- 1386 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Aydınlıktı Anadolu
“Onlar Anadolu-Türkmen ülkesinin bütün belde, şehir ve köylerindedirler. Dünyada gariplerle ilgilenme, yemek yedirme, ihtiyaçları giderme gibi konulara önem vermek bakımından insan soyu içinde benzerleri yoktur. Şu Anadolu denen Bilâd-ı Rûm dünya ülkeleri içinde ne güzel bir memlekettir. Allah bütün ülkelerin güzelliklerini orada toplamıştır. Ahalisi insanların dış görünüş bakımından en güzeli, elbiseleri en temiz, yemekleri en leziz olanı ve çoğu Allah’ın şefkatli yarattığı kimselerdir. Bu sebeple “Bereket Şam’da, şefkat Diyar-ı Rum’dadır.” denilmiştir. “
Bu sözler, ünlü seyyah İbn Battûta’nın “Seyahatmame”sinden... Okununca verilen ilk tepki “Romantik bir abartı” türünde bir cümle olur genellikle. Haklısınızdır: Tüm yaşam enerjisinin yalnızca hayatta kalmak adına tüketildiği, kardeşin kardeşe yabancı olduğu “Zamane” de “Yârin yanağından gayrı her şeyin paylaşıldığı” bir mazinin ne kadar yeri olur ki toplumsal bilinçaltımızda?
Oysa...” Körler görmese de yıldızların varlığı” kadar hakiki, günümüze dek süregelen birçok örnekle dolu “özgeçmişimiz.” Anadolu’da hangi kapıyı çaldınız da bir tas ayran yada bir kap yemek veren olmadı size? Dahası, “Tanrı misafiri” sayılıp hiç yüksünme görmeden baş tacı olursunuz. Üretici güçlerin en etkin türü “Gelenek ve görenek”, hem yakın tarihimizdeki Kurtuluş Destanımızın motor gücü oldu, hem de üretken ve demokratik bir toplum umudumuzun tükenmez kaynağı olmayı olanca parlaklığı ile sürdürmektedir.
İşte, Ahi Evran, Hacı Bektaşi Veli ve Hacı Bayramı Veli’de şahikalaşan adına “Anadolu Aydınlanması” dediğimiz bu gerçeklik, gücünü insanların özlerindeki sevgi ve adalet dolu toplum özlemi ile emeklerine cömert semereler veren “Toprak Düzeni”nden almaktadır. Artık, insanların yüreklerinde yer etmiş sacayağının her biri kendi öyküsünü kulağımıza fısıldayıp durmaktadır, ruhumuzun ayağa kalkması için ihtiyaç duyduğu “Yol türküsü”nü.
Miladi 1171 yılı. Azerbaycan’ın Hoy kasabasında bir sabah dünyaya “Merhaba! ” derken Nasır-üd-din Mahmut, horozların sesinde hiç bir olağanüstülük yoktu. Rivayet doğru ise “Bilgelik Şafağı”olmaya yüz tutan ilk gençlik yıllarında, korkunç bir yılanın, onu görünce uyuyan bebek sakinliğine bürünmesi, o yılanın adı olan Evran’ı almasına neden olacaktır. Hayra alamettir! Ve zaman, bu olağanüstü misyonu telkari gibi işleyip eşsiz bir imzaya dönüştürmenin gururunu yaşayacaktır. İnsanı Kabe kabul eden tasavvuf anlayışının ilk derslerini, Ahmet Yesevi gibi bir ulu kişiden almış olması iyi bir geleceğin sanki işaret fişeğidir.
Beyin kemiren merakın yol açtığı soruların kimi yanıtları, Maveraünnehir ve Horasan’dadır. Bir mertlik- kardeşlik yolu olan Fütüvvet teşkilatına girerek aldığı dersler, bu izleri daha derine nakşederek öncüsü olduğu Ahiliğin esin kaynaklarından biri yapacaktır. Adının başına alacağı “Ahi” unvanının kökeni konusunda farklı görüşler olsa da sözcüğünün liderler ve başkanlar karşılığında kullanılması onun Türkçe’deki “Akı” sözcüğünün ses değişimi ile “Ahi”ye dönüştüğünü göstermektedir. “İnsanın ihtiyaçlarını gidermek de Tanrı buyruğu” sayıldığından Dünya işlerine çözümler bulmada harikalar yaratan Ahiliğin can suyu, görülür ki Ahi Evran’ın klasik din eğitimine ek olarak aldığı felsefe, tıp, kimya ve astronomi gibi dallardaki bilgi ırmağının katreleridir. O,nun “İslam Rasyonalizmi” de denilen ve bir “Akliyecilik” akımı olan Mu’tezile Mezhebine ilgisinin bu kökleri beslediğinden de söz edilir. Yıl 1205’e dayanmış... Anadolu’ya gelip Kayseri’ye yerleşen debbağlığın (Deri işlemeciliği) en iyilerinden Evran,ın Kayseri’de Açtığı atölye büyüyüp örnek olacak ve ardından tüm meslekleri içine alan bir sanayi sitesinin kurulmasında öncülük edecektir.
“Akla yar,nefse düşman olan bu faziletli er kişi tekkesine kapanmış münzevi bir sofu değildi.” Sultan 2. İzzettin Keykavus için yazdığı Letaif-i Hikmet’te halkın temel ihtiyaçları, istihdam, kalite, ucuzluk ve üretim konularındaki çözüm önerilerini Sultan’a sunacak ve yakın bir ilgi görecekti. O’na göre “İnsan medeni tabiatlı yaratılmıştır.” Yani, insanın yeme, içme, giyinme ve barınma ihtiyacı, onun gelişimi için adeta tasarlanmıştır. Bu ihtiyacın tek başına karşılanması zor olduğundan; yüzünü meslek öğrenip geliştirmeye, bilgi alış verişine, meslek ve meslekler arası birlik ve iletişimi sağlayacak bir disiplin arayışına çevirmelidir. Bütün toprakların ortak mülk (Beyt-ül mal) sayıldığı, ve üretilen her şeyin Allah’tan geldiğine dair inancın etkisinden dolayı da, ahilik gibi bir disiplinin hayat bulabilmesi oldukça kolaylaşacaktır.
Güneşi yakalamak isteyen sarmaşıktır sanayi siteleri... Adam akıllı bir üretim, satış, verim ve denetimin yolu Ahi Birliklerinin kurulmasıyla son bulacak, “Batı” koyu karanlığı yaşarken bütün Anadolu, “ İlke Merkezli”sivil toplum örgütlenmeleri ile kendi insanına “Işık içirmekte”dir. Hem de insanlık tarihinde eşi olmayan ilk kadın örgütlenmesi olan Baciyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) ile yan yana yürüyerek... Korunmaya muhtaç kimsesiz kızları sahiplenip... Meslek edindirip “Kadının adı”nı var kılmak... “İşine, Eşine, Aşına sahip ol” şiarıyla baş tacı olmasını sağlamak bu gün bile bazı kafaların anlayabileceği bir şey olmasa gerek!
Büyük bir sevgiyle “Hoş geldin! ”denilen bilim yanıltmayacak, daha kolay bir hayat olarak geri dönecektir: Su saati, otomatik musluk, müzik makinesi, fıskiye, şifreli anahtar ve ilk robot örneklerinin yapıldığı bu dönem “Kadim Bilgi Çağı”dır dense çok yerinde olur. Bu maharet nedeniyle belediye ve emniyet hizmetleri Ahi Birlikleri’nin elinde olduğu parlak Anadolu Selçuklu dönemi, Alaaddin Keykubat’ın, oğlu tarafından öldürülmesiyle sekteye uğrayacaktır.. Ancak; Denizli ve Konya’yı yol, sonra Kırşehir’i vatan eyleyen Ahi Evran, Birlik faaliyetlerini artıracak, 32 çeşit esnaf ve sanatkar kuruluşunun Piri olacaktır. Ahilik ise; artık ticaret ve sanatta çok ilerlemiş Ermeni ve Rumlara karşı sistemli bir genişlemenin öncü birliği ve “Ticaretin sözlü doktrini” olarak tarih defterine kaydedilecektir.
“Bir parça kefen beziyle hayattan ayrılmak belki de en evla şeydir.” sözüyle mala- mülke aldırmazlığını, kesin eşitlik nedeniyle de”Can olmayı” resmeden Ahilik; “Eli açık, Sofrası açık, Kapısı açık Gözü, Dili, Beli bağlı”bir insan istiyordu. Küçültücü sayılan eylemler nedeniyle bazı kimselerin bu yapı içine girmeleri kesinlikle yasaktır: Falcılar, tellaklar, tellallar, kasaplar, beddua edenler, cerrahlar, ucuz alıp pahalı satan hırsızlar için kapılar örtüktür. Giriş, içerden bir onay ve daveti gerektirir; kabul ise özel bir törenle olurdu. Şeriat, tarikat, marifet konularında bilgili olmak Ahi olabilmenin şartlarından sayılmakla birlikte, bir dizi nitelik daha aranır: Bilgi, eylem, sabır, yol göstericilik, Şükretmek, iç arınmışlığı, Kötülüklerden uzak kalmak, tövbe, çaba, kesin dostluk, bağlılık, tevekkül, alışkanlıkları bırakma. Bu niteliklerle donanmış olanlar ancak Şed (Ahilik kuşağı) bağlaya bilirdi. Bir de mesleklerinin piri saydıkları peygamberlere saygı şartı: Tarımcı Adem peygamberden başlayan süreç; Şid’in Hallaçlığı, İdris’in terziliği, Nuh’un marangozluğu, Musa’nın çobanlığı ile devam edip Hz. Muhammet’in tüccarlığı ile noktalanmamış mıydı? “Kopenhag Kriterleri”nden daha zorlu gözüken bu ahlaki ve mesleki özelliklerden biri bile eksikse örgüte girilemezdi.
Günümüz Türkçe’sindeki “Yol yordam görmek” deyiminin kökleri oralardadır ki:
“Ahi görmek, Şeyh görmek, Öğretmen görmek” ahilikte okuma yazma ve temel bilgilerle başlayıp tasavvuf, Türkçe, Arapça, Matematik ve müzik gibi derslerle birlikte öğretilen savaş sanatında pişmek amacıyla “çalışmak, çalışacağı kişiyi seçmek” anlamını içermekteymiş. Her kişiye nasip olmayan “Şeyhlik” mertebesi ise “Bencillik etmemek, Ululara hizmet, Postlara öğüt, Dervişlere sakilik, Bilgelere alçak gönüllülük, Düşmanlara hoş görünmek, Bilgisizlerin karşısında susmak” gibi dirayet, bilgelik ile sabır gerektiren daha sofistike kuralları zorunlu kılacaktır.
Zaten, Ahilik ülküsünde insanların ortak yaşamları için ciltleri dolduracak sosyal ilke ve kural mevcuttur: İyi huy, kin ve dedikodudan kaçmak, sözüne sadıklık, güler yüz, hakka riayet, kusurları kendi nefsinde aramak, zenginlikleri nedeniyle birilerine itibardan uzak durmak, hakkı söylemekten korkmamak, böbürlenmemek, özü-sözü bir olmak, bilenlere danışmak, sır tutmak bunlardan bazıları... Günümüze kadar gelmiş olup “Hastaneye acılı Adana köfte götürme” abartısına vardığı için alay konusu edilen “Eve, misafirliğe ve hasta ziyaretine eli boş gitmeme” gibi sayıları yedi yüzü geçen görgü kuralı daha var... Yemekte, su içmekte, elbise giymekte, eve gelip gitmede, yürümede, mahallede, pazarda,alışverişte, oturmada ve misafirlikte... Kısaca her yerde.
Tezgahta esnaf, tarlada çiftçi, zaviyede derviş ve savaşta asker olan Ahiler, altın çağlarını yaşadıkları Anadolu Selçuklu döneminde “En hayati zararı” bir savaşta görürken, neden oldukları çok önemli iki tarihsel sonucun doğal olarak farkında olamazlardı: Asya’nın ta içlerinden gelip Anadolu’yu yangın yerine çeviren Moğolların, 1243 Kösedağ Savaşı’ndan başlayıp yaklaşık 100 yıl sürecek istila ve yağma hareketinde en önemli hedefii tek örgütlü güç olan Ahilerdi. Büyük bir direnç göstermelerine karşın “Kalkar göç eyler Avşar elleri:” parça bölük batıya doğru... Aydınlanma hareketinin diğer ayağı olan ve işgalcilerle işbirliği halindeki bütün devlet yöneticilerine karşı tavır alan Hacı Bektaşi Veli’nin Velayetname’sinde Sadık Dostu Sadredin-i Konevi’ye yazdığı vasiyetinde”Gençlerin ve gücü yetenlerin şu Diyar-ı Rum’u (Anadolu’yu) terk etmelerini” öğütlemektedir. Nitekim, kaçmayanlardan biridir Ahi Evran; Moğollar O’nu 1262 yılında Kırşehir’de bulacak ve 91 yaşındayken, eşiyle birlikte hayatına son vereceklerdir.
İlk önemli sonuç, tarih sahnesine yeni çıkacak Osmanlı Devleti’nin teşkilat mayasını bu zorunlu göçün mağduru Ahilerden miras alması, hatta”Osmanlı Devleti başlangıçta bir Ahi Devleti”olmasıdır. Zira, Osman Bey, Orhan Bey ve I. Murat’ın kendileri de birer Ahi idiler. Bir rivayete göre de, Ahi Şeyhi Edebali, kızını Osman Bey ile evlendirmiştir. Sonra gelen sultanların mezhep tercihiyle birlikte ahiliğin etkinliği azalacaktır. Bir diğer neden ise Moğol istilası sırasında Ahiliğe dair tüm yazılı kaynakların imhası sonucu tarihsel gelenekle yaşanan kopuşmadır. Ahi geleneğinin temelinde yer alan “Bilime bağlılık ve hayata uygulama” yönteminin tamamen göz ardı edilmesinin bedeli hiç ucuz olmayacaktır: Osmanlı’nın başını yiyen ve bizim diyetini ödemekte devam ettiğimiz bilimden uzaklaşma tercihinin...
Ahi örgütleri üzerindeki uzun ve şiddetli Moğol baskısının Anadolu’daki yeni düşünsel ve felsefi süreçleri Mevlana Celaleddini Rumi örneğindeki gibi yaşamdan kopuk, mistik ve daha edilgen kılması ise ikinci önemli sonuçtur. Sahipsiz kalan doğa ve akıl bilimleri gelişme seyrini yitirecek, başlangıçta birbirini tamamlayan ve uyum halindeki iç ve dış dünyamıza dair tasarruflar, korkunun toplumsal bilinçaltında açtığı tahribat nedeniyle birbiriyle çelişmeye ardından da “Bu dünya” yaşamını tümden redde varmakta gecikmez. Tarihsel kaynaklara dayanan bir görüşe göre, “Mevlana, babası Bahaüddin Veled ve hocası Seyid Burhaneddin-i Tirmizi ile Şems-i Tebrizi ve oğlu Sultan Veled genel olarak akla ve akılcılığa karşı kimselerdir.” Bu durum, çaresiz kalan insanlara umut ve huzur kaynağı olan tekke ve zaviyelere ilgiyi artırıp, bilime olan ilgiyi azaltacaktır. Yine Ahh Osmanlı! Yine Ahh cehalet!
Selçuklu döneminden sonra gerçek kimlik ve işlevinden uzaklaşan Ahilik, Osmanlı’nın ilk döneminde etkisini sürdürür. Daha sonra; etkisizleşme ve yozlaşmaya karşın vakıflarıyla eşitsizliğin, hastanelerle sağlık sorunlarının, imarethanelerle açlığın giderilmesine yönelik adımları atmamış olsaydı... O gelenekten beslenen meslek erbabının çabalarıyla yapılan köprüler, hanlar, hamamlar ve çeşmeler olmasaydı... Bayağı bir değişime uğrasa bile sırf geleneğin zayıf etkileriyle bile meslek içi eğitimi, sandıklar aracılığı ile dayanışmayı, çırak, kalfa geleneği ile devamlılığı atlamayan ahilik olmasaydı... Ya Ahilikten Loncaya oradan da gedik sistemine dönüp etkisi “Tavşanan suyunun suyuna” benzese de, insanımızın toplumsal yaşamı için bir şeyler yapmış Ahilik olmasaydı... Seferlerden bunalmış, Osmanlı ne yapardı? Bilinmez...
Ama, bütün Anadolu’nun bildiği, tarihin yazdığı, gözlerin hala görmekte olduğu, gönlümüzün hissedip biraz tanıdığı bu “Toplum Projesi” doğal seyrinde gelişip bu güne ulaşsaydı ne olacağı ayan beyan değil midir?
Bilim sevgisinin, tüm bilinmezleri en aza indirmesiyle ortaya çıkan “Akıl almaz” gelişmelerle dolu bir dünya...
İnsanı Tanrı’nın sureti, tüm canlıları onun ayrılmazı kabul eden, herkesi kardeş sayan bir anlayışın hakim olduğu savaşsız, zulümsüz ve sevgi dolu bir dünya...
Kadının hala ikinci sınıf ve nesne sayıldığı bu dünya yerine, Bacıyan-i Rum (Anadolu Bacıları) ile başlayıp insan cinslerinin Evrensel Yasaya uyarak ayrı ayrı oluşunun, ama illa da insan oluşunun kabulüyle süregelen bir uyum ve anlayış dünyası...
Yalnız insanın”Hiçbir yere uzamayan bir merdiven” veya “Yağmur çarpan bir camekan” sayıldığı köhnemiş “şimdi” yerine örgütlü, başkasının hakkına saygılı, adil, özgür ve demokratik bir dünya...
Çocuklarımızın sınavlarla yarış atına çevrilmediği, ezber bilgilerle doldurulmuş niteliksiz insanlar yerine doğal yeteneklerine uygun bir mesleğinin, meslek okullarının, yaşama dair yönlendirici ve öğretici bilgiler kazandıran okulların olduğu, yeteneklerin yarıştığı bir dünya...
Kalitesin yüksek ve denetim altında, patent haklarının “İnsanlık Adına”korunduğu, aşırı kar için değil insanın ruhsal, bedensel ihtiyaçları için üretimin yapıldığı bir dünya...
Nitelikli temsilci ve yöneticinin liyakat ve temsil esasıyla seçildiği, hatalıysa değiştirmenin meşru, açık ve katılımcı bir yöntemle yapıldığı bir dünya...
İşte....
Anadolu Aydınlanması, ilk kozasıydı o dünyanın!
YORUMLAR
Bilim sevgisinin, tüm bilinmezleri en aza indirmesiyle ortaya çıkan “Akıl almaz” gelişmelerle dolu bir dünya...
İnsanı Tanrı’nın sureti, tüm canlıları onun ayrılmazı kabul eden, herkesi kardeş sayan bir anlayışın hakim olduğu savaşsız, zulümsüz ve sevgi dolu bir dünya...
Kadının hala ikinci sınıf ve nesne sayıldığı bu dünya yerine, Bacıyan-i Rum (Anadolu Bacıları) ile başlayıp insan cinslerinin Evrensel Yasaya uyarak ayrı ayrı oluşunun, ama illa da insan oluşunun kabulüyle süregelen bir uyum ve anlayış dünyası...
Yalnız insanın”Hiçbir yere uzamayan bir merdiven” veya “Yağmur çarpan bir camekan” sayıldığı köhnemiş “şimdi” yerine örgütlü, başkasının hakkına saygılı, adil, özgür ve demokratik bir dünya...
Çocuklarımızın sınavlarla yarış atına çevrilmediği, ezber bilgilerle doldurulmuş niteliksiz insanlar yerine doğal yeteneklerine uygun bir mesleğinin, meslek okullarının, yaşama dair yönlendirici ve öğretici bilgiler kazandıran okulların olduğu, yeteneklerin yarıştığı bir dünya...
Kalitesin yüksek ve denetim altında, patent haklarının “İnsanlık Adına”korunduğu, aşırı kar için değil insanın ruhsal, bedensel ihtiyaçları için üretimin yapıldığı bir dünya...
Nitelikli temsilci ve yöneticinin liyakat ve temsil esasıyla seçildiği, hatalıysa değiştirmenin meşru, açık ve katılımcı bir yöntemle yapıldığı bir dünya...
İşte....
Anadolu Aydınlanması, ilk kozasıydı o dünyanın!
**************************
ALINTIYLA BURAYA TAŞIDIĞIM BÖLÜMLE DE BELİRTTİĞİNİZ GİBİ BU NİTELİKLER SADECE ANADOLU AYDINLANMASININ DEĞİL TÜM DÜNYANIN DİKKATE ALMASI GEREKEN YÜZÜ AK GELECEĞİNDEKİ OLMAZSA OLMAZLARI...ASLOLAN YÜREĞİ İNSANİ DEĞERLERLE ZAMANINI İYİ ALGILAYAN BİLİMSEL NİTELİKLERLE DONANIMLI ZAMANE İNSANINI OLUŞTURABİLMEK...
BU NİTELİKLİ BİRİKİMLİ AYDINLATMA YAZISI İÇİN SİZİ TEBRİK EDİYORUM.BAŞARILARINIZ DAİM OLSUN.
SAYGILARIMLA...
ahi evran hacı bektaş ve hacı bayram veli
çoğunun adını bile duymadığı duydu isede ne olduklarını bilmediği dört kapıdan geçip insana önce insan olduğu için değer veren anadolunun karanlık yüzündeki ışıkları onlar.hocaları ve yetiştirdikleri talebelerinin aldıkları tasavvufi ve bilimsel eğitimlerle günümüzde bile hala yollarını yol bilen kitle ile bütünleşmiş fakat osmanlı dönemindeki katı baskılar ve yıldırmalar sonucunda bugüne sadece belirli kitap ve kaynaklarda kalarak getirilmişlerdir.
ve kadına belkide ozamanda verilen değer hiç bir tarihte hatta günümüzde bile verilmemiştir.
aydınlatıcı yazınız için teşekkür ediyorum.