- 968 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİZ HEM KURTLARIN, HEM DE KUZULARIN DOYMASINI SAĞLAYALIM.
Kızılderili der ki;
“Her şey aynı nefesten alır: Hayvanlar, insanlar, ağaçlar… Hayvanlar olmazsa insanlar ne yapar? Tüm hayvanlar gitse insanların ruhu büyük bir yalnızlığa boğulur; insanlar yalnızlıktan ölür.”
Kurban bayramı telaşlarımız geçince şöyle köşemize çekildik. Okuyamadığım beş günlük gazeteleri, “dünyada ve yurdumuzda ne var ne yok” diye sayfaları ivecen çevirirken bir anda gözlerim, gazeteci Emin Çölaşan’ın köşesinde mıh gibi takılı kaldı!
Yazının başlığı şöyle atılmıştı: “Senin ne işin vardı orada?”
Yazarın yazılarının takipçisiydim, “acaba kime ne demiş?” diyerek merakla okumaya başladım: Makalenin sonunu okur okumaz, “yine mi!” diye içim bir fena olmuştu. Yüzümde acının çizgileri oluştu.
Ortalıkta yine kan vardı, ama bu kez çok fazla insan kanı akmıştı. Gelin, haberin bir kısmını birlikte okuyalım isterseniz:
– Kurban kesmeye kalkan dört acemi kasap kendini yaralamış ve ölmüştü.
– İlk günden acemi kasapların yaralanması beş bini geçmiştir. Dün itibariyle altı bin olmuştur. Hastanede tedavi altına alınan yaralıların bazıları çok ağırmış.
– Adamın biri kurbanını apartmanın sekizinci katına çıkartıp, balkonunda kesmiş.
– Büyükbaş hayvanlar kesildikten sonra sokaklarda baş-aşağı vinçle gezdirilmiş.
– Kaçan hayvanların bazıları tabancayla öldürülmüş.
-10 yaşındaki çocuğun eline bıçak verilip kurban kestirilmiş.
– Rize’de boğa dereye kaçmış, sahipleri tarafından yakalanıp kesilmiş.
– Kaçan kurbanlık hayvanlarının çoğu iğne ile uyuşturulup yakalanmış.
Emin Çölaşan’ın yazısını okuduktan sonra 19 Ekim’e ait gazetedeki haber, bu kez yüzümü aydınlatmıştı! Haberin güzeli olur mu? Oluyormuş işte…
Efendim, Adana Çukurova’da iki kurbanlık koyun kaçmış, emniyete sığınmış!
Kesilmekten son anda kurtulan koyunların sağlık durumları iyi, keyifleri de yerindeymiş. Polisler iki koyunu Fatih Emniyetinin bahçesinde şefkat ve sevgiyle besliyorlarmış. Üstelik de koyunların sahipleri bulunamamış. Ne güzel!..Tabi -koyun aklı- deyip geçmemek gerekir. Bizler, doğanın o muhteşem ruhuna saygı duymalıyız. Hatta teşekkür etmemiz daha doğru olur…
Gazetedeki kurban kazaları, kanlı vahşet haberleri yüzümüzü buruştururken yüreğimizi de sızlatıyordu. Bu arada tabi benim de içim kıyılmıştı: Elimden ne gelirdi ki? Kaçan o koyunlara sevinmiştim ya!..Bu duygu anımda Şadi Şiraze düşüncelerime usulca sızı-vermişti: “Kurtlar birbirine düştüğü zaman, aralarında koyun rahat eder.”
Gerçekten de günümüze anlam katan bir sözdü. Herkes, bayram nedeniyle iştahlarını biliyordu. Üstelik kan ve acıyı “et yeme” düşüncesiyle umursamıyorlardı.
Aklıma yıllar öncesi okumuş olduğum bir Aborjin hikâyesi gelmişti. Aslında bu hikâye her kurban bayramında aklıma takılırdı. Okuduktan sonra eminim her kurban bayramında sizin de aklınıza takılacaktır.
Bir kadın gazeteci Avustralya’daki Aborjinlerin yaşantısını merak eder. Onların arasına katılır. Aborjinler araştırmacı kadına “dünyada neyin varsa bırakmalısın” derler ve kadının tüm kişisel eşyalarını ateşe atıp yaktırırlar. Kadın bir tek pasaportunu saklar. Onu da geri dönüşünde “kim” olduğunu kanıtlamak içindir.
Uzun süre Avustralya’nın ormanlarında yürürler; acıkırlar. Yanlarına su dahi olmak üzere hiçbir yiyecek yoktur. Kadın Aborjinlerin nasıl besleneceklerini düşünürken onlar yere oturup sessizce dua ederler. Onların düşünce güçlerini kullandıklarını bilen gazeteci kadın sorar:
-Nasıl bir dua ettiniz, diye.
Aborjinlerinler yanıtlar;
-Birkaç km uzaklıkta kanguru sürüsü gidiyordu. Sürünün başındakine ricada bulunduk. Biz şu kadar kişiyiz ve çok açız. Sizden birini bize yememiz için sunarsanız, size minnettar oluruz.
Verdikleri yanıt sonrası büyük bir ilgiyle yola devam eden kadın gördüğü manzara karşısında adeta donar, kalır.
Yaşlı ve ayağı sakatlanmış bir kanguru, -onları- beklemektedir!
*
Ne zaman bu Aborjin hikâyesini belleğimin çekmecelerinden çıkartsam, Kurban Bayramında kaçan hayvanların ÖLMEK istemediklerini, kendilerini insanlara SUNMAK istemediklerini, hatta doğanın yasasına göre o kaçan hayvanların YAŞAMAK hakkını zorla aldığımızı düşünürüm.
İnançlara saygım var; ama böylesi bir zorla can alma da çok acı veriyor insana. Hatta ibadetten çok, kanlı bir kıyıma dönüşüyor!..
Doğa herkese yetecek kadar geniş, herkesi besleyecek kadar da yiyecek sunduğunu düşününce, zengin ve fakirler arasındaki farkın olmaması için “bir Aborjin gibi olabilsek keşke” diye içlendim açıkçası. Bir yandan açlıktan, yoksulluktan ölen insanları düşünüp, çaresizlik duygusu ile kıvranırken, diğer yanda insanları toplu kıyan zalimlere duyumsadığım öfke, düşüncelerimi bulandırıyordu. Soğuk iklim yazarı Tolstoy, bana “üzülme der,” gibiydi;
“Biz, hem kurtların doymasını, hem de koyunların sağ kalmasını istiyoruz.”
Sosyal paylaşım sitelerinde “karşıyım” diye yazdığımda olumsuz tepkileri de karşılamak zorunda kaldım. Ben, usulsüz kurban kesimlerine karşıyım, İslami inançlara değil!..
Hayvan katliamlarında dünya listelerinde en baş köşede ülkemin adımı görmek ulusalcı tinimi acıtmıştır. Bir Uzak-doğu ülkelerinden olan Çin, köpekleri kesip yiyorlardı. Önceleri onlara da karşıydım. Köpek eti yenir-miymiş, diye…
“Dünya Hayvan Hakları Örgütü” o ülkeyi mahkemeye vermişti. Hayvan Örgütleri kaybettiler. Çin’in kazanma nedeni ise ülkesindeki veteriner kontrollerinin standartların çok çok üzerinde olmasıymış. Aynı zamanda köpeklerini sağlıklı kesim yaptıkları entegre tesislerini kurmuşlar. “Köpek Üretim Çiftlikleri”ile de hayvan soyunun devamını sağlamaktalarmış.
Haklı olarak da “Bizim yemek kültürümüz bu. Ülkemizde bir köpek kesiyorsak, on köpek üretiyoruz” diye, savunmalarını yapmışlar.
Asya ülkesi olan Hindistan’a baktığımızda inançları gereği asla inek yemediklerini görüyoruz. Çünkü onların inancında “inek” kutsal bir hayvandır. Kim-bilir biz nasıl ki, Çin’e “köpek kesiyor” diye kızıyorsak, Hintliler de kurban bayramlarımızda bizlere duygusal tepki verebilirler.
Peki, ülkemizde büyük ve küçük-baş hayvancılığı; uluslararası standartlarda veteriner kontrollü sağlık koşullarında üretme, yetiştirme, korunması, beslenme ve bakılması konusunda biz hangi aşamadayız?
Asıl olan da bu sorunun yanıt bulmasıdır. Uyuşturmadan, gözlerini bağlamadan, çoluk çocuğun gözleri önünde hayvan boğazlamayı Allah da hoş görmez. Benim mantığım bu doğrultuda çalışır.
Tolstoy’un düşüncesini benimseyen aklım, firar etmeden çayımı demleyip güne bir Aborjin duası ile başlamak en iyisi:
“Seni ayakta tutmaya yetecek kadar
Güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni dilerim.
Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana
Yetecek kadar güneş diliyorum.
Güneşi daha çok sevmene
Yetecek kadar yağmur diliyorum.
Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar
Mutluluk diliyorum.
Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş
Gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum.
İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar
Kazanç diliyorum.
Sahip olduğun her şeyi takdir etmene
Yetecek kadar kayıp diliyorum.
Son ELVEDAYI atlatmana yetecek kadar
MERHABA diliyorum.”
*
Ve bende insanların ve hayvanların zorla kurban edilmediği bir dünya diliyorum.
Sevgiyle kalın.
Emine PİŞİREN-Edremit