- 509 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi
Konu, Kurtuluşun Felsefesi isimli yazı dizimin içeriğindendir.
Soğuk Savaşın Bizdeki Bazı Basit Yansımaları
Günümüz olan bugün, bambaşka ilişkilerin taşıdığı bağıntının argümanlarıyla sürüp gitmektedir. Ama bugün, dünün tarihselliğine bağıntılı olup, bu bağıntının süreciyle şekil almaktadır. Dündeki inşa ile sürecin eğilip büküldüğü görülmelidir. Bu görülenle sürecin zamana göre dal budak salar olma kesikli sürekliliği unutulmamalıdır. Bu etki inşalardan biri olan soğuk savaşın temeli 1946-1947 yılarında atılacaktı.
Yani söz gelimi bugünkü Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleriyle müttefiklik ilişkileri içinde olma girişmesi Marşal yardımlı meşruiyetlikle başlayacaktı. Ülkelerin emperiyalist ülkelere olan ekonomik bağıntılarını; özgür batı ile komünist doğu bloku kutuplaşmasının arenasında bulacaktınız.
Bu arenada NATO’ya ve Birleşmiş Milletlere giden örgütlenmeler bağıntılı etkiler kıskacında oluşla; bizde darbeler ile başlayan süreçler şimdilik; yeşil kuşak, ılımlı islam teorisine kadar gidecekti.
Atatürk’ü dikta, olmakla suçluyorlar! Bu doğrudur! Bu diktatörlüğün kanıtları da şimdiki halde başımızda bir hanedanlığın sürmemesiyle görmek olası olduğu gibi; Demokrat Partiyle Sn. Menderes’in ve Ak Partiyle Sn. Erdoğan’ın siyasal ve yönetsel varlığıdırlar. Atatürk diktatör olmasaydı! bunlar başımızda olur muydu?
Eğer bu değerlerin kendileri bu konuma gelişlerini demokratik buluyorlarsa, Atatürk’tendir. Yok, eğer siyaseten bu konumda olmalarını diktatörlük oluşla buluyorlarsa; bu da Atatürk’tendir. Varlığı ve abadı Atatürk vesileciliğinde olanların darlığı Atatürk’ten olamazdı herhalde!
İkinci Dünya savaşı sonrası dünya soğuk savaş dönemidir. Boşuna soğuk savaş dönemi denmemişti. ABD Dünya’nın dört bir yanına BARIŞ GÖNÜLLÜLERİ diye özel görevli, çalışıcılar seferber etmişti.
Dışı boyası, teknik ve teknolojik Marşal Yardımları ile başlayıp, kültürlerin tanınması-kültürlerin tanıştırılması gibi soslarla girişmeydi. İçi emperyalizm amaçlı olan barış gönüllüleri, yutturtmalık bir haptı. Slogancı da ÖZGÜR DÜNYAYIDI! Barış Gönüllülerinden olan çalışıcı bir misyon grup ta bu bağlamda haliyle Türkiye’de konumlandılar.
Özgür dünyayı, açık ve görünür anlamla batı bloku olan kapitalizmin sömürüsüyle temsil ediliyordu. Gizli devinmeli ceryan eden şekline göre ise özgür dünya geri kalmış ülkeleri, kapitalizme uydu yapmak için bu tür ağdalı sözcük oyunlarıyla üçüncü dünya ülkelerini afyonluyorlardı. Çalışıcılar bu afyonlamaya göre konumlanıyordular. Bu görevin bizdeki ağdalı adı Hür Dünyayıdı.
Hür dünya söylemini sakın tam anlamıyla “özgür dünya” gibi anlamayın. Barış gönüllülerinin gözlerden saklanan çalışmalarını yerli işbirlikçi yönetimler bu sözcük oyunuyla anlatıyorlardı. Emperyalizm karşısında gelişen sol bilinçlenmeler oluştu. Bu bilinçlenme; Amerikan barış gönüllüleri faaliyetli, askeri darbelerle toplumdan yana olma bilincinden yoksunlukla; silinip süpürülüyordu. Sonuçta ülke dışına beyin göçlerine neden oluyordu.
Yurdumuzdaki barış gönüllüleri konumlanışının meyvelerinden birisi de demokrasi hareketiydi Ve bu hareketin içinde oluşla Sn. Menderes’in partisiydi. Bu oluşmanın laiklikti hassasiyetleri alınmıştı. Laiklik tartışmaları içinde olup biteni göremez olmanın süreçleri başlatılmıştı.
Demokrasi anlayışlarını, söz ve söylemlerini halk dili söylemlerine indirgemiştiler. Toplumsal bağlamda ucuz ve hiç bir şey vaat etmeyen söylemin siyasetleriyle; kalkınmasını dış desteklere bağlamış olan siyasetler sahneye konulmaktaydı. Bu; Köy Enstitüleri gibi iç dinamiklerden karakterli bağımsızlıkçı felsefenin, kırılması demekti.
Şimdilere değin siyasetler bu tür özgür dünya anlayışlı yanıltmalarını; "ABD’ye danışmaya gitmelerin, bilgi görgü artırmaların" uluslararası meşruiyetliği içinde olunmasıyla, bu durumu bize hiç yadırgatmadılar. Yadırgatmadığı gibi siyasetçilerin ABD bilgi görgü artırmaya gitmeleriyle, pek çok halde Amerikadan gönül bağı içinde dönmeleri bizim için bu süreç meşruiyetliğin kanıksanması ve yeğlenmesi olmaktadırlar!
Siyasetlerin sosyal dilci söylemlerinin temel nedeni, bir şey üretemez oluşlarındandı. Kalkınmayı dışarıya bağımlı kılmakla onlara verilen izin kadarına bağlı gelişir olmalarıyla ve onların bağımsızca söyleyecek sözlerinin olamamasından kaynaklıdırlar.
Barış gönüllülerinin misyon provokasyonları, diğer ülkelerdeki gibi Türkiye’de de barış gönüllülerine karşıt olucu düşünce doğumlarını ortaya çıkardı. Bu doğum FKF denen Fikir Kulüpleri Federasyonlarıydı.
Barış Gönüllüleri hemen, Fikir Kulüpleri federasyonlarının (FKF’nin) karşıtı örgütlenmesini de, ülkemiz içinde oluşturdu. Eskiden beri bu ülkenin tarihi değeri olan Milliyetçi Mukaddesatçı gruplara, "Komünizmle Mücadele Dernekleri" gibi anlayışları, sosyal dil söylemi üzerinden ihale ettiler.
Bu dernek güya FKF’unun karşıtı fikirdiler! Bu kör karşıtlıkta diyalektik çıkacaktı! Komünizmin karşıtı, bir fikir olmayıp; din, iman ve geleneklerimizle oluşan Türklüğümüzden söylemler olacaktı.
Biri size Keynes’ten, David Richardo’dan, john Smith’ten, Marks’tan vs. oluşla ekonomik bilimsel olan kuramlardan bahsedip te, fikri olgunlaşmalı tartışmalar açıyorsa; siz de ona ayet söyleyip; hadis okuyup; geleneklerinizden, Türklüğünüzden bahsediyorsanız; kusura bakmayın bu fikir mücadelesi değildir.
Sosyal dil fikir savunması olmadığı gibi fikrin karşıtı da olamamaktadır. Yani karşıt görüş ya da karşıt fikir de değildiler. Bunun mücadelesinin tahrik ve kör dövüşü olacağı açıktır. Bu mücadele içinde kavga verirken önü çevrilen kişilerin önüne geçip; o kişilere subhaneke duası okutuluyorsa ve o kişinin sosyal kimliğini tescil ediyorsanız bu; ne bir fikirdir; ne de sorumlu bilinçli yurttaş olmanın ana özelliğidir. Ne de varlığıyla övündüğümüz toplumumuza bir katkıdırlar.
Bu Komünizmle Mücadele ihalesi toplumsal fikir bakışımlı olmayan, sosyal dilin dinini; sosyal dilin imanını kullanıp, hamasi söylemlerle ekonomik kuramlara; dinli imanlı ve Türk oluşla; gelenekli, görenekli oluşla, karşı çıkan tuhaf bir misyonların yükletilmesiydi!
Böylece bilimsel zeminden neşvü nemalı ekonomik siyasi toplumsa fikirlerle, fikir olmayan bilimsel zeminde değil de sosyal tabandan sübjektif öznel anlamalardan neşvü nemalı, dinli, imanlı, ayetler destekli, ırki hasletler savunmalı olan uzlaşmaz zoraki karşıtlaşmanın tarafları silahlı mücadele içine girdiler. Taraflar içinde bir çok canlarımız gittiler.
"Özgür dünya" vaatli, ABD’ye uydu ülkeler oluşturma savaşının Barış Gönüllüleri Heyeti; bunlarla yetinilmediler. Ve çalıştıkları devletler içinde de gayri nizami harp örgütlenmesi adı altında kontrgerilla tipi çeteci örgütlenme faaliyetlerini başlattılar. O ülkeleri siyaseten, ekonomikman ve beyniyle ele geçirdiler.
Bu tür etkilerle suç işlemiş olan ve işledikleri insanlık suçlarından dolayı mağdur olan siyasetçiler hala; "Devletim bana ne görev verdiyse ben onu yaptım" diye belki de haklı olarak mağduriyetlerini haykırmaktadırlar.
Kurtuluş savaşı akabi günlerde sanayimiz eser miktarda oluşla köylülük yoğun emekti. Bu nedenle Atatürk köylü emeğine vurgu ederek: “Köylü (emeği) milletin efendisidir”, demişti. Buna nisbetle ilk kez; Atatürk gibi söz gölge vekaletlilerin ya da hanedanlarındır demeyip; “yeter söz üretenlerindir” denecek yerde; "yeter söz milletindir” dendi.
Halbuki milletin içinde toplumu hiç anlayamayan ve etnise bileşenli olan; üretmeyen ve üretimi hiç bilmeyen pek çok bilmezlikler vardı. Bu nedenle kör siyasetler nemalandıkları bilmezliği karar kılıcı yapıyordular!
Hür Dünyacıların bir başka oyalama taktiğide ”Bu kış komünizm geliyor” umacısıyla, “Komünizm yılandır görüldüğü yerde başı ezilmelidir" diyen sıloganlarını hep parlatılıp parlatıp söyleyişle eylemlerini diktacı faşizan uygulamalara kaydırdılar.
Bu misyonlarla yıpranan Cumhuriyet süreci ve iktidarın şiarı olan söylemler tesirini yitirir olunca sahneye bu kez de "Yeşil Kuşak ikameli oluşla" İslamı yeni bir söylem içinde kamufle edilecektiler.
Süreç bu temel bakış açısını destekleyen fiili ve sözlü askeri darbelerle barış gönüllülerinin geri plan tedbir ve demir yumruğu oluşla pratiğe konacaktı. Bu tür bir yığın aşamalardan sonra süreç ayetli hadisli darbelerin ürünü oluşla Ak Parti’ye ve onun iflas eden BOP eş başkanlığının "ılımlı islamı" olmanın damak tadına dek gelecekti.
BOP eş başkanlığının ve ılımlı İslamın süreç sıloğanı orta doğuya barış ve demokrasiyi hatta refahı götürmekti!
Barış gönüllüleri akıl almaz kendi dezenformasyonlarını, o devletin dezenformasyonları oluşuyla, o devletin ağzından ilan ettirecektiler. Bunlardan birisi; soğuk savaş döneminin bir çeşit şehir efsanesi gibi olan Stalin’in Kars, Ardahan Ve Boğazları istemesi dezenformasyonudur.
Bu sav bilinen bir tarihsel sav oluşla ne zaman olursa olsun karşı güçlerce ısıtıp ısıtılıp meydana sürülmekle, mümtaz TÜRK HAFIZASINDA şiddetli bir reaksiyona sebep oluyordu.
Ama devlet te bu tehdidin (kanımca olmayan fos tehdidin) verilen NOTA’sını açık açık halka ve Dünya aleme gösteremiyordu. Sadece belkide efsane tehdidi kulaklara fısıldıyorlardı. Böylece emperyalizm cadı kazanından medet umuyordu. Bu sıgasızlıktı.
Ulusumuz canını dişine takıp bir savaş yapmıştı. Canını dişine takıp savaştıracak bir durum olmadıkça da Ulusumuz durup durur iken Lozan Barışından hemen sonra hiç bir savaş durumunu göze alabilir miydi? Rusya’nın ikinci Dünya savaşından sonraki durumu da hemen hemen aynen buydu. Yaklaşık 50 milyon insanı ölmüştü.
Bu kayıpların 20 milyondan fazlası askerdi. Muzaffer de olsa yanmış yıkılmış bir Rusya canını dişine takacak bir durum olmadan, pat diye Ardahan’ı boğazları istemeyi göze alamazdı! Alırsa da, bunlar, karşı muzaffer güçlerin desteğindeki göz kırpmalardan kaynaklı provokasyon olup, Özgür Dünya vaatli cesaretlendirme olurdu her halde.
Muzaffer güçlerin bu gizli desteği Rusya’ya olmayacak bir durumu, olacakmış gibi görüntülü kılmanın cesaretini verebilirdi. Bu hal belki de Müttefiklerince Rusya’ya telkin edilecekti. Burada tek bir gerçek ortaya çıkardı. Soğuk savaşın bu tehditkar ilhakçı etkisiyle Türkiye ABD’ye adeta rücu ederdi. Ki bu da Türkiye’nin Amerika’ya yakınlaşmasının anlaşılır en meşru zemini olurdu.
Türkiye Amerika tek yanlı feragati müttefikliği sorgulanır bir konu edildi mi hala; “siz o günleri bilmezsiniz Sovyetler bizi tehdit etmişti” nutku söylenir. Rusya da bunu yalanladı mı, bilmiyorum. Ama kutuplaşma içinde göz kırpmalı görülen hilelerdi bunlar. Kapitalizmin deyimiyle Özgür Dünya karşısında demir perde bloğunu oluşturmanın bir paylaşım blöfü gibi durmaktadır bu tehdit adeta.
Bunda ne o günlerdeki Rusya’nın, ne Türkiye’nin bir çıkarı olurdu. Tek çıkar Barış Gönüllülerinin üslendiği göreve hizmet etmekti. Nitekim de Türkiye’nin tavrı sorgusuz sualsiz Amerika müttefikliği oldu. Tıpkı şimdiki BOP eş başkanlığı gibi ya da medeniyetler buluşması gibi bir fiyaskoydu sanırım.
Halbuki tarih bu gibi orta doğu projelerini ve medeniyetler buluşmasını çok yapmıştı. Burada yanıltılan Türkiye’dir. Türkiye’ye gösterilmezden gelinen nokta, dizayn edilen orta doğunun diğer bir parçasının da Türkiye olduğu gerçeğinin unutturulmasıdır.
Ve yine tarihin keslerce buluşturduğu karşıt medeniyet buluşmasında Türkiye diğer karşı sözüm ona eş başkanlarca barbarlar tarafı içinde görülüyordu. Türkiye bunu unutup, kendisinin de mazlum olduğunu görmeyip; Türkiye’yi mazlum oluşcu cenahın yanında değil de, kan emici yaraslara benzetimlik olan emperyalistlerle birlikte gösterebilmiştiler. Yurtta sulh ve cihanda sulh emperiyalistlerin sulhuna dönüşmüştü.
Soğuk savaş dönemiyle iyice rekabet içine giren doğu batı blokları 1989 yılında doğu bloğunun dağılmasıyla ortadan kalktı. Doğu bloğunun kısa ömürlü kaderi kapitalizm gibi kendisine birçok sömürü alanları yaratamamaktan ve bu nedenle kapitalizmin her bir rekabetine kaynak yetiştiremez oluşundan gibi nedenlerle yıkılmıştı.
Batı bloğu her şeyi sömürü amaçlı yaparken Sovyetler Seydişehir Alminyum tesisleri gibi teknolojiyle yaklaşmayı yeğliyordu. Doğu bloğunun dağılmasıyla bizim gibi ülkelerdeki Nato’nun fonksiyonlarından biri olan dış destekli askeri darbelerin de, darbe ve kontrgerillanın teşvik ve organizelerinin de çökmesi demekti.
Bu yansımanın ülkemizdeki yapılaşması hemen olmadıysa da, savunma sanayiinden yerli üretimlere dönüşte ulusalcı oluşun olumlu süreçlerinin yaşanmasıyla; geçmişten gelen darbe alışkanlıklı refleksin pos modern gibi olucu olumsuz ve içi boş, mızmız darbe hevesliligin kalkışmaları da başladı.
Nato gibi soğuk savaş stratejilerine dayalı bütün Türk siyasetleri de boşluğa düşmüştü. Siyasetimiz ne yapacağını bilemez haldeyken olanca hırsla var olan, sürüncemede olan; Avrupa birliğine sarıldılar.
Bu nedenle doksan sonrası fiili askeri darbeleri görmek hiçte olası değildir. Çünkü bu darbelerin iç şartı olan komünizmle mücadele esası ortadan kalkmıştı. Barış gönüllüleri gibi çalışıcı unsurların finansman ve organizesi de bu durumdan elini eteğini çekmişti.
12 Eylül öncesinde toplumda oluşan dinamik düşünce ile geleneksel düşünceyi çatıştırmak, toplumu çok yormuştu. Toplumda çatışan taraflara karşı nefret oluşmuştu.
12 Eylül darbesi soğuk savaş politikalarının oluşturduğu ve Türkiye’yi getirdiği bu nokta tam bir hoşnutsuzluk reaksiyonuna karşılık gelmişti. Önceki darbelerin sol cenaha olan ezici baskısı ayyuka olmuştu. Şimdi darbe ne sağ tandaslı olacaktı; ne sol tandanslı olacaktı. Daebeciler yıpranmış imajını ne İsa’ya yaranmak, ne Musa’ya yaranmak kabili, doğruyu da, eğriyi de ezerek; yapay bir "tarfsız" şiarla ortaya çıktılar.
Ama darbecilerin ve emperyalizmin üzerine inşa olacağı bir zemin de, kendisine çok gerekliydi. Asıl amacı Özgür Dünya stratejili ABD kapitalizminin çıkarcısı olan 12 Eylül askeri darbesi; yeni stratejiyi bir başka sosyal alan üzerine konumlandırıyordu.
Darbecilerin ayetli hadisli meydan konuşmaları ve darbeci başı Sn Evren’in hoca oğlu olma itiraflarıyla meydanlar inildemeye başladı! Emperyalizmin Doğu bloğuna karşı asıl amacı yeşil kuşak teorisiyle ortaya kondu. Doğu bloğu karşısına çıkarmak için ABD bu kez de İslami akımları dizayn etmişti. Afganistan’da da bunlar El Kaide, Taliban vs.’ydi. Bunların ilk icratları, put diye oyma kaya resimlerine saldırmak olacaktı!
Oluşan sol tandanslı fikir alanları 12 Eylülde şiddetle yokedilip kitap yakmalarla ve kitap yasaklamalarıyla fikir hayatı bastırılacaktı. Milliyetçi akımların önü kesildi. Milliyetçi akımların misyonları gide gide akamete uğratıldı. Dinamik sol akımla, geleneksel akım benzer şiddetlere maruz bırakıldılar.
Bu nedenle doğu bloğunun çöküşü sonrasında darbelerin bir daha yapılamayacak olduğu 1990 sonrası Türkiye dönemi ile 1990’nın kendi öncesindeki darbeler dönemini karıştırmamak gerekir. 1990 öncesi tamamen dış destekli, dış destek sevk ve idareli darbeler dönemiydi. Bu nedenle 2000’lere doğru Türkiye süreci farklılaşmakla 2000’ler sonrası da hayli farklıdır. Yükselen değer (bilim, teknik vs. olacak değil ya) İslam olmuştur!
Nedense darbe ortada varken olmayan demokratlık; kıyıda köşede kalmış silik isimli tavırlarla 2000’ler sonrasında olmayan, bir daha da olamayacak olan darbeye karşı olmanın (!) isim yapıldığı ve nemalar devşirildiği bol keseden demokratlıklar dönemidir.
Bağımsızlık benim karakterimdir diyen bir felsefe üzerine oturan ulusal yapı, kendi karakterini kendi içinde çıkaran ulusal kurtuluş felsefeli yapı, bir kralın valisi gibi emirler alıp eş başkanlık uyutmalı sosun altında tuluatça Hacivatlık gibi görünmeğe asla soyunamazdı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.