- 847 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KEŞKE KELEPÇESİ
KEŞKE KELEPÇESİ
Uzun bir hayat düşlemiyorum. İstediğim, bana biçilen hayatın dolu olması. Dünya dediğimiz iki kapılı hansa eğer çıkış kapına geldiğimizde ardımızda anlam ummanı olmalı. Boşa akacak her an, o kapıya geldiğimizde pişmanlık olarak çıkacak karşımıza. Bir bakmışız ellerimizde “keşke kelepçesi” gözlerimiz ise ıslak. Doğmamış düşlerimize ağlıyoruz. Daha çok küçükken gördüm ben bu resmi. Babam hastalanıp yatağa düştüğü zaman…
Varlıklı bir ailenin en küçük çocuğuydu babam. O dönemlerin âdetince dadılar, lalalar tarafından büyütülmüş, doğunun yanında batıyı da görün diye Fransız mekteplerine gönderilmişti. Evin en küçüğü olduğu için “Küçük Bey “ denilmişti ona. Kimseye sunulmayan nimetler onun önüne serilmişti. Rahmetli dedem Selim Bey –mekânı cennet olsun- ismi gibi akl-ı selim bir adamdı. Bir an yoktu ki zamanını boşa harcasın. İlerleyen yaşına rağmen öğrenmeye açtı. “Yüce Allah bize “oku” dedi. Okumak farzdır. Oku evladım” derdi hep. Elinden kitap hiç eksik olmazdı. Oğluna da aşılamak istemişti bu düşüncesini. Kendi değimiyle babamın adam olması için çok uğraşmıştı. Oysa babam zamanı hor kullananlardan olmayı seçmiş, bu ufku geniş adamdan yararlanmayı hiç bilememişti. Ninemin dediğine göre kitapları okur gibi yapar, dedem soru sormasın diye ortadan kaybolurmuş. Fransız mektebinden de bu yüzden kovulmuş. Hayatı, yarını düşünmeden yaşardı ama anı yaşamayı da hep geride bırakırdı. “Düzen” derdi kendince kurduğu bu boşluğa. Sabah erken kalkar, dükkânları teftiş eder, gelen gidenle ilgilenir, yemekten sonra da biraz oturup yatardı. Hastalandığı güne kadar bu düzeni hiç bozmadı. Onun mektep arkadaşları birer amaç uğruna tutuşurken o, hep yerinde saydı. Ne bir adım ileri ne de bir adım geri gitti. Fakat zaman babam gibi düşünemezdi. Her an biraz daha geride bıraktı yaşananları.
Ben de babam gibi ailenin en küçük çocuğuydum ama aile bireylerimin üzerindeki ölü toprağından bana bulaşmamıştı. Kimsenin aklına gelmeyecek fikirler üretir, ancak bir çocuktan beklenebilecek çılgın hayaller kurardım. Ben hareket ettikçe evdekiler yorulur benden durmamı isterlerdi. İçimdeki coşku öyle büyüktü ki ona “dur” emrini verecek kadar irade sahibi değildim. Sonra bir gün durdum. Babam hastalanmış yatağa düşmüştü. Ben henüz dokuz yaşındaydım. Kendimce durumun ciddiyetini anlayabilecek kadar büyüktüm. Evde alışık olmadığımız bir telaş vardı. Herkes babamın etrafında pervane… Olağandışı bir şeyler olduğu her halden belliydi.
Bir tek benim telaşım yoktu. Hayallerim olmuş, coşkum bir anda uçup gitmişti. Artık dalından dalına atladığım ağaçlar bahçemizin ortasında cellât gibi beni bekler olmuştu. Kuşların neşeli seslerini duymazdan gelip bütün hayali dostlarıma küstüm. Yemek yemek ve uyumak dışında yaptığım tek aktivite babamı uzaktan seyretmekti. Bu şekilde tam iki yıl geçti. Okul hayatım da evdekinden çok farklı olmadı. Öğretmenler bu isteksizliğimi normal bulmuyorlardı. Gidip gelmekten başka hiçbir şey yapmıyordum. Yaşama sevinci tükenmiş küçük bir çocuktum. Hayatın anlamını bulmadan yaşamaktan usanmış ve sadece ölüme gülümseyebilen bir çocuk..
Babam hayattan zevk alan bir adam değildi. Heyecan verici hiçbir şey yaşamıyordu. Sık sık sonsuz uykudan bahsederdi. Bu yüzden hastalığını kendisinin davet ettiğine inandım. En azından bir çocuk olarak evin içine sinmiş ölüm sessizliğine uydurduğum en masum aldatmaca buydu.
Bir gün, yatmaktan vücudunda oluşan yaraları tedavi etmeye gelen doktorun koluna yapışıp “ne olur beni biraz daha yaşat” diye haykırdığına şahit oldum. Hayat kimisi için güzel bir kadın, kimisi için unutulmaz bir aşk, kimisi için bir hayal kuşu… Babam içinse hayat, koca bir pişmanlık yığınıydı.
Birkaç dakika daha nefes alabilmek için her şeyini feda edebilir insan. Yaşamaktan vazgeçmek öyle kolay bir iş değildir. Tırnaklarını geçirirsin hayata. Sımsıkı tutunursun. Hani Azraillin kolları bu kadar güçlü olmasa kolayca çekip alamaz seni. O dağ gibi adam şimdi karşımda sarsıla sarsıla ağlıyor, onu biraz daha yaşatması için doktora yalvarıyordu. Oysa daha güçlü ilaçlar verip acısını hafifletmekten başka ne yapabilirdi ki doktor?
İşte o gün uzun bir hayat düşlemektense içini doldurabileceğim bir hayat istedim. Daha on bir yaşıma yeni girmiştim. Henüz ölümü düşünmek için erkendi. Zavallı babam geçen yıllarına acıyarak bakıyordu. Hayıflanmanın artık fayda etmeyeceğini bile bile…
Ölümünden birkaç gün önce beni odasına çağırıp yanı başına oturttu. Törensel bir edayla büyük kardeşlerime okuduğu vasiyetini bana da okudu. Beni yalnız çağırmasının sebebi başkaydı elbet. Vasiyetinde yazdığı mal mülk dışında bana elli yedi yıllık bir hayat dersi bırakmıştı.
“Henüz küçüksün. Gözlerine gerçeğin perdesi inmedi. Bizim gördüklerimizin ardındakileri de görebilirsin. Bak ellerime evladım!” dedi. Ellerini bana doğru uzattı. Hastalıktan sararmış, iskeleti ortaya çıkmış, zayıflamış baba elleri. Güçlükle havada duruyor olsa da onlar baba elleri. Benim babamın elleri… Kısa süren bir sessizlikten sonra “Görebiliyor musun?” diye sordu. Neyi görmem gerektiğini anlamadım önce. Ellerini tuttum buz gibiydi. “Bileklerimdeki “Keşke Kelepçesi”ni görüyor musun?” dedi. Daha mecazlı söylemlere alışık olmasam da babamın ne demek istediğini anladım. Görmemi istediği kelepçe karşımda duruyordu. Bileklerinden çok ruhunu sıkıyor gibiydi.
Sır verecekmiş gibi sokuldu bana. Sesini alçalttı. Kimsenin bizi duymasını istemiyordu anlaşılan. “Bu kelepçeyi bileklerime ben geçirdim” dedi. “Boşu boşuna akıp giden zamanın bıraktığı bir nişandır bu. Zaman aktıkça ben arkasından seyre daldım. Musluğu açıp seyreder mi hiç insan? İçi acımaz mı boş yere akan suya? Ben acımadım. İşte şimdi depodaki su tükendi. Geriye kalan birkaç damlayı yaşıyorum” dedi. Bir iki soluk aldı, çatlamış dudaklarını ıslatıp devam etti. “Ben ne bu dünya ne de öteki dünya için hiçbir şey yapmadım. Ruhum pişmanlığın elinde esir, çaresiz zamanımın dolmasını bekliyorum. İsterim ki sen hayaller kur. Kendi düş ülkeni yarat. Her zaman onların peşinden koş. Sana biçilen ömrü asla boşa harcama. Elbet bir gün senin de depondaki su tükenecek. İsterim ki senin ruhun özgür olsun. Gözlerin ıslak karşılama ölümü. Büyük zaferler kazanmış güçlü komutanlar gibi ol” dedi. Yorulmuştu. Başını yastığına usulca geri yasladı. Su içirmek istedim eliyle durdurdu beni. Yaşıma ağır gelen cümlelerdi söyledikleri ama ne demek istediğini anlamıştım. Zaten boşa geçen hovarda bir hayat bana göre değildi. Sessizlikle geçirdiğim iki yılda bile kaçırdıklarımın hesabını tutamamıştım. Şimdi babama ne demeliydim? Söylediklerini anlamlı kılacak birkaç söz söylemem gerekmez miydi?
Vakur bir hava hâkimdi odaya. Gözlerim yerdeki halının desenlerine takılmış, zihnim allak bullaktı. Öyle ne kadar durduk bilmiyorum. Sessizliği babam bozdu. “Sözlerim sana emanet olsun. Sen de bir gün bunları çocuklarına anlat ki zamanın kıymetini bilsinler” dedi.
Bu konuşmayı takip eden üç gün boyunca ateşler içinde yandı babam. Cehennemi dünyada yaşıyor gibiydi. Sonra bir anda buz kesti bedeni. Kardeşlerimin içinde bir tek ben cesaret edip bakabildim soğumuş yüzüne. Sadece ben değdirebildim dudaklarımı zamanında doya doya öpemediğim yanaklarına.
Belki büyük zaferler kazanmış bir komutan değildi babam ama ölürken huzurlu olduğuna eminim. Kendince “Emanet” dediği sözlerini saklayacağıma inanıyordu. Bana onları söylerken dünyadaki hesabını vermiş oldu. Dudaklarında kalan donuk tebessüm verdiği hesabın rahatlığı olmalı.
Uzun bir hayat düşlemedim hiç. İçini doldurabileceğim bir hayat istedim. Bileklerimde “Keşke Kelepçeleri” olmadan…
Merve ÇAVUŞ