- 849 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Kara Gece Bir Küçük Can...3
Hızır gibi imdadımıza yetişen yaşlı değirmenciyi takiben, yüzümüzü gözümüzü sıyıran mısır yaprakları, elbiselerimize takılan mora dikenleri arasında, küçük bir patikada yaptığımız kısa bir yolculuktan sonra değirmenine ulaştık. Bulunduğumuz şartlarda, başımızı sokacak bir çatı bulduğumuza, hepimiz gerçekten çok sevinmiştik.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse, benim sevincim hepsinden daha fazlaydı. Zira, küçük yaşımdan beri, genellikle dere kenarlarında yalnız yaşayan bu sempatik, mahzun, su değirmenlerine karşı özel bir ilgim vardı. Çalışma sistemi öyle çok ilgimi çekiyordu ki, saatlerce başında oturup seyretsem doyamazdım. Kocaman değirmen taşının hışırtılar çıkararak dönüşünü, ortasındaki deliğe mısır tanelerinin bir bir akışını, ön kısmındaki bölmeye, aheste aheste öğütülmüş unun dökülmesi ve piramidi andıran bir görünümde birikmesini seyretmekten asla sıkılmazdım. O ilkel sistemin, çocuk dikkatimi bu kadar cezbetmesi, sanıyorum ilerleyen yıllarda, Makine Mühendisliğini meslek olarak seçmemde etkili olmuştur.
Suyun çarkı çevirdiği kısmı kara taş, diğer üst bölümü ise çam ağacından imal edilmiş olan bu eski ve tek odalı yapının çatısı, belli bir sisteme göre düzenlenmiş atık yağ tenekeleri ile kaplıydı. Hatta, çocukluğumuzda annelerimizin yemeklerde çokça kullandığı ’Vita’ yağının etiketi hala okunmaktaydı üzerlerinde. Küçük pencereleri sıkı sıkıya kapatılmış, yağmur suyu sızmalarını önlemek için pervazlarını bez parçaları sıkıştırılmıştı. Her yer, ama istisnasız her yer mısır unu ile kaplanmış, değirmenin içi kendiliğinden sarımtırak bir renge bürünmüştü.
Bulunduğumuz ortamda en çok ilgi çeken kısım, içeri girdiğimiz ağır, ahşap kapının tam karşısında yer alan büyük ocaktı. Şimdiki şöminelerin atası diye isimlendireceğimiz kocaman bir ocaktı bu. Yanmakta olan çam odunlarının çıtırtısı...Alevlerin, karanlık köşelerde gölgelerinin oynaştığı sıcak renkleri... Ahenkle dönen değirmen taşının ninniyi andıran melodisi...Yağmurun, olanca şiddeti ile dövdüğü yağ tenekelerinin iniltisi... Tüm bu saydığımız seslerin oluşturduğu doğal orkestranın ruhumuza sunduğu bir doyumsuz müzik ziyafeti...Benim için harika üstü bir manzara bu. Öylece kapının girişine dikilmiş, dudaklarımda gülümsemeler biriktiriyorum.
-Dikilme öyle, kapı kapıyı da işeri gel... Diye seslendi ihtiyar değirmenci.
-Üşüdün, gel ısın biraz ocakta... Diye değirmencinin cümlesini tamamladı amcam.
Kapıyı üzerine örttüm yavaşça ve ağaçtan yapılmış kocaman kilit düzeneğini de kapadım dikkatlice.Ben, ocağa, ocakta yanmakta olan odunların çevreye yaydığı harika sıcaklığa doğru yürürken, hemen ocağın sağ tarafında yer alan, yine çam ağaçlarından imal edilmiş ve üzerinde içi mısır koçanları ile doldurulmuş bir yatağı bulunan sediri, anne ile yavrusu ile hazırlamakla meşguldü değirmenci.
-Sen burada yatarsın bebeğinle kızım. Önüne de bir perde çektik mi, hem ocaktan ısınırsınız, hem de rahatça uyursunuz.
-Sağ ol dede. Allah, senden razı olsun.
-Sen ve bebeğin sağ olun kızım.
Amcam ve yaşlı adam, ocağın önündeki (Yerel ağızda komri dediğimiz)oturaklara iliştiler ve ateşten akseden sıcaklığın verdiği keyifle, üşüyen ellerini ovuşturmaya başladılar. Ben, önce oturacak bir şeyler aradım,bulamayınca da, sol tarafta yığılı duran mısır torbalarının üzerine bıraktım kendimi. Hem ısınıyor, hem de değirmenin o sihirli atmosferini solumaya devam ediyorum. Arabayı amcam sürmüştü ama, galiba ben ondan daha çok yorulmuştum. Ya da, o gün yaşadığım heyecan, o çocuk yaşlarımda bana oldukça ağır gelmişti.
Değirmenci dede, ocağa bir kaç büyükçe odun attıktan sonra:
-Sizin,karnınız da açtır şimdi, değil mi? Diye sordu.
-Evet!... Diye karşılık verdi amcam, biraz mahcup, biraz çaresizce...
-Güzel!... Size bir ziyafet hazırlayalım öyleyse. Ben hamuru hazırlayana kadar, sen de şu sacayağını ocağa yerleştir ve üzerine de şu sacı koy ki, işimiz bitinceye kadar iyice ısınsın... Diye talimat verdi amcama.
Göz açıp kapayıncaya kadar mısır unu hamurunu hazırladı, üzerini bir bezle örterek dinlenmeye bıraktı. Ocağa konan sacın iyice ısınması, ekmek pişirecek kıvama gelmesini beklerken, hamura bulanan ellerini yıkadı değirmenci, sonra da öğütülmekte olan mısırın depolandığı bunkere bir göz gezdirdi. Öğütülmüş undan avucuna bir bukle alarak, baş ve işaret parmağı arasında bir müddet ovaladı. Mısır tanelerin, değirmen taşının ortasındaki deliğe azar azar düşmesini sağlayan düzeneğe küçük bir ayar çektikten sonra da, yağmurluğunu omzuna atarak, açtığı büyük ahşap kapının iç gıcıklayıcı sesini takiben, değirmenin küçük avlusunun karanlığına doğru seğirtti.
Ocaktan yanan ateşin sıcaklığı ve yorgunluğun etkisi ile, iyice uyuşmuş vaziyette, kendimi uykunun kucağına bırakmak üzereydim ki, açılan kapıdan içeriye dolan serin hava, irkilmeme neden oldu.
Değirmenci, çok geçmeden, kucağında bir kaç parça iri odunla geri döndü. Odunları, ocağın yanı başındaki yerlerine itina ile yerleştirdi. Hamurun hazır olduğuna kanaat getirince de, yanına kalayları eskimiş bir bakır tas içerisinde biraz su ve hamurun bulunduğu kabı alarak, ocağın karşısına oturdu.
Yorgunum, halsizim, ocaktan akseden ısının tesiri ile iyice mayışmışım ama, açlıktan zil çalan karnım, uykunun tatlı esintisine teslim olma meylindeki göz kapaklarımın kapanmasına engel oluyor. Gayri ihtiyari, bakışlarımı değirmenciye ve onun sac üzerinde pişireceklere odaklamışım. Zannediyorum o anda beni, uykunun tatlı kucağından ancak bu sonu gelmeyen zil sesleri çekip alabilirdi. Nasıl da kurtlar gibi acıkmıştım.
Değirmenci, mısır hamurundan kopardığı büyükçe bir parçayı sacın üzerine koydu ve eli ile küçük darbeler vurarak yassılaştırdı. Daha sonra da, sacın boş kalan kısımlarını, aynı yöntemle doldurdu. Çok geçmeden değirmenin içini, inanılmaz güzellikte taze ekmek kokusu kapladı. Küçük bebek, hala derin uykusundan uyanmamış, duvarda asılı duran idare lambasından yüzüne akseden soluk ışığın aydınlığında, olanca sevimliliği ile tatlı tatlı uyumaya devam ediyordu.
Büyükçe bir sofra örtüsünü, muhteşem görünüşü eşliğinde alev alev yanan ve değirmeni sıcacık kılan ocağın önüne yaydı değirmenci. Ekmek pişirme işi, amcam ve ihtiyarın kontrolünde devam ediyordu. Daha sonra da değirmenin bize en uzak köşesine, giriş kapısının hemen yanı başındaki, oldukça büyük erzak dolabına yöneldi. Dolabın kapağı, uzun zamandır yağlanmayan menteşelerinin çıkardığı iç gıcıklayıcı bir sesle açıldı. Her biri ayrı ayrı kaplardaki peynir kalıbını, tere yağını ve bir kaç tane de yumurtayı aldıktan sonra geriye, ocağın yanına döndü.
Dışarıda kopmakta olan tufanın ve mısır tanelerini bitmek tükenmek bilmeyen bir gayret ile ezmeye, parçalamaya, un haline getirmeye çabalayan değirmen taşının iniltisinin asla rahatsız etmediği küçük bebek, dolap menteşelerinin açılırken çıkardığı sevimsiz ses ile uyandı, hemen ardından da ağlamaya başladı. Her birimizi bir telaştır aldı, bakışlarımız farkında olmadan bebeğe odaklandı. İçimden, sakince uykusuna dönsün diye dualara başlamıştım ben çoktan. Yağmurdan, selden, dağ başında mahzur kalmaktan, soğuktan, açlıktan korktuğumuz yoktu da, şüphesiz en büyük korkumuz, bebeğin durumunun kötüleşmesi, zamanında doktora yetiştirememe ihtimalinin sevimsizliği idi.
-Sanırım acıktı...Dedi annesi.
-Tamam kızım. Bekle az, şimdi sana müsait bir bölüm yapacağım ben...Diye karşılık verdi değirmenci.
Bizlerin oturduğu bölüm ile, anne ve yavrusunun üzerinde bulundukları sedir arasına, 3-4m boyunda, büyükçe bir bezi gerdik beraberce, sıkı sıkıya bağladık. Böylece, bebek ve annesinin özel bir bölmesi oldu. Hem ısıdan faydalanacaklar, hem de geceyi rahatça geçirebileceklerdi. Bebek, sütünü emince ağlamayı kesmiş, bizlerin de rahat bir nefes almamıza vesile olmuştu...
-Al bakalım şunu. Güzelce bir tiftikle ufaklık...Diyerek, getirdiği kaplardan birini bana uzattı.
Kabı aldım, içindeki peyniri(Yörede imansız peynir adı veriliyor), annemden öğrendiğim yöntemle, küçük parçacıklara ayırmaya başladım. Bu sırada ekmek pişirme işi bitmiş, mısır unundan yapılan bazlamalar, sofra örtüsünün kenarına itina ile istif edilmişti. Karnımız o kadar çok acıkmıştı ki, ister istemez bakışlarımızı, buram buram tütmekte olan ve etrafa inanılmaz güzellikte kokular yayan o tazecik ekmeklerden ayıramıyorduk.
Değirmenci, eline aldığı kalınca bir bez parçası ile, iyice kızgın hale gelmiş sacı tutamağından kavradı ve ocağın hemen üzerindeki büyük çengele astı. Daha sonra da, oldukça uzun bir sapı olan, kalaylı bir bakır tavayı, itina ile ateşteki sac ayağının üzerine yerleştirdi. Amcamdan, ateşi biraz daha beslemesini istedikten sonra, kocaman bir parça taze tere yağını içine bıraktı. Tavaya yuvarlanan yağın çıkardığı cızırdama ve fokurdayarak erimeye başlaması, bu yörenin insanları olarak bizlere çok ilginç gelmedi ama, eminim aramızda yabancı biri olsaydı, bu manzaradan ve memleket çapında şöhreti olan bu yağın kokusundan oldukça etkilenirdi.
-Yağ da, peynir de kendi ürünümüzdür. çekinmeden, afiyetle yiyebilirsiniz...Dedi gülümseyerek.
-Uzak mı evin buraya? Diye sordu amcam.
-Değirmenin arkasındaki yamacın nihayetindedir. Her gün çıkıp inmek hem çok zaman alıyor, hem de zahmetli oluyor. Zaten, hanımdan başka hiç kimsem de yok. Değirmen devamlı çalışmak, mısırları öğütmek zorunda. Eşim de gelir bazen, burada kalırız beraberce. İlçede flan işlerim olursa, değirmene eşim bakar...
-Bağ, bahçe, hayvan yok mu?
-Var bir şeyler. Tütün yapamıyoruz artık, zahmetine katlanamıyoruz. Bahçelere fındık diktik, ondan elde ettiğimiz gelirle geçiniyoruz. Bir de bu, atadan kalma, yaşlı ve vefakar değirmenimiz var işte. Pek bir şey bırakmıyor ama, kaderine de terk edemiyoruz bir türlü. Dedim ya, babadan yadigar. Dedemde çalışmış bu dört duvar arasında, babam da...Terk edip gitmez bize yakışmaz dedik, uğraşıp duruyoruz işte.
-Allah razı olsun. Sayende açta, açıkta kalmadık...Dedi ihtiyar... Hadi biz neyse de, bebeğin durumu nice olurdu sana rastlamasaydık?
-Çoluk çocuk yok mu?
-Yok!...Kısmet olmadı çocuk sahibi olmak.
Yaşına göre oldukça dinç gözüken yaşlı değirmencinin başı, omzuna doğru mahzunca eğildi ve şefkat dolu bakışlarla bir süre beni süzdükten sonra, elimdeki peynir kabını alarak, içindekileri tavadaki kızgın yağın üzerine boşalttı. Hemen ardından da, tahta bir kaşıkla karıştırmaya başladı. Eriyen peynirin beyaz rengi ile, tere yağının sarısı, öyle bir ahenkle birbirine karıştı ki, oluşan bu renk cümbüşü, seyretmeye doyamayacağımız bir harika tablo görünümü oluşturdu bakışlarımıza. Ağır ağır karıştırdığı peynir, kısa zamanda eridi. Kıvama geldiğine kanaat getirdiğinde de, el çabukluğu ile üzerine dört beş tane yumurta kırdı. Bir müddet daha pişmeye bıraktıktan sonra, tavanın uzun sapından kavradığı gibi, bu güzel görünüşlü yemeği sofra bezinin ortasına bıraktı.
Bu arada, annesinden tekrara beslenen bebek, karnını doyurunca susmuş, sessiz sakin uykuya dalmıştı. Onu, yatağına usulca ve itina ile yatıran annesi ve yemek hazırlamaya yardım etmek için yer soframızın bir kenarına ilişti. Birkaç baş soğan, birkaç tane salatalık, domates, bir bakraç ayran ve iki adet bakır maşrapa ile sofra aksesuarlarımız çabucak tamamlandı.
-Yeterince kaşığımız, çatalımız yok.Kusura bakmayın artık. Herkes eli ile yiyecek yemeğini.
Misafirleri onu duymadılar bile. Sıcak mısır ekmeğinden büyükçe parçalar kopararak, ellerinin yanmasına aldırmadan, güzel görünümlü yemeğe bandırmaya, yörede kaz kaldıran ismi verilen bu özel yemeği, büyük bir iştahla yemeğe başladılar. Bu güzel manzara karşısında değirmenci, bıyık altından bir bukle gülerek, yemeğe iştirak etti.
Yemeği, ellerimizle problemsiz bir şekilde yemiştik ama, ayran içecek kabımız az olduğundan, maşrapanın birini amcam ve ben, diğerini ise dede ve gelini kullandı. Değirmenci ise, bakraçta kalan ayranı, başına dikerek, büyük bir afiyetle içti.
Bu lezzetli ve unutulmaz güzellikteki yemeğimizi , büyük bir iştahla yedik, karnımızı misafirperver değirmenci sayesinde bir güzel doyurduk. Anne, kendi ve bebeği için hazırlanan özel bölüme geçti, yavrusunun yanına sessizce uzanarak, yarının kendilerine iyi şeyler getirmesi dileği ile uykuya daldı. Ben, yatacağım yeri çoktan bulmuş, yemekten önce büyük bir keyifle yerleştiğim mısır torbalarının üzerine kendimi bırakıvermiştim. Amcam ve dedeye, üzerinde oldukça uzun tüyleri olan iki koyun postu verdi değirmenci.
-Bunların üzerinde rahatça uyursunuz. Şu sofra bezini de üzerinize aldınız mı, tamamdır bu iş.
Sonra da bana döndü.
-Şu eski paltomu da senin omuzlarına vereyim, sıcak tutar seni...
Eski, üzerinde yer yer yamalar olan kalın paltosunu, dikkatlice üzerime örttü. İşte o anda, beni soğuktan korumak için çaba saf eden, ak saçlı, ak sakallı bu yaşlı ve sevimli adamın, öz babam gibi koktuğunu fark ettim. Şimdi alıma geliyor da, galiba o anda hissettiğim koku, babamın değil de, gerçek sevginin kokusu idi.
-Siz keyfinize bakın, rahatça uyuyun. Sabah erkenden kalkmanız ve yola koyulmanız gerekecek. Yürüyerek akşama kadar zor varırsınız ilçeye zira. Umarım derenin bu öfkeli akışı, aşağılarda çok daha fazla yıkımlara sebep olmamıştır.
-Zor bir gün olacak!...Diye tamamladı değirmencinin sözünü amcam. Sen uyumayacak mısın?
-Hayır!... Suyu takip etmem gerek. Değirmen arkına yüklenerek, tahribat vermesini engellemem lazım. Yarın uyurum ben. Keyfinize bakın hadi. Hayırlı geceler size.
-Sana da kolay gelsin. Yardıma ihtiyacın olursa, kaldır bizi.
-Tamam...
Yağmurluğunu giydi. Kalpağını başına geçirdi. Kapı girişinde asılı duran gemici fenerini eline aldı. Ahşap, büyük kapıyı, becerebildiğince yavaş araladı ve bu karanlık gecede, suyun öfkesini yenebilmek, ya da onu dizginleyebilmek için, şiddetli yağan yağmura aldırmadan, değirmene su taşıyan ark boyunca, karanlığın derinliklerine doğru yürüdü gitti.(Devam edecek)
Bir tutam hayat-27.09.2013-Azerbaycan
YORUMLAR
İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş derler ya, ak sakallı yaşlı amca da öyle yetişti imdada..
Sevgi kokan o sofranın bir misafiri gibi hissettim kendimi, kalkıp bir de kahve yapasım geldi yemeğin üstüne..
Bunu okuyana hssettirmek bir başarı gerçekten..
Karanlığın derinliklerinde neler bekliyor bizi acaba?