- 1054 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
UNUTULAN YÜREK
UNUTULAN YÜREK
Güler yüzlü Koreli hemşire “Günaydın bayan Mutlu!” diyerek onu selamladı. Kapının açılmasıyla hemen uyandı. Uykusu oldum olası hafifti. Her hangi bir şey “Çıt!” dese hemen uyanırdı. Gençliğinde çalışırken bir çok geceyi bu yüzden uykusuz geçirmişti. Üst katta bir gürültü olsa, yan tarafta birisi bir şey düşürse, yol yapımında çalışanların kaldırımları yaparken, asfaltı delerlerken, kanal işçileri ve aletlerinin çıkardıkları sesler biraz yüksek perdeden olsa; artık uyuması kesinlikle mümkün olmazdı. Hele çocuklarla birlikte sorunlarının da büyüyüp, onlara çözüm ve çare ararken sabahı uykusuz gözlerle gördüğü çok olmuştu.
Güler yüzlü Koreli hemşire, bayan Mutlu’yu yatağının içine oturttu. Yastığını düzeltti. Yorganını ayak uçuna çekip, oraya katlanmış şekilde koydu. Bütün bu olup bitenleri bitkin ve yorgun bir şekilde izledi. Yapılanları görmek istemiyordu. Her yanı ağrıyordu. Bu hayat onu çok yormuştu.
Koreli hemşire Song, lavaboda ıslatıp sabunladığı bezle bayan Mutlu’nun yüzünü sildi. Boynunu, sırtını, bağrını, kollarını silerek oğdu. Tekrar lavaboya giderek elindeki bezi su ile durladı. Sabununu iyice çıkarttıktan sonra; soğuk su ile ıslattı. Suyunu sıkarak yine bayan Mutlu’nun yanına gelip; yüzünün, boynunun, sırtının, bağrının, kollarının ve koltuk altlarının sabunlarını sildi. Bir başka bezle ıslattığı yerleri kuruladı. Yapılan bu işlerden bayan Mutlu, önce rahatsız olmuştu: Fakat, ardındanda rahatladı.
Hemşire Song, bu işi gayet severek yaptı. Bayan Mutlu’ya sert davrananlarda vardı. Hele hemşire Krieger... bayan Mutlu, onun yüzünü, sırtını, boynunu silmesinden rahatsız oluyordu. Almancası yeterli olmadığı için ona Türkçe;
“Yavaş sil kızım! Derimi yüzdün!” diye sitem ederdi.
Hemşire Krieger ise;
“Bayan Mutlu, niçin Almanca öğrenmedin? Senin ne dediğini anlamıyorum!” diye azarlardı.
Bereketki, ikisi de birbirini anlamıyordu.
Hemşire Song, bayan Mutlu’nun geceliklerini çıkardı. Ayaklarındaki sargılarını açtı. Ilaçlanmış ılık suyu olan bir leğen getirdi. Bayan Mutlu’nun ayaklarını leğenin içine daldırdı. Ardından da;
“Bayan Mutlu, onbeş dakika ayaklarınız böyle kalacak. Ben yan taraftaki bayan Müller’e gidiyorum. Lütfen beni bekleyin” dedi ve bayan Mutlu’nun gün görmüş, hayat çilesinin derin izlerini taşıyan yanağından öptü. Bu öpücük ona yaşama sevinci verdi. Odanın içindeki loşluk yerini sabah serinliğine ve bahar havasına bıraktı.
Koreli hemşire Song, odadan çıkıp giderken; bayan Mutlu onun arkasından baktı, baktı. Iç geçirdi...
“Kızım Gülpembe yaşasaydı; belki böyle bir meslek sahibi olabilirdi” diye fısıldadı.
Gülpembe’yi dokuz yaşındayken yitirmişlerdi. Ağır hastalanmıştı. Hastalığına bir çare bulunamamıştı. Devamlı kan veriliyordu. Bayan Mutlu’dan kızı için bütün kanını hatta canını isteseler verecekti... Fakat bu amansız hastalık, bir sonbahar gecesi Gülpembe’yi daha ömrünün baharında soldurarak onlardan almıştı. Yan duvardaki aile fotoğrafına baktı. Gülpembe, annesinin boynuna sıkı sıkı sarılmış, adeta “Beni bırakma anne!” der gibiydi. Dudakları üzüntü ile titredi. Gözpınarları kurumuştu. Buna rağmen iki damla gözyaşı yanaklarına doğru süzüldü.
Koreli hemşire Song tekrar geldi. Gözü bayan Mutlu’nun ayaklarına takılıydı. Bir ara bayan Mutlu’nun yüzüne baktı. Yanaklarındaki iki damla gözyaşını görünce, ona sarılıp, ardındanda;
“Ne oldu bayan Mutlu? Yoksa sizi üzdüm mü?” dedi.
Bayan Mutlu söylenenlerin hepsini anlayamamıştı. Ağlamasının sebebi olarak; duvardaki aile fotoğrafını işaret etti. Hemşire Song, gözyaşlarının nedenini farketti. Parmaklarıyla gözyaşının süzüldüğü yanaklarını sığazladı. Onu bir nevi teselli etti. Aynanın yanında duran tarağı getirip, bir anne şevkatiyle bayan Mutlu’nun saçlarını taradı.
Bu işi yaparkende bir yandan saatine bakıyordu. Yeni yöneltmeliklere göre her yaşlıya fazla vakit ayıramıyorlardı. Onlar, sadece hastaların ve yaşlıların temizliklerinden sorumluydular. “Her hastaya yirmi dakika ayrılırsa şu kadar, onbeş dakika ayrılırsa bu kadar insanın bakımı olur” diye düşünenler de vardı. “Devletin tasarruf etmesi gerekiyor” diyen yukarıdakiler, az insan çalıştırarak; çok hizmet gördürmek, aynı zamandada az üçret ödemek istiyorlardı. Fakat, yapılan bu hizmet insana yapılıyordu. Bir makina parçasının konuşmaya ve duygusal yaklaşıma ihtiyacı yoktu: Lakin, insanlar öyle değildi. Onbeş dakikada bütün temizlik hizmeti yapılacak olan felçli bayan Mutlu’nun, gözyaşlarını kim dindirip, yanık yüreğini kim teselli edecekti?...
Bayan Mutlu, düşünceleriyle yatağı üzerinde oturup kaldı. Pencereden dışarıya baktı. Pırıl pırıl bir mayıs sabahı dışarıda gülümsüyordu. Köyünü hatırladı. Gözünün önüne gençliği geldi. Kardeşleriyle Güllüdere’deki bağlarında çalışıyorlardı. Bağların diplerini eşiyorlardı. Kuşluk vakti kahvaltı etmek için Koca Armut’un dibine çökmüşlerdi. Yufkalarına evden getirdikleri semizlik, tere, badem çağalası, taze soğan, domates katarak dürüm yapıp yemişlerdi.
O günkü sofrada oturanlardan kimler hayatta diye düşündü. Ne yazıkki hepside hayatta değildi... “Ah anneciğim!” diye sızlandı. “Bir fotoğrafı dahi yok!” deyip içini çekti. Onun göğsüne başını koysa; doya doya kokusunu ciğerlerine çekseydi; belki dünyanın en bahtiyar insanı olacaktı. Heyhat, bu gün ne annesi, ne babası, ne de diğer akrabaları vardı... Hepsini zaman değirmeni öğütüp, kara toprağın bağrına atmıştı.
Güllüdere’den köye gelirken; o ağaçları, tarla çiçeklerini seyretmek insana doyumsuz bir haz verirdi. Hele Kuyuderesi’ndeki pınarın yanına oturup kavak ağaçlarına konan serçelerin konserini dinlemek, onu o zamanlar çok mutlu ederdi. Artık oralara gidemezdi... gitse de yürüyemezdi... Gelinliğini giymiş bir kız gibi şahane bir görüntüye sahip olan; kiraz, badem, vişne, erik ağaçlarının çiçek açmış halini görmesi mümkün değildi: Çünkü, hem hayatta kimsesi kalmamıştı, hem de ona son günlerinde musallat olan felç, onu tekerlekli sandalyeye mahkum etmişti.
Bu düşünceler, geçmişte yaşanmış hatıralar, hele memleket hasreti büyümüş, neredeyse onu yutmak üzereydi. Bildiği bütün süreleri, duaları dilinin döndüğü kadar okuyordu. Onu tekerlekli sandalye üzerine oturtturan bu hastalık, konuşmasını da etkilemişti: Bundan dolayı bazı kelimeleri tam söyleyemiyordu. “Niyet önemli!” dedi, Bildiği süreleri okumaya koyuldu.
Birden kapı açıldı. Bu sefer çukulata gibi koyu kahverengi renkte olan Afrikalı hemşire Beate, içeriye girdi. “Günaydın” dedikten sonra, bayan Mutlu’yu yatağından kaldırıp, tekerlekli sandalyeye oturttu. Hemşire Beate, bayan Mutlu’ya şaka yaparak, tekerlekli sandalyesini yemek odasına doğru itti. Masasına güzelce yerleştirdi. Kahvaltısı hazırdı. Peynirli, jambonlu ekmekler, reçel, tereyağı ve sütü önündeydi. Herşey onun yiyip içebileceği biçimde hazırlanmıştı. Peynir yemekten bıkmıştı. Domuz etli sandığı bu jambonlu ekmeğide sol elinin tersiyle bir kenara itti. Bu gün canı hiç bir şey yemek istemiyordu. Sadece sütünden içti. Kahvaltı masasında en son o kalmıştı. Koreli hemşire Song, onun tekerlekli sandalyesini iterek, bahçeye çıkardı. Havuzun başına getirip, oradaki ceviz ağacının altına yerleştirdi. Hemşire Song daha sonra tekrar işinin başına döndü.
Bayan Mutlu, ceviz ağacının altında havuzun fiskiyesinden çıkan suyun sesini dinleyerek; havuzun içinde yüzen ördekleri izledi. Derin düşüncelere daldı. Su sesi onu dinlendirmişti. Içindeki yumak yumak olmuş hüzünü, vatan hasretini bir uçundan tutarak; çekip yüreğinden çıkarmış, adeta onu rahatlatmıştı. Yanına üç tane güvercin kondu. Sağında solunda dolaştılar. Havuz başındaki menekşelerin arasından geçtiler. Bayan mutlu’ya doğru yaklaşan bu ihtiyarlar evinin müdiresinden çekinen güvercinler gökyüzüne doğru uçtular. Bayan Mutlu, uçarak gökyüzüne süzülüp giden güvercinlerin arkasından bir müddet bakakaldı. Bu arada o yanına gelen bayan Schmidt’i farketmedi bile...
Bayan Schmidt;
“Merhaba bayan Mutlu!” diye onu selamladı. Bayan Mutlu bir süre cevap vermedi. Bayan Schmidt, onun omuzlarına dokunarak;
“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu.
Bayan Mutlu felçli olmayan sol elini kaldırarak;
“Hoş geldiniz! Iyiyim!” deyip kısa cevap verdi.
Bayan Mutlu ile bayan Schmidt, konuşup anlaşmaya çalışırken bu ihtiyarlar evinin tek Türk hemşiresi olan bayan Akgün, tercümanlık için yanlarına geldi. Bayan Schmidt, Türk hemşireye bir kaç cümle söyledi. Bunları bayan Mutlu’ya tercüme etmesini istedi. Hemşire Akgün, bayan Mutlu’ya dönerek;
“Mutlu Hanım, bugün sizi Türk – Alman Kültür Derneği’nin Kadınlar Kolu’ndan bir grup ziyaret etmek istiyormuş. On dakika sonra burada olacaklarmış. Tabiiki bu ziyaretçileri kabul ederseniz?” der demez yıllardır ziyaretçisi olmayan bayan Mutlu, bu habere çok sevinmişti. Unutulmanın verdiği ezikliği hep yüreğinde taşımıştı. Bu haberle her taraf onun oldtu. Yine de;
“Niçin ziyaret edeceklermiş?” diye sormadan da edemedi.
Hemşire Akgün;
“Bugün anneler günü. Sizi onun için ziyaret etmek istiyorlarmış” der demez bayan Mutlu;
“Anneler günü mü? Ah kızım! Ben her şeyi unutmuştum. Bu viran olası dünyada anneyi, anneliği, anneler gününü, vatanı, her şeyi her şeyi unutmuştum! Hayat bir nevi bana zindan olmuştu... Allah bu gelenlerden razı olsun. Kararan, parçalanan gönlümde bir gonca gülün açtığını hissediyorum. Lütfen beni odama götürebilir misiniz? Bayramlık temiz elbiselerimi giyerek onları karşılamak istiyorum!” dedi.
Akgün hemşire tekerlekli sandalyeyi iterek, yaşlılar yurdunun ana kapısına doğru yaklaştılar. Bu arada bayan Mutlu’nun söylediklerini, yurt müdiresi bayan Schmidt’e tercüme etti. Bayan Schmidt, bu olaya çok sevindi. Durumu zaten bayan Mutlu’nun gergin yüzünün tebessümlere boğulmasından anlamıştı. Henüz kapının yanına varmışlardı ki, karşıdan yirmi kişinin üzerinde kadın, erkek ve çocuklardan oluşan bir topluluk, güleç yüzleriyle, ellerindeki çiçek ve hediye paketleriyle onlara doğru yaklaşıyordu. Onların Türkçe konuşmasından kendisini ziyarete gelenlerin olduğunu anlayan bayan Mutlu, kanatlarını açmış bir güvercin gibi sanki onlara doğru uçuyordu. Bayan Mutlu, gözlerinden yanaklarına içinde yıllarca gizlemiş olduğu sevinç gözyaşlarını bıraktı. O gün bayan Mutlu için adeta bir düğün günüydü. O gün o kadar çok sevindi ki, yüreğine, her şeye rağmen sıcaklık yerleşmişti.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 08.05.2000