanıyordu. “Bozkurt, Ülkü, Töre, Hergün, Bizim Anadolu” gibi gazete ve dergiler, artık benim eserlerimin yayınlandığı yerler olmuştu. Yapılan şölenler ve etkinliklerde şiir okumam istenir, her okuyuşumda da müthiş alkış alırdım.
“Hergün” gazetesinde sık sık “Tozan Turan” diye bir imzaya rastlardım. Özellikle “Kaynayan Kazan Ortadoğu” başlıklı yazılarıyla anarşist- sol örgütlenmelere yüklenen bir imza. Günlerden bir gün, “Tozan Turan” ile bir toplantıda tanıştım. Ufak boylu, son derece zayıf, kibar birisi karşımdaydı ve adı da “Tozan Turan” değil, Sami ATEŞ’ ti. İşte yoncamın üçüncü yaprağını da bulmuştum.
Ancak, bu arada başıma bir de felâket geldi diyebilirim. 12 Mart 1971’ de “muhtıra” verilmişti. Sıkıyönetim ilân edilmişti. Ben de “Genç Ülkücüler Teşkilâtı Elmadağ Şubesi” başkanıydım. Elmadağ’ da lise yeni açılmıştı. Lisede bazı öğretmenlerin “komünizm” propagandası yaptıklarını ve bizim teşkilâta mensup öğrenciler üzerinde baskı uyguladıkları haberi gelmişti. Gençliğin verdiği heyecan ve söz dinlemez tavırla, teşkilâttan beş, on kişiyle liseye gittik. Orada bulunan öğretmenlerden önceden isimlerini bildiğimiz, şahıslarını bildiğimiz bize göre “solak” öğretmenlere baskı uygulamaya kalktık. “Bizim arkadaşlarımıza baskı uygulamayın” diyorduk. Olacak iş mi? Şu işe bakın hele! Ne olduysa ondan sonra oldu, okuldan dağılıp kaçtık. Bir süre sonra emniyete ait bir araçla bizleri teker teker topladılar. İfademizi aldılar ve savcılığa sevk ettiler.Bizim başımızda bizden büyük ülkücü öğretmen ağabeyler (meselâ Mürsel Sümer ismini unutmadım) de vardı. Hiç birisi ortalıkta gözükmedi. Savcılıktan sonra, hakim huzuruna çıktık. Ben başkan olduğum ve Erol Kararaaslan’ da yardımcım olduğu için ikimizin eline “tevkif müzekkeresi” diye bir kâğıt verdiler. Bu iki kelimelik cümlenin anlamını bilmiyordum. Taktılar kelepçeyi kolumuza ve ilçede “muharrem’in dam” olarak bilinen cezaevine attılar. Hapisteydik. Orada adam bıçaklayan, öldüren; hırsızlık yapan, ne bileyim daha bir çok suçtan içeri düşmüş insanlar vardı. Tam 17 gün tutuklu kaldık.
Ceza evinde Ankara’ da “Dost Yayınevi” sahibi, Remzi İNANÇ adında, "komünizm suçlamasıyla hapis olmuş" bir yayıncı da vardı. Bir de “nurculuk” tan tutuklanmış, Elmadağlı ince, zayıf, efendi bir adam vardı. Onlarla ve diğer mahkumlarla orada dost olduk. Gece yarılarına kadar sohbetler yaptık. Bir gece de hayatımda hiç yapmayacağım bir olaya orada iştirak ettik. Hapishanedekiler nerden bulmuşlarsa “esrar” içiyorlardı. Bize de içirdiler. O “meret” i içtikten sonra, nasıl acıktığımızı hiç unutamıyorum. Erol’ un babasının dükkânından gelen sucukları o gece bir yiyişimiz var dı ki, anlatamam.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra, öteden beri adını duyduğum ve birkaç kere karşılaştığım, fakat nedense bir türlü ısınamadığım bizim Elmadağ- Yenimahalleli Mustafa Korçak ve Ankara’ dan bazı ülkücü arkadaşlar ziyaretimize geldiler. Hapishanede onlarla resim çektirdik. O resim halâ bende var. Hapishanede iken nişanlı idim. Birkaç gün sonra da, rahmetli Kayın Pederim Mehmet Fuat Birinci, ziyaretimize geldi. Onun karşısında, orada ne kadar ezildiğimi ve mahçup olduğumu da unutmuş değilim. Neyse, rahmetli Kayın Pederim, bizim ceza evi öykümüzün esasını öğrendi de biraz rahatladım.
Tabii, bu 17 gün tutuklu halimizdeyken de çokça şiir yazdığımı biliyorum. Bu şiirlerden birisi de “Sesleniş” adını taşıyor.
“Sesleniş” şiirim halâ ezberimdedir. Şiir şöyle:
SESLENİŞ
Doğru söyleyeni
Dokuz köyden kovarlarmış
Onuncu köyden sesleniyorum
-“Yine seni seviyorum! ”
Körler pazarında ayna satılmazmış,
Sağırlar pazarında sevda satıyorum
Gün boyu haykırıyorum:
-“Yine seni seviyorum! ”
Her neyse, hapishane’ den 17 gün sonra “tahliye” olup çıktık. Bu sefer başladı, devam etmekte olan davamızdan “beraat” etmek telaşı. Birkaç gün sonra, MHP Genel Merkezi’ne gittik. Orada Sadi Somuncuoğlu ile görüştük. Partinin genel sekreteriydi. Bize avukat olarak o yıllarda sanırım Ankara Merkez Vaizliğinden emekli bir muhterem zat tavsiye edildi. Ulus’ ta idi yazıhanesi.Gittik, bir sürü tavsiyelerde bulundular. Bizim davamız partinin takip ettiği davaların yanında herhalde hafif kalıyordu. İlçemizde ki bir avukata vekâlet vermiştik. Savunmamızı o yapıyordu. O avukatın da hakkını ödeyemem. Dava sonunda, ben cezaya çarptırıldım, arkadaşım Erol suçsuz bulundu. Erol’ un amcasıgil’ in evindeydi adliye ve babasıyla birlikte akrabaları adliyedeki hakimlerle araları iyi sayılırdı. Onun suçsuz sayılmasında bana göre etkisi olmuş olabilir.
Neyse, bu konuya burada bir virgül atalım da, şiirsel yolculuğumuzu anlatmaya devam edelim.
Bu kere, serüvenimizi Ankara’ ya yönlendirmiştik. Ankara’ da yapılan toplantılarda rahmetli üstadlarımdan Necip Fazıl Kısakürek ile Arif Nihat Asya’ yı anmadan geçemiyeceğim. Her ikisinden de çok dersler aldım. Hayatımın ikinci dönemeci, hocalarımla karşılaştığım andı.
*
Yaprağın birincisi Hisar’ dan Ahmet Tufan ŞENTÜRK, ikincisi DÖNEMEÇ şairi İsa KAYACAN, üçüncüsü Sami ATEŞ’ ti.
Sami ATEŞ ile zaman zaman bir araya geliyor, çeşitli sohbetlere ve toplantılara da iştirak ediyorduk. Bu toplantılardan birisinde yonca yapraklarımdan birisi olan İsa KAYACAN’ la tanıştım. Tanıştım ama, karşıma müthiş bir dünya daha çıktı. Anadolu... Anadolu basını...
Üstelik yoncamın bu yaprağı, “Tanıdığım Ozanlar” deyip, sorular soruyordu. Şiir anlayışımız, dünya görüşümüz, özlemlerimiz, yaşama biçimimiz, yayınladığımız eserler hakkında bilgiler istiyor ve bunları kısa zamanda kitaplaştırıyordu. Peşpeşine bültenler yayınlıyor, arı gibi çalışıyordu... Kayacan adı, can oluşunun yanında, bazı meselelerde kaya gibi sağlam oluşunu ışıklarla ve kalem fırtınalarıyla müjdeliyordu. Önümde Tekirdağ - Yeni İnan Gazetesinden, Van 2 Nisan’a, Kayseri Hakimiyet’ ten Rize Zümrüt’ e kadar koskoca Anadolu sayfa sayfa açılıyordu...
Bu açılış sırasında, komutan Ahmet Tufan Şentürk’ ün direktifleri, Sami Ateş’ in alev alev yanan devlet ciddiyeti ve estetik anlayışı benim ruh kökümde fırtınalar estiriyordu.
*
İnsanlık var oldukça var olacağını biliyorum. Kıyamet kopana kadar bizimlesin. Hangi şekilde, hangi halde ve yeryüzünün neresinde bulunursak bulunalım, sen de bize uygun, bizimle olacaksın...
Hattâ, fanilik gömleğini giyen bizler toprak olup gittikten sonra dahi, yaşamaya devam edecek, kıyameti bekleyeceksin. Hoşuna giden şairini-ozanını-aşığını o kıyamet gününe kadar yaşatacak, adını taşıyacaksın. Mukaddes kudret sahibisin derken, bunu belirtmek istiyordum. Ceza senden, mükâfat senden....
Kâğıt, kalem, yazı, matbuat icad edilmeden önceki yıllarda, en uzak mesafeleri ne de kolay kat ederdin. Yurdun bir ucunda türkü mü oldun, öteki ucunda aynı nakaratla söylenmeye başlarsın. Rüzgârla mı ortaksın? Gün ışığıyla mı? Kim taşır seni, onca kilometrelerin ötesine...
Sazdan saza, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa köy odalarından köy odalarına, düğünlerden düğünlere öylesine hızlı giderdin ki, padişah fermanlarının hızı bile yetişemezdi.
Şimdi telefon, telsiz, radyo, faks, internet çıktı... Ya o günlerde, şimdinin hızına ermeyi nasıl başarmıştın ki? Şimdi bu kadar araç, gereç, tesis, insan, kadro var. O yıllarda bunların hiç birisi yoktu. Ama, sen uçarcasına gider, ulaşmak istediğin yere hemen varırdın...
Koskoca bir ulusun ortak nabzı oluverip çıkışın var ya, beni asıl büyüleyen halin de bu...
Aşılmaz kale surlarını aşan Yeniçerilerin ve mehter davulunun kahramanlık destanını sunan, surlarda gedik açıp, bayrakları dalgalandıran kim?
Sarayların veliaht odalarında türlü sazlarla şarkılarda yaşayan kim? Gemilerin yelkenlerini şişiren rüzgâr kiminle güçlüdür?
Konuş haydi! .. Susma! ! !
Hınzır seni! Gülümsemende, bu enteresan tebessümünde neler gizli? Tümünü çözüyor ve anlıyorum.
Atalarımızın ana yurdunda dikili bulunan “Orhun Abideleri” üzerine nakış nakış işlenmişsin. O nakışlarla asırların üzerinden sesleniyorsun. Diyorsun ki:
“Ey Türk, Oğuz Beyleri! İşitin!
Yukarıda mavi gök çökmezse,
Aşağıda yağız toprak delinmezse
Senin dilini,
Senin töreni,
Kim bozabilir? ..”
Güzeli, iyiyi, faydalıyı buluverdin mi, hemen üstüne alıyor, sinesine basıyor, asırların ötesine kadar taşıyorsun. Kalıcılık, ölmezlik ve unutulmazlık ellerinde gerçek oluyor. Ellerinle taşımadığın hiçbir söz, geleceğe kalmıyor. Taşıdıklarını, kıyamete kadar yaşatan, onlara ruh ve direnme gücü verensin...Eserini taşımakla kalmıyor, yazarını, söyleyenini, yani şairini de taşıyorsun. Toprak olmuş, yerin yedi kat dibinde mahşeri bekleyen kişileri, yerin üstünde yaşatan yegâne güçsün...
Devirler değişti, yöneticiler değişti, ancak şiir yazanın kaderi değişmedi. Şiir yazana şair dendi, ozan-aşık dendi. Sazla sözü birleştirip kelimelere ruh kazandıranların kaderleri acı çizgilerle çizildi. Saz çalmasa dahi, dil söyledikçe iğneledi, cımbızladı... Yüksek yerleri dilim dilim indirmeye çalıştı... Korkusuz şairin sözcükleriyle dağlar oyuk oyuk oyuldu. Karanlık aydınlığa, yokuş inişe dönüştü. Dönüştü ya, kader dokusunu örmeden edemedi...
Eşeğe ters bindirip sokak sokak gezdirdiğin ve sonra öldürdüğün Figani, son kurbanın değildi. Osmanlı döneminin ilk kurbanıydı... Figaniler bitmez, tükenmez elbette... Vezirler yaşadıkça, Figaniler de yaşayacaktır. İbrahim Paşaların icraatları ayyuka çıktıkça, Figanilerin söylemleri de çoğalacak. Çoğaldıkça da gündemin birinci sırasına oturacaktır.
Çünkü, arada sen varsın. Figani’ yi ölüme sürükleyensin. Alnına silinmez yazıyla mıhlanmışsın. Kaderimizsin...
*
Cihan İmparatoru, çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmet’ e Fatihliğini bir kenara bıraktırarak “Avni” adını takan sensin. O da yetmez gibi ulu hakan Kanuni Sultan Süleyman’a da “Muhibbi” mahlasını verdin.
Yeryüzüne düzen-intizam veren, nice orduları dize getiren Sultan ve Hakanlar, senin karşında dize geliyorlar, isimlerini değiştiriyorlar... Nasıl bir büyüdür ki, işlemediği yürek yok... I. Sultan Ahmet’ e “Bahti”, IV. Sultan Murat’a “Muradi”, III. Sultan Selim’ e “İlhami” diyen yine sen...
1069 yılında telif edilen “Kutadgu Bilig” kitabında sen varsın. Türk Ordusunun komutanının nasıl olması gerektiğini mısra mısra, kafiye kafiye tarifliyorsun. Diyorsun ki:
“Yanut berdi öğdülmüş aydı ilig
Yagıkça tuçı bolsu üstüğ elig
Siziksiz gerek bekke sü başçısı
Yaraşmaz yagıdan kötürse usı
Bu işke idi kurç katığer gerek
Başında keçürmiş tükel tun yürek
İdi ök uluğ iş bu sü başlamak
Çerik tüzmeki hem yağını sımak
....................................................”
Bazen tabiatın içinde, yanımızda, yöremizdesin. Bazen de hayâl ve düş dünyamızda, tabiatüstü güçlerlesin... Dede Korkut’ un “Tepegöz ve Deli Dumrul” hikâyesinde tabiatüstü güçlerle savaşını biliyorum. Atalarımla birlikte Anadolu’ ya taşıdın o hikâyeleri. Taşırken, sadece şiirsel ifadeleri değil, nesrini de getirdin. Destanla halk hikâyesi arasındaki bu on iki hikâyeyi ölümsüzleştiren sensin... Ancak, XI. Yüzyılda, hattâ o yüzyılın ikinci yarısında yazıya dökülebildi Dedem Korkut’ un anlattıkları. Bu hususu iyi biliyorsun değil mi?
12. Yüzyıl tasavvuf şairimiz Hazreti Türkistan diye isim verdiğimiz Ahmet Yesevi’ yi Türkistan’ ın Yesi Kasabasından Anadolu’ ya boy, boy, soy, soy nakleden sensin. Hece ölçüsü ya da Halk edebiyatı tarzında Türk dilimizle şiir yazan, Buhara medreselerinde yetişen, dönemin ünlü hocalarından ders gören, Yusuf Hamedani’ nin dergâhına girerek “icazet” alan, Anadolu’ nun Türkleşme-İslâmlaşmasını temin eden hareketin liderini günümüze kadar taşıdın. Tebrikler sana! O’ nun “Divan-ı Hikmet” ini gözlere, gönüllere sundun. Kutluyorum seni!
*
Dünya üzerinde ne kadar ulus varsa, tamamında sen yaşıyorsun. Bütün ulusların duygu adamlarının dilindesin.
Milâttan Önce VI. Yüzyılda yaşamış olan Aisopos (Ezop) iğneleyici ve yerici bir dille, masallarla (fabl’larla) öyküler söylerdi. Delfi Tapınağı’ ndaki din görevlilerine sorduğu sorular yüzünden, din ulularınca bir uçurumdan atılarak öldürülmedi mi?
Milâttan Önce I. Yüzyılda, ünlü Hint Filozofu ve yazarı Beydaba, ki Ketku adlı bir Türk’ tür- zulmüyle tanınmış hükümdar Depşelem’ i hayvan hikâyeleriyle uyarmadı mı?
Gene Milâttan Önce 106 yılında doğan Çiçero, Sezar’ ın ölümünden sonra, senatonun en güçlü adamıyken yaptığı konuşmalar içinde gizlendin. Ne oldu sonunda? İkinci Triumvirlik kurulunca Çiçero’ da ölüme mahkum olmadı mı?
Demosthenes (M.Ö 394-322) ömrü boyunca yurdu için çırpınıp, çalıştı. Yaptığı hitabetlerle savaşları durdurdu. İskender karşısında yenik düşen Atinalıları görünce M.Ö 322’ de zehir içerek canına kıyarken yanında sadece sen vardın. Sadece sen! ..
“Şiir kapılarına “Muse’ lerin (İlham perilerinin) sayıklanan nefeslerini almadan yaklaşarak, salt hünerle şair olabileceğini sananlar, gelişmeden uzak kalır ve sağduyu ile yazılan şiirler, ilhamdan gelen şiirlerle kusufe (güneş tutulması) uğrar’ diye”n ünlü Yunan filozofu Eflâtun (Plâton) u da unutmadın değil mi?
Hele birazcık bekle... Daha çok, çoook anlatacaklarım var.
*
Nasıl süzülüp duruyorsun karşımda? Dört dörtlüksün mübârek! .. Yada failâtün, failâtün, failün der gibisin...
Ne o, yüzün gülmeye başladı? Gülmek yakışıyor sana. Unutma!
Benim Yüce Din’ ime benziyorsun. Hoşgörü sende. Af, bağışlama ve iyileri ödüllendirme sende. Kötüleri cezalandırma sende. Bir de, insanı insan olarak kabul edişin var. Erkek veya kadın diye ayırmıyorsun. Rengini siyah, beyaz demeden bir kabul ediyorsun herkesi. Her doğan insanı aynı çizgide, aynı güzellikte mütelâa edişin hoşuma gidiyor.
Güzellik, en büyük tutkun. Güzellik tutkunu dile getirirken, kadın-erkek ayırımı yapmıyorsun.
M.Ö 600’ lü yıllarda doğan, eski Yunan’ da yaşayan, Mısır’ ı ve Sicilya’ yı gezip gören, hayatı serüvenlerle dolu olan, çevresine topladığı güzel kızlarla şiir matineleri düzenleyen, onlara gençlik-güzellik eğitimi veren, lirizmde bir kadın kalbinin ürperişlerini içli bir acının sunumuyla bütünleştirensin. Afrodit’ i çileden çıkartmasını bildin. Çünkü sen, söz sultanısın! ... Safo Sappho isimli bir kadın yüreğinden çıkan duyguları, asırların üstünden bugünlere taşıdın...
Sonra, insanları diline-töresine-adetlerine ve mensup olduğu uluslarına göre ayırt etmiyorsun. Yeter ki seni sevsin, seni söylesin. Hangi soydan, hangi boydan olursa olsun hiç fark etmiyor. İnsan olsun yeter! Sen, insanlığın peşindesin biliyorum...
Sappho isimli bayan şair:
“Hiç uyarmadan
Kasırga nasıl sökerse
Meşeleri kökünden
Öyle sarsıyor yüreğimi aşk” demedi mi? Dedi! Taş yürekleri Sappho, seninle yumuşatmaya çalıştı. Ve sen, onun aşkını taşıdın asırlar ötesine. Aşkın peşindesin. Aşıklar senin peşinde... Sense ölümsüz aşkların peşindesin. Veya aşkların içindesin...
*
Haydi söyletme bu Ceylan’ ı! .. Gerçeği haykırıver gitsin! Ne uğraştırıp duruyorsun? Sen de aşıksın! ! ! Aşk’a aşık! ! ! Şaire aşıksın... Yakaladım en zayıf noktanı işte. Yüzündeki titremeleri görüyorum. Kalıpları yıkışını biliyorum. Serbest vezin olup kuşlarca özgür uçuşunu, gönül dallarını arayışını hissediyorum. İyi bak gözlerime! ! ! Bakışlarını bakışlarımdan çevirme!
Uzat bakayım ellerini! Ellerinden tutmak istiyorum! Otur hele yanıma! Benim gibi bağdaş kurda görelim. Ne o, asırlarca sana biçilen kalıplar içinde mi kaldın? Hecelerden ve seslerin kalınlık ve inceliğinden çizilmiş kalıpları kıralı epey olmadı mı? Diz çök de görelim. Ellerin buz gibi... Titriyor... Korkuyorsun benden niye? ...
Korkma! Sokul bana! Sesini, nefesini özledim! Çocukluğumdan beri sana hasret yaşamışım zaten! ! !
Her yerde, her durumda yaşarsın demiştim. Ne kadar doğru demişim! İyi dinle, anlatayım hele! ...
Güç denen olguyu iyi tanıyorsun. Güçlülerle hem berabersin, hem de mazlumların yanındasın. Güçlülere karşı çıktığın da oluyor... İnsanlık tarihi boyunca yaşantında, kale surlarının arkasına, derebeylerin koltuklarının yanına kurulduğun oldu. Veya surları delip, bayrakları değiştirip kaleleri yıkıp, güç sahiplerine el değiştirdiğinde...
Zengin, fakir ayırımı yapmadın. Bireyin gönlüne girip yüreğini tamamıyle işgal ettin. Çobanmış, çiftçiymiş, özürlüymüş, ağa çocuğuymuş, kralmış, güzelmiş, çirkinmiş demedin. Kimi bulduysan canının çekirdeğine yerleştin...
Yunanlı Sophokles (M.Ö 495-406) Deniz Kuvvetleri Komutanıydı. İtalyan Tacitus Cornelus (55-118) zengin bir ailenin çocuğuydu. İranlı Hafız Şirazi (1320- 1389) fakirdi, zavallıydı. İrlandalı Janathan Swııfft baş rahipti. Fransız Alfons La Martine milletvekiliydi. İskoç Walter Scott (1771 – 1832) avukattı. İngiliz Levis Carrol (1832-1898) matematikçiydi. Ve ben Mustafa Ceylan makine mühendisiyim... Nevzat Akyar kardeşim’ de bir hekim...
Bütün insanları bir kabul edip mesleğini, kimliğini, çevresini, kariyerini, geçimini düşünmeden kendi girdaplarının, kendi maceralarının arasına sürükledin...
Fransız Dumas Fıls (1824-1895) gayri meşru bir çocuktu. Onu da yalnız bırakmadın. Sürükledin peşinde. Bulutsu uçurumuna düşürüverdin...
Gene bir Fransız olan Pierra Charles Boudlaire’ yi içki müptelâsı yaptın. Sevdalıları çöllerde inim inim inlettin. Coğrafyaya hükmederek dağlarla denizlerin yerlerini değiştirdin. Sınırları kaldırdın. Tabuları yıktın, toz ettin...
Tutkuları destanlaştırdın. Batıl inanışları, gereksiz ve sonradan uydurma an’aneleri temelinden sarstın. Alaycı havanla zirveleri salladın. Top güllesinden, ateş topundan daha tehlikeli durumların oldu.
Şimdi yağlı böreği, balı yakaladığın, mutluluktan göklerin yedinci katına uçtuğun günleri hatırlatmak isterim. Bal, kaymak tasına dilini soktuğun, burcu burcu koktuğun, mısralarından asalet, güç, tantana, yücelik aktığı o tarihleri sıralayayım mı? Ne dersin?
Belki de, için bayram sabahlarına dönüşüveriyor. Hatırlaması bile güzel, öyle değil mi?
Eteklerinin zil çaldığı mevsimlerde, övgülerini yüksek makamlara yaptırdığın saatlerde, kalıcı- önemli işler başardın. Ne kadar övünsen azdır.
*
Bizden bazı örneklerle sözlerime başlayayım.
13. Yüzyılda Hoca Dehhani vardı. Horasan’ dan Anadolu’ ya gelip Selçuklu sarayına girmişti. Sultan III. Alâeddin Keykubat’ ın buyruğu üzerine Fars diliyle “Selçuklu Şehnamesi” ni yazmıştı. Anımsıyorsun değil mi? Dehhani’ yi de bıktırmıştın. Farsça şiirlerinin yanı sıra, özellikle din dışı konularda Anadolu Türkçe’ siyle şiirler de yazmaya mecbur etmiştin.
Zaten öylesindir. Önce sıkar, limon gibi suyunu çıkarırsın insanın. Kafesteki kuşa çevirirsin. Sonra, özgür bırakır, deli danalar misali ovalarda koşturursun.
Gene 13. Yüzyılda Horasan’ dan göç etmiş eski bir şeyh ailesinin evlâdı, asıl adı Ali olan Aşık Paşa’ yı hatırlatmak isterim. Babası Muhlis Paşa’ ydı. Babası oğluna kuvvetli bir tasavvuf kültürü kazandırmıştı. Paşa çocuğu olduğuna dikkat etmeden, hece ve aruz adını verdiğimiz kalıpların arasında hamur ettin. On iki bin beyitten oluşan ’Garipname’ isimli bir eser yazmasını temin ettin.
Paşaları, hakanları, vezirleri, sarayları pek seversin. Bayılırsın güç ve güçlünün yanında olmaya...
Kendin saray koridorlarında, haremlik- selâmlıklarda açık saçık gezersin. Fakat seni yazan, seni söyleyeni saygı, tevazu, hoşgörü içinde, şatafatlı giysilerle saraya konuk ettirirsin. Şairinin mükâfatlandırılması seni mutlu kılar.
14. Yüzyılda, çok hareketli bir hayat yaşayan Kayseri doğumlu Kadı Burhanettin’ i yakaladın. Babası Kayseri kadısı Şemsettin Mehmet’ ten gördüğü özel eğitim sonucu Türkçe, Arapça, Farsça öğrenen ünlü bilginle beraberdin. Mısır, Hicaz ve Halep’ te çağının ünlü bilginlerinden ders görmesini istedin. O da ders gördü. Babası ölünce, Kayseri’ ye dönen ve kadı olan, daha sonra Ertana Beyliği’ ne Kadı olan Burhanettin’ e Azeri Lehçesiyle yazmasını söyledin. “Tuyuğ” adını verdiği dörtlükleri yazarken, iç karışıklıklardan faydalanıp kendini Sivas Emiri ilân etmişti ve adına hutbe okutmuştu. Sonra ne oldu? Ne oldu? Neden susuyorsun? Sen anlat bakalım! Susma! Susuyorsun halâ! Bak, ben anlatayım. Kadı Burhanettin, Akkoyunlularla yaptığı savaşta yenildi ve şehir surlarında idam edildi. Yaa işte böyle, idam edildi! Sadece Figani’ yi değil... Ondan kaç yüz yıl evvelce de idamla birliktesin. Ölüm ve Azrail akraban mıdır senin? Yaşatmak isterim diyordun ya. Yaşatmak istedikçe, ölümlere attın sevenlerini... Niye? ...
14. Yüzyılın en etkili şairlerinden Ahmedi’ yi bilirsin... İran şiirinin biçim ve muhtevasını, zenginliğini Türkçe’ ye uygulamaya çalışan, ancak, aruz adını verdiğimiz kalıplarının katılığı ve zorluğu, Fars Dili’ ndeki mecazların Türk Dili’ ne uyum yapmaktaki zorluğu yüzünden, şiirlerinde güçlü mısralara rastlanmayan Ahmedi’ de seninle birlikte güç’ ün ve güçlünün yanında yer almıştı. Hatırlasana!
Asıl adı Taceddin İbrahim’ di. Onun da adını değiştirmeden edemedin. Ahmedi yapıp, edebiyat tarihimize yerleştirdin. Öğrenimini Mısır’ da tamamlamıştı. Daha sonra Kütahya’ ya yerleşmişti. Germiyan Beylerinden Süleyman Şah’ ın hizmetine soktun onu. O yetmezmiş gibi, Ankara Savaşı’ ndan sonra Timur’ un hizmetinde tuttun. Timur’ dan sonra da Ahmedi’ yi Emir Süleyman’ ın korumasına soktun. Hayatının sonunu Bursa’ da geçiren şairin Ahmedi, Divan Kâtipliği görevindeyken Amasya’ da öldü...
Sahi, sen şairini besleyemiyor musun? Ona geçimini sağlayacak maddi bir olanak bulamıyorsun. Bu belli... Ahmedi’ ye Büyük İskender’ e ait efsaneleri genişleterek on bine yakın beyit halinde Süleyman Şah adına yazdıran sen değil misin? Şahın ölümünden sonra, bu eseri Yıldırım Bayezit’ in oğlu Süleyman Çelebi’ ye sundurdun. Söyle bakalım, bu naslı iş? Bu nasıl oyun? Bir yanda Timur, öte yanda Beyazıt’ ın oğlu... Konuş, susma! ! ! Anlat! ! ! Bekliyorum! Beşbin beyitlik Cemşid ü Hurşid’ i de Ahmedi’ ye sen yazdırtmadın mı?
Şairini aç bırakan hain! ! ! İnsan, sevdiğini aç-yoksul ve ona-buna muhtaç bırakır mı? Hakanlara, sultanlara, saraylara girmek için onları mecbur tutan ben miyim sanki? ..
13 ve 14. Yüzyıl deyince; saray, paşa, hakan, sunum deyince sustun. Bak aynı yüzyılda yaşamış ve bugüne kadar da yaşamasını sürdürmüş Hoca Dehhani, Aşık Paşa, Kadı Burhanettin ve Ahmedi’ den daha çok sevilen, daha çok anılan iki ismi gündemine getirmek istiyorum.
13. Yüzyılda Yunus Emre-Mevlâna, 14. Yüzyılda ise Nesimi...
Yüzün birdenbire ışıltılarla doldu. Gözlerinin içi gülmeye başladı. Oh! .. Ohh bee! ! ! Diyen bir halin var. Rahatladın...
Tabii ki rahatlarsın. Daha kaç- bin yüz yıl ötelere taşıyacağın, taşırken de en küçük bir rahatsızlık duymayacağın üç isim... Sen taşıyamazsan, ben bile taşırım bu üç ismi... Zaten, bu isimler seninle çağı aşmışlar. Çağları delip, sonsuzluklara uzanmışlar...
Yunus’ la Mevlâna’ yı biraz sonra anlatayım.
Şimdi, senin sebep olduğun zulüm, acı, sıkıntı, problem, ölüm, kan, işkence, sürgünleri anlatmak istiyorum ya, işte o nedenle Nesimi’ yi önce ele alayım.
Nesimi adı, sana Figani’ yi çağrıştırıyor değil mi?
Figani’ yi ipe götürdün. Nesimi’ ye ne yaptın? Derisini yüzdürdün be! ! ! Derisini yüzdürdün! ! ! Acımadın bile! ! !
Nesimi (Bağdat 1339-Halep 1418) Bağdat yöresinde Nesim Bucağı’ nda doğmuştu. Halep’ te yaşamış, Hurufi Mezhebine bağlıydı. Bu filozof Türkmenin adını da değiştirdin. Asıl adı İmadettin’ di. Doğduğu kasabanın adıyla onu bugünlere taşıdın. Hayrı ve aşkı telkin eden, heyecanlı bir şairdi o... Ferdiyeti gösteren insan ruhunun cemiyeti ve külliyeti temsil eden ilâhi ruh ile- denize karışan yağmur taneleri gibi-imtizaç eylemesi lâzım geleceğini söylerdi. Bu telkinlerini, Halep’ teki Kölemene İdaresi küfür saydı. Fikir ve görüşleri şeriate aykırı görüldü. Azeri Lehçesi’yle yazdığı şiirleri, yalın dili, anlatım özellikleriyle bugünlere kadar geldi. Fikir ve düşüncelerinden asla ödün vermedi. Vermedi de ne oldu? Derisini yüzdüler. Sen de bir güzel seyrettin onun derisinin yüzülmesini.
Nesimi’ yi Nesimi yapan kim? Elbette sen! İçinde yaşadığı toplumun değer yargılarıyla ters düşüren kim? Elbette sen!
Hani güç’ ün, güçlünün yanındaydın? Ne oldu, o sultanlara hükmeden gücüne? Bu kez, Nesimi’ ye gelince, o güçlerle iş birliği mi ettin?
Aykırılık içini gıcıklıyor... Aykırılıklarla, kurulu düzene karşı isyan duyguların şaha kalkıyor. İhtilâlci olup çıkıyorsun...
Hükümdar kaftanlarının süsüne-püsüne aldırış etmeden, yayan yapıldak, kırlarda-bayırlarda, halk arasında gezmekten müthiş zevk alıyorsun. Aykırı davranışları ve söylemleri alabildiğine destekliyorsun. Yenilikler de aykırılıklardan doğar. Yenilikleri davet ediyor, köhnemiş anlayışlara savaş açıyorsun. İşte böylesi durumlarda, yeni doğmuş bir bebek kadar masumsun... Yaramazlıkların bizim de hoşumuza gidiyor. Olsun, var sen, hünkârların tuğraları altında ezilme de, çoban kavallarında kuzulara özgür türküler söylemeye devam et. Bu halini seviyorum ben...
Hak ve hakikatden ayrılmadın. Ayrılma da...Hurafe ve cehalet en büyük düşmanın. Duygulu ruhları, gerçeğin ışığında yıkamaya devam et. Et ki, şairlerin de sana benzesin. Toplumları çağın gerilerine götüren müstebit idarelere karşı uyandırsın sana vurgunlar.. Unutma e mi? ..
Fakat müstebit idarelerin aykırı görüşlere tahammülü yoktur. Aykırılıkları zirveye çıkarır, sesini-soluğunu keser, meydana gelecek olayları beklemeye başlarsın. Sultan buyruğunun bir an evvel çıkmasını aykırılık yaptırdığın sevdalının kafasında patlamasını istersin. Belki de istemezsin! ? Ama, bana öyle geliyor işte...
Çünkü sen, hem iten, olayları körükleyen; hem de karşı çıkansın.
Çünkü, saraylara kul-köle yaptığın şairlerin de var, onlara isyan edenlerin de...
Çağlar boyunca, zulüm idarelerinin gündeminin birinci sırasını şairlerin cesaretli, korkusuz söylemleri işgal etti. Etti ya, sen onların sadece seyircisi idin. Önce olayı körükledin, ardından tırnak vuruşturup bekledin. Hınzırlığın işte tam bu noktada...
Uğrunda kurban ettiğin daha niceleri var. Nesimi’ nin çağdaşı “Şeyhi” nin başına gelenleri biliyorsun. Şeyhi (1371-1431) ’ nin asıl adı Yusuf Sinanettin’ di. Maharetini onun adında da gösterdin. Kütahya’ da doğmuş, öğrenimini İran ‘da tamamlamış iyi bir göz hekimiydi. Hekim Sinan derlerdi ona. Germiyan ve Osmanlı saraylarında hekimlik de yaptı. Ona Tokuzlu Köyü, Çelebi Sultan Mehmet’ i tedavi ettiği için tımar olarak verilmişti. Tokuzlu Köyü’ ne giderken, yolda eşkiyalar tarafından soyuldu. Bu hadiseyi padişaha anlatmak için meşhur “Harname” sini yazdı. Harname ile bozulan toplum düzenini, yanlış ve tahrip olmuş idareyi acımasızca eleştirdi. Padişaha bile suç yükledi. Fakat, bu hicvini bitirir bitirmez kaçtı. Kaçtı da kellesini kurtardı. Doğrusu budur işte!
Geniş bir din ve tasavvuf bilgisine sahip olan Şeyhi, şiirlerini bu mistik havanın dışında tuttu. Onu yönlendiren sendin... Yani Padişah II. Murat’ ın sarayında hekimlik yaparken, zaman zaman padişaha “kasideler” sundurdun. Padişahın emriyle yazmaya başladığı Hüsrev ü Şirin’ i bitirmeye ömrü yetmedi Şeyhi’ nin... Hüsrev-i Şirin’ i 6400 beyitte kaldı.
Demek, padişahların hekiminin başına belâ getireceksin ki, kötü gidişi eleştirmeli. Mevcut yönetimi uyarmalı. Şeyhi’ nin koltuğunun altında saklanan kimdi ha? Söylesene! Ben miydim, yoksa sen mi? ...
Gelelim 13. Yüzyılda hoşgörü, sevgi, barış, esenlik, kardeşlik, birlik ve beraberlik fikirlerini, muhteşem bir şekilde sunduğun iki kutlu zirveye... Kutlu duyguları zirveye çıkarırken, onların kendilerini de çıkardın. Bugüne kadar bizlerin de tüm uğraşları bu zirveleri yakalamak için oldu. Fakat geçemedik işte. Geçilemediler. Gözün aydın olsun! tebessüm ediyorsun karşımda değil mi? ..
Hangi yoldan hangi yola gidersek gidelim, bu iki zirveye rastlattın bizleri. Birisi Yunus Emre, ötekisi Mevlâna...
Bunlardan birisi ana dilimiz Türkçe’ yle seslendi. Ötekisi de o zamanlar saray-ilim-âlimlerin dili olan Farsça ile seslendi. Biri Anadolu’ nun bozkırının sesiydi. Yanıktı. Özdendi. Bizdendi. Ötekisi de, bizden aldıklarını gökten aldıklarıyla harmanlayıp, yere, gene bizlere vermeye çalıştı. Yerdeki idarecilere, sultanlara, okumuşlara vermeye gayret etti. Onların anladığı dilden haykırdı.
Ey en büyük plâncı! ... Plânlarına akıl, sır ermez. Kimseler, kurduğun plânı-projeyi çözemez sanıyordun. Bak, ben nasıl çözüyorum? Toplumun bütün kesimlerini, bütün bireylerini kucaklamak adetin var. O nedenle kiminle, nasıl, ne zaman ve ne şekilde hareket etmen gerektiğini biliyorsun. Yunusla Anadolu’ yu adım adım dolaşıyorsun. Mevlâna’ yla âlim ve kürsü sahiplerini kucaklıyorsun. Sonra, o’ na “Gel ne olursan ol! Yine Gel! ” dedirtiyorsun. Yunus’la “Gelin Birlik olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz” derken, Mevlâna’ yla yüz bin kere tövbe bozmuş olanları da birliğe, barışa, dostluğa ve sevgiye çağırıyorsun...
YORUMLAR
"ÖYKÜ" yazinca "HiKÂYE" sanmistim.
Gercegin ta kendisi bir hikâye.
Herkesin okumasi gereken, hayli de düsündürücü bir "ÖYKÜ" idi.
Okurken hakkinizda ne kadar isabetli tahminde bulundugumu farkettim. Edebiyata sevdali oldugunuz Kadar, yaptiginiz isin hakkini da tam veren bir Agabeyimiz, Hocamizsiniz.
Bilgi birikiminiz ve donaniminiz fikir sevdalilarini GIPTA ettirecek nitelikte.
Bu gercekleri dile getirmemden rahatsizlik duydugunuza da eminim.
Övgüye lâyik olan bir Agabeyimiz böyle hissediyorsa, bizim övgü aldigimda neler hissettigimi düsününüz artik :)
eee...ne demisler;
Ne verirsen elinle....o gelir seninle :)
Sayfanizdan payima düsenlerin ilk taksidini ALIP simdilik ALLAHAISMARLADIK diyorum.
Selam ve SAYGILAR efendim...
Muhteşem!...İbret ve hayranlıkla okudum...Şiir yüreklerden yükselen yüreksizleri çileden çıkaran bir ruh olmalı...Okuyanın ve yazanın yakalandığı an önce takdir, sonra tekdir sonrada kaçamadığı takdirde yediği kötektir...Şiirle karışık da olsa şairane tarzda birilerinin damarına basmak tehlikeli demek ki :)) Saygıyla efendim...Bu arada tehlikeli işmiş vesselam şiir yazmak...