- 607 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kızıl Güneş
Yollar açıktı beklentisinden fazla bir şekilde. Fazla insan yoktu bu gün; günlerden pazar olmasına rağmen. Sokaklar sakindi işte. Ellerinde poşetler ile evine gidecek olan beyefendiler, hanımefendiler vardı. Bir aile babası, annesi ya da her ikisi birden. Hava adama bir şeyler anlatıyor gibiydi, ciğerleri bu havayı her soludukça anı sıçraması yaşanıyordu beyninde. Böyle bir havada ne yapmış olabilirdi. Bir şehri mi geziyordu, kalabalık bir şehri; hem de bugünün zıddına çok kalabalıktı. Şehir diyemezdi oraya, insan cehennemiydi adeta. İnsanlar kendi cehennemlerinde pişiriyorlardı kendilerini, birbirlerini iteliyor, birbirlerine bağırıyor; içlerindeki rahat durmak istemeyen canavarı bir anlığına da olsa o kalabalık içerisinde herkese gösteriyorlardı istemeden. Aralardan kaba sesli bir kaç adam duruma müdahale etmek istercesine "lütfen biraz geri çıkalım, burada gidecek yer yok, gelmeyin" diye yırtıyorlardı boğazlarını. Adam bu yırtınışa biraz daha ayrıntılı baktığında; "o kaba sesli adamlar orada sıkışmış olmasalardı, duruma müdahale edecek miydi, acaba arkada bir yerde o sokağın halini gördüğünde; arkadan da yardım etmeye çabalayacak mıydı?" diye düşünüyordu.
Dışarıda bu düşünceleri adama yaşatacak daha çok şey vardı havasından başka, gözüne vuran kızılımsı güneş ışığı gibi. Böyle bir ışık, böyle bir havada ne zaman vurmuştu gözüne. Gözü parlamıyorken, parlıyormuş gibi hissettiği bu zaman dilimi ne yaparken başına gelmişti. Yine bir pazar günü yürürken mi? Yoksa alımlı bir hanıma bakmak isterken, kafasını çevirip ona bakmak isterken miydi? Adam bu düşünceler ile yürüdüğü yolları süslüyordu ki; her attığı adımın ona bir şey kaybettirdiği hissine kapıldı. Her attığı adım ile içinde bir şeyler burkuluyor, geçmişten gelen anılar bıçak gibi saplanıyordu artık. Bir daha yaşayamayacağı şeyleri az önce geçtiği sokakta yaşamıştı. Adamın içini büklüm büklüm eden olay ise; hatırladığı her anı ne kadar kötü olsa da güzeldi. Pişmanlıkları vardı, tatlı pişmanlıkları. Acılar vardı geride, yediği bin bir çeşit dayaklar, her aşık olduğu insanı kaybetmenin hüznü vardı. Gözyaşlarıyla, bir yaz sabahının kavurduğu yolları sulamışlığı vardı.
Artık adama adımları ağır gelmeye başlamıştı ki; yavaşladı, kafası eğildikçe eğildi. Sadece attığı adımları görüyordu. Önüne kattığı adımlar ile çakıl taşlarının ayağından rahatsız oluşunu görüyordu. Üstüne bastığı her bir çakıl taşı; bu neşeli adamın birden dert yuvasına dönüşmesine çok kızmıştı da; adamın ayağını kaydırmaya uğraşıyordu sanki. Belki adam düşecekti ve düştüğünde dikkati dağılacak, hüzünlerden uzaklaşacaktı. Çakıl taşları bunu umuyor gibiydiler; çakıl taşları ağlıyordu dertli ayakların altında. Önünü göremeyecek vaziyeti alan adam birden omzuna dokunan bir el hissetti. Tam kafasını kaldırıyordu ki; coşku dolu sesi duydu, "Dostum! Yahu biz seni görmesek senin bizi göreceğin yok" pek tanıdık gelmişti bu ses, kafasını kaldırdı. Birden dert ile boğuşan suratı gülücüklere boğuldu. Hatıralarının güzel parçalarından biri duruyordu çünkü karşısında. Çocukluğu, neredeyse tüm çocukluğu bu karşısında duran adamla geçmişti. Sarıldılar, hiç bir şey demeden sarıldı adam eski arkadaşına.
"Hiç kusuruma bakma fakat, çok düşünceliydim, gözüm hiç bir şeyi görmüyordu açıkçası" diyerek sırıtışını da bozmadan elini arkadaşının omzuna attı. Görüşmeyeli altı veya yedi yıl olmuştu, zamanı o kadar iyi takip edememişti ama bayağı uzun bir süreydi. Özlemişti kendine kardeşten de yakın olan bu adamı. Karşısındaki adam kendisi gibi sırıtıyor, sırıtmaları kahkahaya dönüşüyor güldükçe gülüyor, alamıyorlardı kendilerini eski çocukluk anılarından. Daha iki kelime bile konuşmamışlardı adam akıllı fakat sanki sabahtan beridir beraberlermiş gibi gülüyor, sanki günlerce konuşmuşlar gibi de sessiz bir dinlenme ile gözlerinden hatıraları yâd ediyorlardı. Bir çay bahçesine girdiler, birbirlerine aynı anda içtikleri şeyi söylediler. Güldüler, o kadar sessizlikten sonra. Birbirlerinin ne içtiklerini hatırlamaları değildi onları güldüren, bu kahkahanın sebebi eski bir kızıl günün aynısını ikisinin de yaşamış olmasıydı. Adamın arkadaşı konuşmaya başladı "Çok özlemişiz birbirimizi ama özlememiş gibi duruyoruz ne garip" Adam çok sütlü kahvesini yudumlarken arkadaşının dediğini gülerek doğruladı. "Ee, anlat bakalım sen nerelerdeydin, buralardan bir gittin, bir daha gelmek bilmedin. İş kuracağım diyordun, ’büyük bir iş kuracağım ve göreceksiniz; buralara geri döndüğümde halime ağzınız açık kalacak" Adam bunları söylerken arkadaşının taklidini de abartılı bir ses tonu ile yaptı. Güldüler; "Kurdum fakat görmek isteyeceğini pek sanmıyorum" dedi arkadaşı. Adam alaycı bir tavır ile konuşmasına devam etti "Haline ağzımız açık kalacaktı hani, ağzım kapalı bak!" Sımsıkı kapattığı ağzını gösteriyordu arkadaşına. Her ettikleri kelamda birbirlerine gülmekten yorulmuşlardı. Adam bol sütlü kahve içmekten bir hoş olmuştu, arkadaşı Nevzat’ta kopkoyu çay içmekten. Yine büyük sessizlik ile göz göze gelmiş sırıtıyorlardı ki; çay bahçesinin dışından acı, gür bir bağırtı geldi. Dikkat kesildiler. "Nevzat bey! Nevzat bey!"
Adam arkadaşına dönerek "Ooo Bey’ de olmuşuz, atın nerede Nevzat bey!" Dedi. Fakat Nevzat, gülmüyordu, ciddileşmiş ve ciddileşen suratı adamı da aşırı şekilde şaşkına düşürmüştü. "Ne oldu Nevzat, kötü bir şey mi oldu. Gel bakalım dışarıdaki adam ne diyor." Nevzat elini adamın koluna koydu. "Sen kalkma, burada kal, benim işim çıktı. Sakın kusura bakma yine görüşeceğiz" diyerek telaş ile oturduğu yerden kalktı. Adam bu ciddileşen konuşmadan memnun olmamış, Nevzat’a kızmış "Bakalım senin kurduğun iş nasıl bir işmiş, bende geliyorum bekle" demişti. Nevzat ciddileşen suratını birazcık yumuşatarak "Peki gel ama senden bir şey isteyeceğim, işime karışma" Adam yine alaycı bir tavırla "Emredersiniz Nevzat Bey" diyerek onaylamıştı. Hızlı adımlarla çay bahçesinin dışına çıkıyorlardı. Adam içtiklerinin parasını vermek için yönünü değiştirmişti ki; arkadaşının dışarıdaki adamla bağırarak konuştuğunu gördü. ’Kavga mı edecekler acaba’ diye sesli bir şekilde düşündü. Hızlıca dışarıda duran iki adamın yanına koştu parayı ödedikten sonra. Kendini sert bir şekle bürümüş, arkadaşının bağırdığı adamı korkutmak için kaşlarını kaldırmıştı. Adam yanlarına gidince Nevzat’ta yanındaki adamda sustu. Nevzat: "Bak bu benim yardımcım Kazım. Hem bu halin ne, bizi mi döveceksin" diyerek adamın bütün fiyakasını alaya almıştı. Adamda Nevzat’ın dediğini duyunca yanlış bir şey yapmış gibi azcık kızarıp bozarmış "Yahu sen bağıra bağıra konuşunca kavga edeceksiniz sandım" diyerek kendini anlatmaya çalışmıştı. Az önce beraberce kahkahalar attığı Nevzat artık hiç bir şeye gülmüyor, düşünüyordu ve sanki bir şeyi bekliyordu. Adam dayanamayarak sordu: "Niye burada bekliyoruz, ne olmuş anlatmayacak mısın?"
Nevzat titremeye başlayan elini anlına götürmüş, terini silmiş "İşimde bir aksilik çıkmış, onu halledeceğiz Kazım ile, önemli bir şey değil" Adam sorularına tam ve kesin cevap verilmeyişe sinir olmuştu. Tam ’sen ne iş yapıyorsun’ diye sormak için hazırlıyordu ki kendini; Müthiş gürültü çıkararak silah sesleri gelmişti yakın bir yerden. Etrafına bakındı adam telaş içinde "Ne oluyor!" diye bağırarak Nevzat’ın olduğu yere döndürmüştü ki başını, Kazım’ı yerde başından kanlar akar şekilde görmüştü. İyice korkmuştu adam, Nevzat ortalıkta yoktu. Adam çay bahçesinin duvarını siper almıştı kendine. Bir kaç silah sesi daha duydu çay bahçesinin dışında. Kafasını uzatıp baktı ki Nevzat eli silahlı iki adam ile boğuşuyordu. Hiç tereddüt etmeden fırladı ve boğuştuğu adamlardan birisinin kafasına yerden aldığı beton parçası ile güçlüce vurdu. Öteki adamı da Nevzat yere indirmişti. Arkadaşının önünde; elindeki silahı yerdeki iki adama doğrultmuştu. Adamın şaşkın bakışları arasında üçer mermi sıktı. "Nevzat, ne oluyor anlat Nevzat! Senin iş dediğin bu muydu? Katil mi oldun sen, adam mı öldürerek para kazanıyorsun. Sokak köşelerinde mafyacılık, çetecilik oynayarak mı para kazanıyorsun. Kuracağın mükemmel iş bu muydu söyle ulan!" Nevzat başını eğmiş, babasından azar yiyen bir çocuk gibi başını eğmiş dinliyordu adamı. Keskin bir silah sesi daha geldi. Nevzat arkadaşının yere yığıldığını gördüğünde her yer kararmıştı onun için. Hemen arkadaşının yanına koştu. Son bir çift söz duyacağını sanıyordu Nevzat, herkes gibi bu çok sevdiği arkadaşını da kaybediyordu işte. Adamın suratını çevirdi, bir kaç kelime daha duymak umudu ile fakat gözleri kapalıydı, nefes almıyordu. Arkadaşının suratına bakarak ağlıyordu "İşime karışmasaydın olmazdı sanki, beni dinleseydin olmazdı." dedi bağırarak. Elindeki silahı kafasına doğrulttu ve ağlama sesleri arasından bir kurşun sesi daha yükseldi çay bahçesinin dışında. Orada dört ceset yatıyordu ikisini Nevzat vurmuştu, birisi Kazım’dı, biride Nevzat’ın kendisi. Bir hafta sonra sol omzunun altı sarılı bir adam yine aynı sokakta çakıl taşlarını ağlatarak hatıralar ile boğuşuyordu. Başı yine eğikti, kızılımsı bir güneş vuruyordu gözüne, günlerden yine pazardı ve fazla kalabalık değildi sokaklar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.