- 1294 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ALBAY KEMAL
ÖZET
(ALBAY KEMAL)
Olay Cumhuriyetin ilk yıllarında geçmektedir. Kurtuluş Savaşı’nda Albay olarak görev yapan Kemal adında vatanına, cumhuriyete, Atatürk ilkelerine ve inandığı değerlere sıkı sıkıya bağlı, bir o kadar da azimli, inançlı, mert ve yiğit bir Türk subayının ordudan ayrılarak kendini öğretmenliğe adaması, kırsal kesimde kalmış halkı aydınlatmak ve cehaleti yıkmak için Anadolu’nun köylerinden birinde gönüllü olarak göreve başlaması ve köyde kurulu olan düzenle, düzenin kurucusu ve yegane koruyucusu köy ağasıyla, onun yandaşları ve çıkarcı dostlarıyla giriştiği çetin bir aydınlanma ve ilericilik mücadelesini anlatmaktadır.
Gittiği köyde diğer köylerde olduğu gibi güç, irade ve hak tamamen erkeğin elinde, onların iradesi ise köy ağasının elindedir. Ağa’nın köyde, hatta çoğu zaman kentte yapamayacağı iş açamayacağı kapı yoktur. Gerek ailesinin tanınmışlığı ve gerekse para ve arazisinin çokluğu onu adeta kendi köyünde ve civar köylerde saygı ve hürmete layık tek kişi ilan etmişti. Köylüsü ahır sekilerinde yatarken kendisi iki katlı evinde üç karısı ile gününü gün etmekte idi. Köylü çoğu zaman ekmeklik un bulamazken o her gün şehirden gelen misafirlerine kuzular keser itibarını devlet adamları ve şehir ileri gelenlerinin yanında artırırdı. Eee tabii o Ağa idi... Köylü bu düzeni istemese de gerek gelenekleri ve gerekse tüm ihtiyaçları için Ağa’ya muhtaç olmasından dolayı kimse sesini çıkartamaz. Zaten Ağa’nın yardakçıları da buna fırsat vermez. Hem halk ve şehir efradı, aralarında ağalarını överek yere göğe sığdırmaz; hem de halk arasında bir söylenti oldu mu hemen ağaya fısıldarlardı.
Hatta köyün en yaşlı simalarından olan Şeyh bile bu duruma, görmüş geçirmiş bir insan olarak içten içe huzursuz olsa da, Ağa’nın korkusundan ve Ağa’ya ters düşmemekten duyarsız davranmaktadır. Aslında Şeyh temiz kalpli, aydın görüşlü fakat bir o kadar da ürkek ve içe kapanık biri idi.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Kuvayı Milliye saflarında çatışan Deli Çavuş ise daha sonra Ağa’nın kandırması ve vaatleri sonucu silahlanıp dağa çıkmış ve Ağa’nın çıkarlarını orada savunmaya başlamıştı. Ağa kime kızarsa hemen Deli Çavuş’a haber salar ve dersini aldırtırdı. Hatta ne hikmettir bilinmez ama, Kurtuluş Savaşı yıllarında kendisi ile bu vatanı korumak için savaştığı Ermeni temsilcisi Atoş Ağa ile birlikte Ağa’nın saflarında bu kez Türk köylüsünü sömürmektedir.
Hepsi bu kadar mı? Tabii ki hayır... Köyün delisi Deli Osman belki canından başka korkacak bir şeyi olmadığından, belki de deli inadından hep Ağa’ya, Deli Çavuş’a hatta Şeyh’e dahi karşı çıkmakta, yeri geldiğinde bağırmakta, küfretmektedir. Belki deli olduğundan belki de halkın fazla gözüne batmadığından Ağa dahil kimse Osman’a ses çıkarmamaktadır. Belki de Osman deli değil köyün en akıllısıydı. Boşa dememişler, deli olunmadan veli olunmaz diye.
İşte bu durumda köye yeni göreve başlayacak olan Albay Kemal’in işi gerçekten çok zor ve meşakkatli görünse de, bir Kuvayı Milliye albayını hiçbir güç yıldıramayacaktır. Yedi düvele karşı yedi cephede savaşmış bir Kuvayı Milliyecinin ve hatta albayının bir köy ağasından çekinmesi, kaçması tabii ki düşünülemezdi.
BİRİNCİ PERDE
Perde açılır. Bir köy kahvesi, iki eski tahta masa, masaların yanlarında yine eski ve tahta olan sandalyeler, sandalyelerin hemen yanında ve sahne köşesinde çay ocağı. Ocakta sadece tezgâh var. Tezgâh üzerinde bir bidonla su, bir plastik leğen içerisindeki suda bardaklar, onların yanında da ocak üzerinde çaydanlık vardır. Masaların hemen yanında yine eski tahtadan yapılmış bir sehpa ve sehpa üzerinde eskilerin "lambalı radyo" dedikleri, üzeri beyaz dantel işleme örtüyle örtülü. Örtü üzerinde de çiçek. Duvarın birkaç yerinde eski ve kalın karton kâğıtlara yazılı Osmanlıca ve Türkçe yazılar. Kahvedeki masalarda ikişer kişi vardır. Kendi aralarında konuşmaktadırlar. Bu arada radyodan kahramanlık türküleri çalmaktadır. Kahveci plastik leğen içerisindeki bardaklarını yıkarken bir yandan da radyoya eşlik etmektedir. Sahneye uzak olan masada yaşlı bir ihtiyar tüm bu olanlardan habersiz bir eli kulağında uyuklamakta, diğeri ise sinsi gözlerle etrafı süzmekte, sohbeti bölüp lafa karışmak için fırsat kollamaktadır. Diğer masada ise üç kişi baş başa vermiş kendi aralarında konuşurlar.
1. KÖYLÜ: (Radyoyu göstererek) Aha bu türküler çaldıkça sanki yüreğim şaha kalkıyor. Vücudumdaki bütün tüyler dimdik olup sanki kazağımı yırtarak fırlayacakmış gibi oluyor. Aklımda Kırım, Kosova, Niğbolu, Bağdat…
2. KÖYLÜ: Çanakkale, Trablusgarp, Balkanlar, Kurtuluş Savaşımız...
1. KÖYLÜ: Evet ya... destanlar, destanlarımız geliyor aklıma; ölenlere ağlıyor, olanlara üzülüyor, kurtuluşa seviniyorum.
2. KÖYLÜ: Bu günlere şükrediyor, bu günlerimize getirenlere dua ve niyazlarımızı eksik etmiyoruz.
1. KÖYLÜ: Bu günümüz dünden iyi mi ki? Dün Ermeniler, Ruslar vardı. Bu gün de bu Ağa belası var. Dün onlara boyun eğmedik ama bu gün bunlara boynunuz kıldan ince.
2. KÖYLÜ: Ne incesi! Elimizden gelse bir kaşık suda boğacağız da, (ellerini göstererek) dün düşmanı boğan ellerim bugün güçsüz ve yorgun. Dün düşmana direnen yüreğim bugün hasta ve titriyor.
(Diğer masada oturan adam bu konuşulanları teyp kasetine kaydeder gibi dinlerken elinde uzun ağaç saplı süpürgesi ile Deli Osman girer, hem etrafı temizler hem de kendi kendine söylenerek şiirler okuyup, abeceyi söylemektedir.)
DELİ OSMAN: Öyle bir vatanım milletim var ki,
Duyunca adını kurban olurum.
Kitaplara sığmaz bir destanım var,
Bakınca tarihe kurban olurum.
Kimisi şairdir kimisi ozan
Kimi kalkan tutar, kimi gürz döver,
Kimi düğünlerde kaynatır kazan,
Al duvaklı gelinine kurban olurum.
Al duvak, al duvak, al duvak. Aaa, bbb, ccc, ggg, vvv, yyy, zzz, hehe hehe (kahve halkını göstererek) aha bunların hepsi geveze, geveze... boş konuşan geveze.
KAHVECİ: (Bu olaya sinirlenir, bardakları bırakarak Deli Osman’ın kolundan tutar, kahveden atmak ister.) Osman yavrum, canım... bak Fatma Ana seni merak etmiştir. Hadi oğlum, hadi yavrum, git işine, asabını bozma adamın!
DELİ OSMAN: (Kahveciye diretir) Gitmeyeceğim, gitmeyeceğim, düşman gitti ben gitmeyeceğim. Ağa burada, Ermeni Atoş burada... ben de buradan gitmeyeceğim. (Birden durur ve başını kaşır, kendini geriye doğru biraz ittirir) Niye geldim niye geldim, hah dur, emmilere diyeceğim var. Ben okula gideceğim, ben okula gideceğim. Öğretmen okula gelecek, ben de okula gideceğim.
1. KÖYLÜ: (Kahvecinin kolundan tutar) Dur hele, dur bakalım... ne okulu ne öğretmeniymiş, nerden gelirmiş söyle bakalım.
DELİ OSMAN: Ağa dedi, Atoş Ermenisi de oradaydı. Deli Çavuş’a dedi. “Gelirken yolda vur,” dedi. “Sonra köye gelir başıma bela olur,” dedi. “Vur,” dedi. “Vur,” dedi. “Öğretmeni vur,” dedi. “Öğretmeni vur,” dedi. (Sonra ağlamaya başlar) öğretmeni vuracaklar, öğretmenimi vuracaklar. Kim bana abecemi öğretecek? Kim beni büyük adam edecek? Kim Mustafa Kemal’i öğretecek? Cumhuriyet neydi, kim diyecek? Kim, kim, kim? Öğretmenimi vurdular. Aha o gâvur oğlu Ağa ile Atoş Ermenisi... Deli Çavuş’a vurdurdu öğretmenimi. Kim öğretecek?
1. KÖYLÜ: (Deli Osman’ın kolundan tutar) Dur oğlum... ne öğretmeni, ne öldürmesi, öğretmen kimdir? Necidir?
(Deli Osman kolunu kurtararak gider, bir yandan da öğretmenine ağıtlar yakmaktadır. 1.Köylü yere oturur, kahveciye çay söylerler. Bu arada kahveye başka bir köylü gelir.)
4. KÖYLÜ: Selamünaleyküm ağalar. Nasılsınız?
(Hep bir ağızdan: "Ve aleykümselâm")
1. KÖYLÜ: Hoş geldin Reşit, buyur otur. (Kahveciye döner) Oğlum, Reşit Ağabeyine de bir çay getir hele. Eee nasılsan Reşit? Ne var ne yok bakalım.
4. KÖYLÜ: Sormayın... çok mühim haberlerim var. Köye öğretmen gelecekmiş. Belki de gelmiştir bile.
(Köylüler alaycı alaycı birbirlerine bakarak gülümserler.)
3. KÖYLÜ: O masalı biz biraz önce dinledik Reşit Ağa. Başkasını anlat, başkasını... O masal bitti bile.
4. KÖYLÜ: (Şaşırır) Ne masalı, ne bitmesi? Ne duydunuz, ne bildiniz hele?
2. KÖYLÜ: Biraz evvel Deli Osman geldi, köye yeni öğretmen gelecekmiş. Ama Ağa Ermeni Atoş’la birlikte Deli Çavuş’a haber salmış, öğretmeni köye girmeden öldürtecekmiş.
3. KÖYLÜ: (Kahkahalarla gülerek) O deli eşkıyanın da elinden hiç kimse sağ kurtulamaz. Sizin öğretmen çoktan tahtalıköyü boylamıştır. Gidin Şeyh Hazretlerine söyleyin de cenaze hazırlıklarına başlasın.
4. KÖYLÜ: O biraz zor Yalak Hüso. Bu adam senin gibi yüreğini pantolonunun arka cebinde taşımıyor. Koç gibi babayiğit, Kuvayı Milliye’den gelmiş, çok cesaretli, yiğit biriymiş, üstelik köyümüzde öğretmenlik yapmak için albaylığı bırakmış da gelmiş. Ruslara esir düşmüş de onların elinden bile kurtulmuş. Senin Deli Çavuş’un ne yapacakmış!
1. KÖYLÜ: Kuvayı Milliyeci ha! İnşallah dün düşmandan bizi kurtardığı gibi (Diğerlerine fısıldayarak) bu gün de şu ağa belasından kurtarır.
4. KÖYLÜ: Kurtarır tabii, adam gözünü budaktan esirgemeyen biriymiş, özü sözü bir (3. Köylü’yü göstererek) yalaklık, döneklik bilmezmiş. Mustafa Kemal’le omuz omuza savaşmış, hatta en yakın arkadaşıymış.
1. KÖYLÜ: Sen demin Ruslara esir düştü demiştin demi?
4. KÖYLÜ: Evet öyle dedim. (Şaşırır)
1. KÖYLÜ: Albaylıktan geldi, Kuvayı Milliyeci dedin, Kemal’in en yakın silah arkadaşlarından da dedin, demi?
4. KÖYLÜ: Evet öyle dedim. Ne oldu?
1. KÖYLÜ: Ben tanırım kendisini sanırım, neydi adı? Neydi? Evet, Kemal... Albay Kemal’di... birlikte doğu cephesinde de çarpışmıştık. Aynı birlikte değildik ama onu duymuştum. Yiğitlikleri dilden dile dolaşırdı. Bizim kışlada, herkes ona imrenir, herkes onu kendisine örnek alırdı. Bir işe baş koydu mu kimse onu yolundan döndüremezdi. Ruslara esir düştüğünü duymuştum ama ne yalan söyleyeyim, bir gün döneceğini biliyordum. Fakat bu dönüş bizim köye olacak deselerdi vallahi billahi inanmazdım. Gazi Paşa onu oğlu gibi bilirdi.
3. KÖYLÜ: Bırakın yahu bu boş lafları. Adam Kuvayı Milliye’de albaysa, Kemal’in en yakın arkadaşıysa, bizim köyde öğretmenlik yapmak için ne işi var? Memlekette başka sorun mu kalmadı?
1. KÖYLÜ: En büyük sorun bu değil mi? Cehalet sorunu, geri kalmışlık sorunu, yontulamamak sorunu; dahası adam olamamak sorunu, kendi kendini ifade edememek sorunu, hiçlik sorunu... Bakın işte, yakın tarihte yaşadık ve şimdi yaşamaya devam ediyoruz: Dün bizi Ermenilerin uşağı yapmak isteyen kafalar, bu gün ağanın uşağı yapmadı mı? Bundan büyük meselemi olur? Devletin bundan büyük sorunu mu olur? Yarın bizim çocuklarımız da aynı bizim gibi olacak. Onlar da bir ağanın kulu, bir ağanın kölesi olacak. Bizim ağanın soyu sopu en azından bizden; ya onların, onların ağası kim olacak düşündünüz mü?
3. KÖYLÜ: Yediğiniz bir lokma ekmeğin bile Ağamın izni olmadan boğazınızdan geçmeyeceğini bilmez misiniz? Bir de oturmuş Ağamızı çekiştiriyorsunuz. Siz iyilikten insanlıktan anlamaz mısınız?
1. KÖYLÜ: Batsın iyiliği de, ağalığı da! Bu millet hep bir ağanın kulu olarak mı yaşayacak? Kendi kendisinin efendisi olamayacak mı?
2. KÖYLÜ: Olur, olur. Hele bir Albay Kemal… yani öğretmen diyecektim... bir gelsin hele. O zaman göreceğiz el mi yaman bey mi yaman?
4. KÖYLÜ: Zaten körün aya baktığı gibi gözümüzü dikmiş onun yoluna bakıyor, onu bekliyoruz. Dualarımız hep ona ve onun gelişine kenetlenmiş.
3. KÖYLÜ: (Alaycı bir şekilde şarkı söyler) Bekledim de gelmedin, gözyaşımı silmedin. Gelir gelir... merak etmeyin gelir. (Kahkahalarla güler) siz hele bir iki çay için. Dirisi gelmese bile ölüsü Deli Çavuş’un eşeğinin sırtında gelir. Bekleyin ağalar bekleyin!
(Deli Osman yine süpürgesi ile yerleri süpürerek ve öğretmenine ağıtlar yakarak gelir.)
DELİ OSMAN: Öğretmenim canım benim canım benim, seni ben çok pek çok severim. Okut, öğret. Beni de okut. (Köylüye döner, sevinerek) Geliyor, geliyor aha! İşte bakın geliyor. Bakın geliyor!
(Köylüler hep birden Deli Osman’ın yanına koşarak gelirler ve onu silkeleyerek sorarlar.)
1. KÖYLÜ: Hani nerede, nerede Osman, nerede?
DELİ OSMAN: Geliyor aha geliyor! Yerinize oturun geliyor. Ders verecek.
1. KÖYLÜ: Osman, nerede? Öğretmen geliyor mu? Deli Çavuş’tan kurtulmuş mu? Hani nerede Osman?
DELİ OSMAN: Geliyor, aha geliyor! Yok, öğretmenim değil Şeyh geliyor, şimdi ders verecek. Sabredin, kızmayın... Gelecek. Şeyh gelecek, size ders verecek, görürsünüz sizi adam edecek. (Ağlamaya başlar ve daha da hızlı yerleri süpürür.) Ama benim öğretmenim gelmedi gelmeyecek. Vuracaklar öğretmenimi, vuracaklar. Kim beni okutacak, kim bana abeceyi öğretecek? Kim bana Kemal’i öğretecek? Vurdular öğretmeni vurdular…
(Bu arada köylüler çoktan yerlerine oturmuşlardır. Deli Osman’ın sözleri devam ederken Şeyh içeriye girir. Sessiz bir biçimde elini göğsüne götürerek selam verir, kahvedekiler de aynı şekilde selamını alırlar. Herkes yerinden kalkar, toparlanır, Şeyh’e yer verirler. Şeyh oturur. Kahveci gelerek Şeyh’in elini öper. Bu arada Deli Osman yine yerleri süpürerek gider.)
KAHVECİ: Hoş geldin Şeyhim, sefalar getirdin. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Hanemizi şenlendirdin Allah da senin gönlünü şen tutsun. Bir emriniz olur mu? Ne içersin?
ŞEYH: Sağ ol oğlum, Allah senden de razı olsun; senin gönlünü de şenlendirsin, haramdan uzak cennetine yakın kılsın. Çayın varsa şöyle taze bir çayını alayım.
(Kahveci ocağının başına giderken, Şeyh köylülere döner ve Deli Osman’ı kastederek sorar.)
KAHVECİ: Ne oldu benim Osman’ıma? Çok neşesiz bugün.
3. KÖYLÜ: Hiç, ne olacak ki Şeyhim... Deli işte, tutturmuş bir türkü gidiyor.
ŞEYH: Öyle deme Osman’ıma. Deli olunmadan veli olunmaz. Kırma kalbini garibin. Vardır onun bir derdi; gözlerinden, sözlerinden belli, vardır bir derdi garibin, vardır. Dertsiz gönül ağlamaz, ağlar ise boş ağlar.
2. KÖYLÜ: Öğretmenini vurmuşlar Şeyhim.
1. KÖYLÜ: Daha doğrusu köye yeni gelecek öğretmeni. Vurmuşlar.
4. KÖYLÜ: Ağa vurdurtmuş. Köye gelmeden... o da ona ağlıyor sabahtan beri Şeyhim.
3. KÖYLÜ: Tövbe deyin, ağalar tövbe deyin. Ağamın günahını alırsınız. Bir delinin sözüne mi inanıyorsunuz? Ağam öyle iş yapmaz benim. Deli işte... ne söylediğini bilmiyor. Tutturmuş bir telden çalıyor.
ŞEYH: Yahu hele bir soluklanın, (Çayından derin bir yudum çeker) Ne öğretmeni, ne vurması, nereden geliyormuş öğretmen? Devlet buraya kadar öğretmen mi atamış?
1. KÖYLÜ: Yok Şeyhim atama değil, gönüllü geliyor. Aslen albaymış, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kendini eğitime adamış.
ŞEYH: Yani gönüllü öğretmen, karın tokluğuna öğretiyor, bizim gibi.
3. KÖYLÜ: Sizin gibi Şeyhim, fakat konuları farklı. Siz bize dinimizi, imanımızı, cennete kavuşmanın yollarını, daha doğrusu doğruluğu, insanlığı öğretiyorsunuz.
ŞEYH: Eee o ne öğretiyor bakalım?
3. KÖYLÜ: Ne öğretecek Şeyhim... Şeytan işlerini, gâvur işlerini öğretiyor. Kızları okutacakmış, yok efendim neymiş... kadınla erkek eşitmiş... Ne eşiti! Avratlarla bizi bir mi tutacak? Sonra gelinlik kızlarımızı okutma bahanesi ile alıp... Tövbe estağfurullah, adamı zıvanadan çıkarmayın!
ŞEYH: Öyle deme, okumak iyi şeydir. Okusunlar. Dünyadan, memleketten haberleri olsun. İlmi, fenni, dini daha iyi anlasınlar; ama kadınların okuması, erkeklerle eşit olması…
2. KÖYLÜ: Şeyhim, gelen öğretmen okumuş büyük adam, Kuvayı Milliyeciymiş. Bir şey söylemişse vardır bir doğruluk payı elbette. Kalkıp bize yalan yanlış şeyler anlatacak değil ya!
ŞEYH: (Biraz dalar, daha sonra kendini toparlar) Kuvayı Milliyeci albay ise Allah hayırlısını nasip etsin. İnşallah faydalı olur. Bu millet Kuvayı Milliye’nin çok faydasını gördü. Onlar da bu milletin çok duasını aldı. Kuvayı Milliyeci ise köyümüze zarardan çok faydası olur.
3. KÖYLÜ: Sonra çocuklar okursa Ağamın tarlalarında kim çalışacak, Ağamın hayvanlarını kim güdecek?
1. KÖYLÜ: Ya iki lafın birinde Ağanın çıkarlarını savunmasan canın mı çıkacak? Biraz kendi geleceğini, çocuklarının, köyünün... en önemlisi memleketinin geleceğini düşün.
3. KÖYLÜ: Ben Ağanın çıkarlarını değil, köyün çıkarlarını savunuyorum. Ağa’nın tarlası sürülmezse, hayvanı otlamazsa, ambarı darı ile dolmazsa, ne yiyeceksiniz? Sorarım... o geleceğiniz dediğiniz çocuklarınıza ne yedireceksiniz? Şundan korkuyorum ki, onları okutmadan mezara indirirsiniz. O zaman da kendi ağanızı bırakıp elin öğretmenini savunmanın ne demek olduğunu görürsünüz.
1. KÖYLÜ: Ağa aç kalmayacak mı? Ağa’nın karnını kim doyuracak, Ağanın yardakçılarını kim doyuracak? Onlar aç kalmayacak mı? En azından ben ezilsem de çocuklarım ezilmez, onlar kendisinin ağası olur, vatanın marabası olur. Ne ekerse vatanına, ne biçerse vatanına hayrı dokunur. Ağa gibi Atoş Ermenilerini doyurmaz.
(Bu arada kahvenin önünden geçmekte olan çarşaflı iki kadın kendi aralarında konuşurlar)
1. KADIN: Duydun mu kız? Köye öğretmen gelecekmiş.
2. KADIN: Deme! Sen nereden duydun?
1. KADIN: Herkesin ağzında, duymayan kalmadı. Biraz önce Deli Osman bağırarak geziyordu.
2. KADIN: Kimmiş? Ne zaman geliyormuş? Nereden geliyormuş? Adı sanı neymiş? Kız, yakışıklı mıymış bari?
1. KADIN: Bilmiyorum; ama Kuvayı Milliyeci miymiş neymiş? “Ben köye gidersem herkesi okutacağım,” dermiş.
2. KADIN: Deme! Gerçekten mi?
1. KADIN: Hem, “Kadınlarla erkekler eşittir,” dermiş.
2. KADIN: O ne demek kız?
1. KADIN: O demek ki... kocanın sahip olduğu haklara sen de sahip olacaksın. Evde senin de onun kadar sözün geçecek.
2. KADIN: Tövbe tövbe... ben şimdi herifle eşit mi olacağım kız! Onun yanında konuşacak, onun kadar her şeyde benim de mi hakkım olacak? Sonra ben de mi iki kere evlenebileceğim? (Omuz silker) Yok, ben istemem... çok saçma. Hiç kadınlar erkekler gibi olabilir mi?
1. KADIN: Hayır, sen de kocan da iki kere evlenemeyeceksiniz. Tek eş olacak, herkesin bir eşi olacak, ikincisi olmayacak, çocuk olsa da olmayacak, çocuk olmasa da olmayacak. Dokuz tane kız doğursan da olmayacak, on tane kız doğursan da olmayacak. Varsın beyin erkek oğlu olmasın…
2. KADIN: Hele olmasın, hele olmasın... herif dokuzuncuyu da alır, onuncuyu da alır.
1. KADIN: Herkesi de okutacakmış, köyde okuma yazma bilmeyen bir tek Allah’ın kulu kalmayacakmış. Ben, Ağa bana izin vermese de... Zeynep’e, Birgül’e izin vermese de... Songül’ü, Yeter’i, Beter’i, İmdat’ı, Dursun’u, Durali’yi, Durhasan’ı ve Durhüseyin’i mutlaka okutacağım.
(Kadınlar giderken kahvedeki konuşmalar devam etmektedir)
3. KÖYLÜ: Duydun mu Şeyhim? Şimdiden kadınların aklını çelmiş. Bu şeytan gelirse halimiz harap olur. Kadınlarımıza bu kadar yüz verirse yarın bu cadalozlar yataklarını da ayrı sererler, yemeği de bize yaptırırlar, çocuğu da…
ŞEYH: Hele gelsin bir bakarız, istediğimiz gibi olmazsa göndertiriz. Benim de Ağa’nın da tanıdıkları vardır Ankara’da. (İçinden söylenir) Hayır hayır... Kuvayı Milliyeci ise hayırlıdır. Bir bildiği vardır. Ama kadınların eşit olması, onların da okuması benim aklımı kurcalıyor. Belki yanlışı olsa olsa burada olur; geri kalan her şeyine ben bile kefil olurum. Ne var ki burası biraz karışık.
(Deli Osman süpürgesi ile yerleri süpürerek ve yine öğretmenine ağıtlar yakarak gelir)
DELİ OSMAN: Öğretmenim canım benim, canım benim. Seni ben çok pek çok severim! Okut, öğret... beni de okut… (Köylüye döner, sevinerek) Geliyor, geliyor... aha işte, bakın geliyor. Bakın geliyor.
(Köylüler hep birden koşarak Deli Osman’ın yanına gelirler ve onu omuzlarından silkeleyerek sorarlar)
1. KÖYLÜ: Hani nerede, nerede Osman, nerede?
DELİ OSMAN: Geliyor, aha geliyor! Yerinize oturun, geliyor. Ders verecek. Kızacak, karnınızı doyuracak, sizi adam edecek, aha geliyor, geliyor.
1. KÖYLÜ: Osman, nerede? Öğretmen geliyor mu? Deli Çavuş’tan kurtulmuş mu? Hani nerede Osman?
DELİ OSMAN: Geliyor, aha geliyor! Yok öğretmenim değil, Ağa geliyor, Ağa geliyor, şimdi ders verecek. Kızacak, karnınızı doyuracak, sizi adam edecek, aha geliyor, geliyor. Sabredin, kızmayın, gelecek Ağa... gelecek. Görürsünüz sizi adam edecek. (Ağlamaya başlar ve yerleri daha da hızlı süpürür.) Ama benim öğretmenim gelmedi, gelmeyecek. Vuracaklar öğretmenimi, vuracaklar. Kim beni okutacak, kim bana abeceyi öğretecek, kim bana Kemal’i öğretecek? Vurdular öğretmeni vurdular.
(Bu arada köylüler çoktan yerlerine oturmuşlardır. Deli Osman’ın sözleri devam ederken Ağa hiddetle içeriye girer. Kahvedekiler Şeyh hariç hepsi birden yerlerinden kalkıp toparlanarak, Ağa’ya yer verirler. Şeyh de oturduğu yerden kendine çeki düzen verir. )
AĞA: (Oturma davetini reddeder bir tavırla, kesik kesik ve bağırarak) Ne zamandan beri ağa marabalarla beraber aynı yerde oturur?
KAHVECİ: (Bir elinde bir bardak çay, elleri titreyerek ve korkarak Ağa’ya doru gelir) Hoş geldin Ağam, sefalar getirdin. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Hanemizi şenlendirdin, çay içer misiniz?
AĞA: (İyice hiddetlenir, elinin tersi ile çayı iter ve bardağı yere düşürür. Yine aynı ses tonu ve kesik kesik konuşur) Ben burada ne zaman istersem o zaman çay içerim Kahveci! Maraba da ben ne zaman istersen o zaman çay içer! Anladın mı kahveci? Benden habersiz karınca bile yuvasına çöp götüremez, İyice belleyin bunu. Kahveci…
ATOŞ: Bre Ağam doğru söyler, siz Ağamın izni olmadan yolda bile yürüyemezsiniz.
AĞA: (Sinirlenir, Atoş’a dönerek) Sen sus Atoş, ben konuşurken lafımın üstüne sen de konuşamazsın Atoş! Ya sesini kesersin ya da ben keserim sesini Atoş, ben keserim!
(Bu arada Deli Osman korkmuş vaziyette süpürgesini eline alarak kaçar. Kaçarken de yine söylenmesi devam etmektedir.)
DELİ OSMAN: Ağa geldi, kaç Osman... Ağa geldi. Seni de öldürür Osman... Kaç, Ağa herkesi döver. Osman kaç, sen de kaç Osman.
ŞEYH: Hele buyur Ağam, bir soluklan. Nedir bu hışımla gelişinin ardındaki sebep?
AĞA: (Ses tonunu biraz düşürür, fakat yine kesik kesik) Şeyh efendi, destur almadım, kusura bakmayasın, ama (Köylüleri göstererek) bunların karınlarını ben doyuruyorum, ben giydiriyorum... iznim olmadan evlerinden bile dışarı çıkamazlar. Sorun hepsine, tek tek sorun. (Köylüye döner, bu kez ses tonunu yükselterek) Söyleyin lan! Sizi ben yedirmiyor muyum? Sizi ben giydirmiyor muyum? Üzerinizdeki elbiseler, altınızdaki eşekten kaldığınız eve kadar hepsi benim değil mi?
KÖYLÜLER: (Başlarını önlerini eğerek, hep bir ağızdan çekingen ve cılız bir ses tonuyla) Doğrudur Ağam, Allah eksikliğini vermesin.
(Deli Osman tekrar görünür. Süpürgesiyle yerleri süpürmeye devam eder.)
DELİ OSMAN: Yalancılar, yalancılar... Ağa’dan korkan yalancılar. Ben korkmam, ben Ağa’dan korkmam, sizden de korkmam. Öğretmenim de korkmaz, o da korkmaz, hiçbirinizden korkmaz. Öğretmenim de korkmaz, ben de korkmam.
(Yine süpürgesi elinde ama bu kez biraz daha hızlı süpürerek tekrar uzaklaşır)
AĞA: (İyice kızar ve hiddetlenir, yine kesik kesik konuşur) Şeyh Efendi sen söyle, haksız mıyım? (Köylüye döner) Nedir bu ortalıkta dolaşan öğretmen lafları? Kimmiş bu öğretmen, siz benim malım değil misiniz? Malımı elimden mi alacak bu öğretmen? Gelebiliyorsa, alabiliyorsa alsın, alamazsa ben sizin canınızı alırım, anladınız mı? Canınızı alırım!
(Deli Osman yine süpürgesi ile yerleri süpürerek bu kez çok sevinçli bir biçimde içeriye girer)
DELİ OSMAN: Öğretmenim canım benim canım benim. Seni ben çok pek çok severim. Okut, öğret! Beni de okut. (Köylüye döner, sevinerek) Geliyor, geliyor. Aha işte bakın, geliyor! Bakın geliyor!
AĞA: (Kızar) Kahveci, bu deliyi buradan uzaklaştır. Artık sinirimi bozmaya başladı. Kahveci…
(Kahveci, Deli Osman’ın yanına koşarak gelir, onu dışarı atmaya çalışırken Deli Osman hem direnir hem söylenmeye devam eder)
DELİ OSMAN: Geliyor, aha geliyor! Yerinize oturun, geliyor. Ders verecek. Kızacak, Ağa’ya da ders verecek, ona da kızacak. Aha geliyor, geliyor! Öğretmenim geliyor bana Kemal’i öğretecek. Bana abeceyi öğretecek. Aha öğretmenim geliyor!
(Kahveci Deli Osman’ı dışarıya atar, fakat bu sırada karşısında yabancı ve iyi giyimli biri görünce şaşırır. İçeriye dönüp hiçbir şey söylemeden yerine geçer. Ağa da öğretmen lafını duyunca biraz tedirgin olmuştur.)
AĞA: Hepiniz benim malımsınız... Aha bu deli de, bu Ermeni de, bu köy de... Kimmiş bu öğretmen? Sizi kurtaracağına kendi canını kurtarmaya baksın o. (Güler)
(Bu arada içeriye güzel giyimli fakat elbiseleri biraz çamurlu olan yabancı birisi girer. Gülmesi duran Ağa, şaşıran köylüyle birlikte içeriye giren yabancıya bakarlar.)
ÖĞRETMEN: Biz ne namertlerden kurtardık bu milleti... evvelallah kendi canımızı da kurtaracak gücümüz vardır.
AĞA: (Kahkahalarla güler, alaycı bir tavırla) Ooo... Öğretmen de gelmiş. Hoş geldin Öğretmen, ama biraz erken geldin. Seni beklemiyorduk, Öğretmen; en azından bu kadar erken gelmeni beklemiyorduk. Demek sürpriz yapmayı da seviyorsun...
ÖĞRETMEN: Bizi de bekleyenler vardır Ağa. Bizi de bekleyenler... meraklanma senin için gelmedim. Onlar için geldim Ağa.
AĞA: Kimmiş seni bekleyen Öğretmen, kimmiş? Hem de burada benim köyümde, benden habersiz? (Atoş’a döner) Atoş Ağa söyle, sen mi bekliyordun Öğretmen’i? Söyle Atoş. (Kahkahalarla güler)
ATOŞ: Yok be Ağam, benim ne işim olur böyle soyu sopu belirsiz insanlarla?
AĞA: (Köylüye dönüp ses tonunu yükselterek sorar) Siz mi bekliyordunuz Öğretmeni, siz mi? Öğretmen’i benim haberim olmadan, benim köyümde bekliyordunuz ha?
KÖYLÜLER: ( Yine başları yerde, hep bir ağızdan ve kısık bir ses tonu ile) Tövbe Ağam ne haddimize…
AĞA: (Öğretmen’e döner) Duydun Öğretmen... Benim köyümde seni kimse beklemiyormuş, kimsenin sana ihtiyacı yokmuş.
ÖĞRETMEN: Görüyorum ki beni görmeye memnun olmadınız ve hiçbir zaman da beni görmeye memnun olmayan ve olmayacak olan yardakçın Ermeni de memnun olmadı. Ama Türk köylüsüne zorbalıkla sözünü geçiremeyeceksin Ağa. Bekleyenimiz vardı geldik, dedik. Sen istesen de istemesen de geldik. Biz bu yola baş koyduk Ağa. Köpeklerin yolumuzu kesse de geldim. Dimdik ayaktayım. Kimseye zerre kadar eğilmedim eğilmem de. (Köylüleri göstererek) Hiçbir Türk ferdi de kimseye eğilmeyecek.
AĞA: Sen benim köyümde, benim marabama, benim karşımda akıl mı veriyorsun Öğretmen? Onların aklı kendilerine yeter. Onlar neyi sevip neyi dışlayacağını bilirler Öğretmen. Onlar bilirler Ağaları olmadan bir hiç olacaklarını, Koca bir hiç... Ama sen benim yanımda bir hiç olduğunu bilmezsin Öğretmen. Demek ki bizim de size öğreteceklerimiz var.
ÖĞRETMEN: Biz doğrudan yanayız Ağa. Bildiğin, öğreteceğin doğru varsa öğreniriz. Tabii bildiğin doğru varsa, Ağa…
(Köylüleri göstererek sözüne devam eder)
Biz bu insanlara güzel bir gelecek verebilmek için bu memleketi hiçlikten bu hale getirdik. Senin gibi yüzlerce binlerce vatan hainiyle mücadele ettik. Şimdi de karanlıkla, cehaletle, geri kalmışlıkla mücadele edeceğiz. Bunun önünde sen değil, köpeklerin değil, yüzlerceniz, binlerceniz gelseniz kanımın son damlasına kadar, son nefesimi verene kadar mücadele edeceğim.
(Ağa elini silahına atar. Atoş, Ağa’nın elinden tutar ve kulağına eğilir.)
ATOŞ: Ağam, köylünün yanında yaparsan olmaz; tepki alırız, başımız derde girer. Onu, güvendiği köylüsüyle kendi silahıyla vururuz.
AĞA: Öğretmen, sen benimle mücadele etmeyi bırak da git okulundaki pislikleri temizle. Senin yetiştirmeyi düşündüğün çocuklar çoktan pislemişlerdir okuluna. Çoktan pislemişlerdir. (Güler) Hem de bir şekere. Bir şekere satıldın Öğretmen. (Güler)
ÖĞRETMEN: Pislikleri temizlemek, aydınlığı kapatan yolları aşmak bizim işimiz. Cehaleti yıkmak, aydınlanmak, ışımak, yükselmek, müreffeh olmak uğruna benim ve ulusumun önünde ne kadar pislik varsa temizleyeceğim Ağa! Temizleyeceğim! Seni de temizleyeceğim unutma... seni de Ağa!
(Öğretmen sözünün sonuna doğru geriye dönüp yüksek sesle söylenerek kahveden herkesin şaşkın bakışları arasında çıkarken perde kapanır)
BİRİNCİ PERDENİN SONU
İKİNCİ PERDE
(Eski bir köy okulu. Tahtadan yapılmış derme çatma eski okul sıraları ve masalar, yine tahtadan yapılmış bir öğretmen masası ve sandalye. Köşede bir yazı tahtası ve onun hemen yanında Atatürk’ün üniformalı bir resmi vardır. Sınıf boştur, öğretmen, masada kitaplar ve not defteri olduğu halde sandalyesine oturmuş, masaya dayadığı elleri üzerinde uyumuştur. Duyduğu sese irkilerek uyanır. Atatürk’ün sesi yankılanmaktadır.)
SES: “Kemal oğlum, yatılacak zaman mıdır? Kalk! Benim ve milletimin ümitlerini boşa çıkarma.”
ÖĞRETMEN: (Uyuyakaldığı masanın üzerinden irkilerek uyanır) Bu ses, bu ses... Atam, Atamın sesi bu! Buradayım Atam, tüm benliğimle ve yüreğimle buradayım Atam!
SES: (Aynı tonla devam eder) “Kalk oğlum, yatılacak zaman değil. Öğrencilerin, milletin ve benim ümitlerim... seni bekliyoruz.”
ÖĞRETMEN: Seni okutacağım, seni anlatacağım; sayfa sayfa, destan destan, seni ve senin devrimlerini, verdiğimiz mücadelelerimizi. Allah şahidim olsun ki kanımın son damlasına kadar senin ve davamızın yolundayım. Bu yolda ölmek var dönmek yok Atam.
(Ses kesilmiştir. Heyecan ve telaşla Öğretmen dışarıya doğru koşar, daha sonra dizlerinin üzerine çökerek ellerini yukarıya kaldırıp bağırır.)
ÖĞRETMEN: Atam, Atam nereye gittin? (Dizleri üzerine çökmüş vaziyette, ağlamaklı bir ses tonu ile) O hiç gitmedi ki... yüreğimde, yüreğimden geliyor sesi. Zaten hayali gözümden, sesi kulaklarımdan hiç kesilmedi ki…
(Bu sırada yine elinde süpürgesi ile yerleri hızlı hızlı süpürerek Deli Osman gelir. O da belli ki korkmuştur ve telaşla Öğretmen’e yaklaşır)
DELİ OSMAN: Öğretmenim, Öğretmenim kim geldi? Kiminle konuştun? Yoksa beni mi çağırdın? Öğretmenim hadi söyle bana... söyle öğretmenim.
ÖĞRETMEN: (Yerden yavaş ve yorgun bir şekilde kalkar, doğrulur) Yok Osman yok... gelen yok. O zaten hep yanımızdaydı, hiç ayrılmadı ki. O bu milletin gündüz güneşi, gece ayı ve yıldızı, ülkemizi her türlü dış tehlikeye karşı yorgan gibi saran bir bulut. Ağrı Dağı’ndan, Toroslardan kopup gelen her zerre toprağımızı ıslatıp, bu milletin yüzünü sabah akşam, günde beş vakit yıkayıp aydınlatıyor. (Biraz daha dik durur) Neyse Osman, zilimizi çal da çocuklar gelsin. İlk dersimize başlayalım. ( Deli Osman çıkmadan ardı sıra bağırır) Osman, çocuklarla birlikte sen de gel.
(Deli Osman süpürgesi koltuğunun altında, elindeki zilli sallayarak dışarıya doğru çıkmak üzeredir. Sevinçli olduğu her halinden bellidir. Yine bağırıp şarkılar söylemektedir.)
DELİ OSMAN: Öğretmenim canım benim Öğretmenim. Okut, okut bizi, okut... hepimizi okut, Ağa’yı da okut... onu da okut. Hepimizi okut. (Zili kapıdan dışarıya doğru çıkartıp sallarken aynı zamanda bağırmaktadır) Çocuklar çocuklar! Hadi, öğretmen bekliyor, hepinizi bekliyor! Kemal’i anlatacak, hepiniz gelin, hepinizi bekliyor! Hadi gelin, ders verecek, sizi adam edecek. Burada ders verecek... burada. Kemal’i anlatacak, bana da anlatacak, beni de adam edecek.
(İçeriye önlüksüz eski elbiseleriyle, sevinç ve şaşkınlıkla sekiz on çocuk girer)
DELİ OSMAN: (Koltuğunun altında yine süpürgesi, zili sallamadan aynı elinde tutmakta ve diğer eliyle de en arkada durandan başlayarak çocukları yavaşça öğretmene doğru yönlendirir) Hadi çocuklar, korkmayın, burası okulunuz; okulunuz ya, yuvanız, eviniz, hadi korkmayın, hadi. Gelin, gelin.
(Çocuklar öğretmenin önüne kadar gelip aynı şaşkınlıkla beklemeye başlarlar)
ÖĞRETMEN: (Sevinçli olduğu her halindin bellidir. Gözlerinin içi gülmektedir.) Gelin çocuklar, gelin çekinmeyin, gelin. Burada size hiç kimse bir kötülükte bulunamaz. (Bu söz üzerine öğrencilerin korkusu ve çekingenliği biraz geçmiştir.) Benim cesedimi çiğnemeden kimse kılınıza bile dokunamaz. Şöyle sıralarınıza oturun bakalım. ( Çocuklar çekinerek sıralara birer ikişer otururlar) Benim adım Kemal, ( Onlara Atatürk’ün fotoğrafını özlem ve sevgiyle gösterir) O da Kemal, Kemal. Ulu önderimiz, Başöğretmenimiz Kemal. Bu cennet vatanı düşman çizmeleri altında ezilmekten kurtarıp bu güzel günleri bizlere sağlayan, vatanın ve Cumhuriyetin kurucusu Kemal.
(Çocuklar pürdikkatle Öğretmen’i izlemekte, onun her adım atışını gözleri ile takip etmektedirler. Şimdiye kadar heyecanla yerinde hoplayıp zıplayan Deli Osman artık dayanamaz ve ayağa kalkar, ellerini şaplatarak sevinir.)
DELİ OSMAN: Yaşa Kemal, yaşa Öğretmenim! Çok yaşa, çok yaşa! (Öğretmen’e bakıp mahcup bir şekilde tekrar yerine otururken, Öğretmen konuşmasına kaldığı yerden devam eder.)
ÖĞRETMEN: Halka eşitlik, seçme ve seçilme hakkı veren odur. Memleketin aydınlık yarınlara gitmesine, çağdaşlaşmasına engel olan, milleti sömüren ağalık belasına dur diyen de Kemal’dir.
DELİ OSMAN: (Yine aynı eda ile ayağa fırlar). Ağalar... kötü ağalar, herkesi döven, söven ağalar, pis ağalar... (Tekrar Öğretmen’e bakar ve yerine oturur)
ÖĞRETMEN: Halka eşitlik, seçme ve seçilme hakkı veren, Memleketin aydınlık yarınlara gitmesine, çağdaşlaşmasına engel olan, milleti sömüren ağalık belasına da dur diyen Kemal. Hepinizin, bu kutsal vatanın her mevkisinde çalışarak hep birlikte, tek yürek, tek yumruk olarak yükselmeniz; vatanın yücelmesi ve dünyanın sayılı devletleri arasına girebilmesi için; okumanızı, başarmanızı isteyen Kemal.
DELİ OSMAN: (Yine ayağa fırlar) Okuyacağız, okuyup büyük adam olacağız, Ağa’yı da adam edeceğiz, Ağa’yı da... Herkesi adam edeceğiz. Ben de adam olacağım, hem de büyük adam... büyük adam.
ÖĞRETMEN: Evet Osman, sen de adam olacaksın, Ağa da, herkes adam olacak, herkes... Şimdi ant içmenizi istiyorum. Bu antla milli duygularınız şaha kalkacak ve her gittiğiniz yolda, attığınız her adımda yolunuzu aydınlatacak, nasıl ve ne şekilde hareket etmeniz gerektiğini öğreneceksiniz. Şimdi ayağa kalkın ve benim söylediklerimi tekrar edin.
ÖĞRENCİLER: (Ayağa kalkarken) Tamam öğretmenim.
DELİ OSMAN: (Ellerini şaplatarak sevinir) Tamam öğretmenim! Tamam, tamam. Ant içelim, ant içelim... Dönmeyelim hiç sözümüzden, dönmeyelim. Yolumuzdan da sözümüzden de dönmeyelim.
ÖĞRETMEN: Türküm
ÖĞRENCİLER: Türküm
ÖĞRETMEN: Doğruyum
ÖĞRENCİLER: Doğruyum
ÖĞRETMEN: Çalışkanım
ÖĞRENCİLER: Çalışkanım
ÖĞRETMEN: İlkem
ÖĞRENCİLER: İlkem
ÖĞRETMEN: Küçüklerimi
ÖĞRENCİLER: Küçüklerimi
ÖĞRETMEN: Korumak
ÖĞRENCİLER: Korumak
ÖĞRETMEN: Büyüklerimi
ÖĞRENCİLER: Büyüklerimi
ÖĞRETMEN: Saymak
ÖĞRENCİLER: Saymak
ÖĞRETMEN: Yurdumu
ÖĞRENCİLER: Yurdumu
ÖĞRETMEN: Milletimi
ÖĞRENCİLER: Milletimi
ÖĞRETMEN: Özümden
ÖĞRENCİLER: Özümden
ÖĞRETMEN: Çok sevmektir
ÖĞRENCİLER: Çok sevmektir
ÖĞRETMEN: Ülküm
ÖĞRENCİLER: Ülküm
ÖĞRETMEN: Yükselmek
ÖĞRENCİLER: Yükselmek
ÖĞRETMEN: İleri gitmektir
ÖĞRENCİLER: İleri gitmektir
ÖĞRETMEN: Ey büyük Atatürk,
ÖĞRENCİLER: Ey büyük Atatürk
ÖĞRETMEN: Açtığın yoldu
ÖĞRENCİLER: Açtığın yolda
ÖĞRETMEN: Gösterdiğin hedefe
ÖĞRENCİLER: Gösterdiğin hedefe
ÖĞRETMEN: Durmadan
ÖĞRENCİLER: Durmadan
ÖĞRETMEN: Yürüyeceğime
ÖĞRENCİLER: Yürüyeceğimi
ÖĞRETMEN: Ant içerim
ÖĞRENCİLER: Ant içerim
ÖĞRETMEN: Varlığım
ÖĞRENCİLER: Varlığım
ÖĞRETMEN: Türk varlığına
ÖĞRENCİLER: Türk varlığına
ÖĞRETMEN: Armağan olsun
ÖĞRENCİLER: Armağan olsun
ÖĞRETMEN: Ne mutlu
ÖĞRENCİLER: Ne mutlu
ÖĞRETMEN: Türküm diyene!
ÖĞRENCİLER: Türküm diyene!
DELİ OSMAN: (Ellerini şaplatarak) Ne mutlu Türküm diyene, Türküm diyene. Ant içtik, ant içtik! Ne mutlu Türküm diyene!
ÖĞRETMEN: Aferin çocuklar şimdi sıralarınıza oturun. (Öğrencileri tek tek süzer) biraz da siz kendinizi tanıtın. (Önde oturan küçük bir kız çocuğunun yanaklarını avuçlarının arasına alarak sorar) Senin adın ne yavrum?
AYŞE: Ayşe Öznur, Öğretmenim
ÖĞRETMEN: Sen Kemal’i biliyor musun?
AYŞE: Evet Öğretmenim. Babam anlattı, şarkısını bile öğrendim.
ÖĞRETMEN: Aferin Ayşe. Hadi söyle o şarkıyı da dinleyelim!
AYŞE: (Biraz sıkılarak şarkıyı söylemeye başlar) Samsun’dan güneş gibi doğdun sen Atatürk. Düşmanı yurdumdan kovdun sen Atatürk. (Çocuk utanır ve yerine oturur.)
ÖĞRETMEN: Aferin Ayşe... tamam, oturabilirsin. (Başka bir öğrenciye doğru yaklaşır.) Senin ismin ne yavrum?
AYDIN: Aydın, öğretmenim
ÖĞRETMEN: Adınla büyü yavrum; adın gibi aydınlık içerisinde ol, kendini ve bu milleti karanlıkta koyma; çıra ol, mum ol, kendini de milleti de adın gibi aydınlat... otur Aydın. (Başka bir çocuğa sorar) Senin adın ne canım?
RIZA: Rıza, Öğretmenim.
ÖĞRETMEN: (Biraz duraklar) Rıza, Ali Rıza... Ali Rıza ismini duydun mu Rıza?
RIZA: Hayır, Öğretmenim.
ÖĞRETMEN: Ali Rıza, Kemal’in babasının adı. İnşallah Allah sana da böyle evlatlar yetiştirmek nasip eder. (Başını önüne eğer, gözleri dalar) Ama Kemaller kolay yetişmez ki... (Başka bir öğrencinin yanına gider ve sorar) Senin adın ne oğlum?
YAVUZ: Yavuz, Öğretmenim.
ÖĞRETMEN: Yavuz... Bu vatan uğruna çok yavuz delikanlıları toprağa verdik, şehitlik şerbetini içtiler... Yine de bu vatan daha çok yavuz delikanlılar yetiştirecek. Allah sana ve tüm Yavuzlara uzun ömürler vesin. (Sonra başka bir öğrencinin yanına gider ve sorar) Ya senin adın ne yavrum?
ŞAHİKA: Şahika, Öğretmenim.
ÖĞRETMEN: Peki Şahika ne demek, biliyor musun?
ŞAHİKA: Hayır efendim.
ÖĞRETMEN: Zirve demek, yükseklik demek, yükselmek demek; aynı yarınlarımız gibi, geleceğimiz, bu ülkenin geleceği, hepimizin geleceği gibi... Hep şahikalarda ol Şahika. (Başka bir öğrenciye yaklaşarak sorar) Senin?
BAHTİYAR: Bahtiyar, Öğretmenim.
(Bu arada sınıfa deri çizmeleri çamurlu, sırtında tüfeği ve belinde hançeri ile Deli Çavuş ve iki adamı girer. Öğretmen hariç herkes korkar.)
DELİ ÇAVUŞ: Selamünaleyküm. Gerçi daha önce tanışmıştık ama bir de sınıfta tanışalım dedik Öğretmen.
ÖĞRETMEN: Aleykümselâm. Buyur Deli Çavuş, istersen bir de burada tanışırız. Daha önceki tanışmamız sanırım yeterli olmadı.
DELİ ÇAVUŞ: (Biraz mahcup bir halde ve gözleri yerde) Geçen gün olanlardan dolayı özür dilerim Öğretmen. Söylediklerin beynime, beynimden geçerek aha bu yüreğime dank etti... Hançer gibi deldi geçti... Bağışla beni Öğretmen.
ÖĞRETMEN: Kin gütmek, küsmek, dışlamak bizim kitabımızda yoktur Deli Çavuş. Buyur, başımızın üstünde yerin var. Senin ve senin gibi bu vatan için can veren, kan döken herkesin… Buyur Deli Çavuş.
DELİ ÇAVUŞ: (Öğretmenin elini öpmek ister) Sağ ol Öğretmen. Müsaade ederseniz elinizi öpmek istiyorum; çünkü bu tebeşir kokulu eller öpülmeye en çok layık olan ellerdir.
ÖĞRETMEN: (Elini çeker ve Deli Çavuş’u omuzlarından tutup silkeler) Çavuş, kendine gel. Biz el öpme ve öptürme devrini çoktan kapattık. Eli öpülecek varsa o da bu vatana bizden daha çok emek veren, bizden daha çok ter döken insanlardır. Dik dur. Kimsenin karşısında eğilme Çavuş.
DELİ OSMAN: (Biraz önceki korkusu önü alınmaz bir sevince dönüşmüştür) Buyur Çavuş Emmi, buyur. Sen de buyur... Sen de oku. Adam ol, büyük adam ol. Kemal’i öğren. Adam ol, Ağa da olacak... o da adam olacak.
DELİ ÇAVUŞ: Oldum bile Osman... Adam olmasak burada ne işimiz var değil mi Osman? (Öğretmen’e döner) Öğretmen, eğer müsaade edersen ben de dersinize katılabilir miyim?
ÖĞRETMEN: Tabii Deli Çavuş katıl; ama tüfekle kalem yan yana durmaz. Biz tüfek devrini çoktan kapadık. Memleket kurtuldu, tüfeği bırakıp kaleme sarıldık. Şimdi memleketi yüceltme zamanıdır. Eğer ebediyen elini sürmeyeceksen tüfeği bırakıp derse katılabilirsin.
DELİ ÇAVUŞ: Tamam Öğretmen Bey, bu vatana göz dikenler olmadıkça, onlara karşı kullanmak nasip olmadıkça bir daha elimi bu silaha sürmeyeceğim.
ÖĞRETMEN: (Deli Çavuş’un kolundan tutar) Olmaz inşallah Deli Çavuş, olmaz. Ne kimse vatanımıza girer ne de sana o silahı bir daha kullanmak nasip olur. Hadi bekleme, derse katıl da başlayalım.
DELİ OSMAN: Katıl katıl, Çavuş Emmi sen de katıl. Adam ol... Bak Öğretmenim ders anlatıyor, sana da anlatsın.
(Deli Çavuş tüfeğini ve hançerini çıkarıp sınıfın bir köşesine bırakır. Sıralardan birine oturur. Aynı şekilde adamları da silahlarını bırakıp onu takip ederek otururlar.)
ÖĞRETMEN: (Deli Çavuş’a döner) Eee... madem bugünkü dersimizde Kuvayı Milliye’den bu vatan için kan akıtmış birisi var... Kurtuluş Savaşımızdan biraz da o bahsetsin. Evet Deli Çavuş, mücadelemizden biraz da sen bahset.
DELİ ÇAVUŞ: Bizim buralarda, Ruslar ve Ermenilerle büyük mücadeleler verdik biz. Aslında Ermenilerle aramızda altı asırlık cihan devletimiz zamanında hiçbir problemimiz çıkmamıştı. O zaman Ermeniler bizim en sadık azınlığımızdı. Çoğu köylerimizde Ermenilerle kardeş gibi yaşıyorduk. Birbirimize komşulukta, saygı ve sevgide bir kusurumuz olmazdı.
ÖĞRETMEN: Öyle ki köyün üst tarafında bulunan Ermeniler sabah öğlene kadar çocuklarını köy içinden geçen suyun yanına yaklaştırmazdı; Çünkü o saatte Türkler dereden aptes alırlardı. Böylelikle Türklerin aptes aldıkları suları kirlenmemiş olurdu.
DELİ ÇAVUŞ: Evet bir zamanlar öyle idi. Ta ki 1878 Berlin Konferansı’na kadar. Konferanstan sonra batılı güçlerin kışkırtması sonuç verdi ve (Biraz duraklar) Ermeniler de içlerindeki kini ve nefreti kusmaya başladı. Çocuk, yaşlı, kadın demeden hepsine akla hayale gelmeyecek işkenceler yaptılar ve hepsini şehit ettiler.
DELİ OSMAN: (Sinirlenir ve ayağa fırlar, elleri titremektedir) Ermeniler, Ermeniler... ulan şerefsiz Ermeniler. Dedemi de öldürdüler, ninemi de... Şerefsizler! Aha bu Atoş’un dedeleri... (Ağlayarak yerine oturur)
DELİ ÇAVUŞ: Ermenilerin hepsi faaliyetlerine başlamak için Rusların gelmelerini bekliyorlardı ve sonunda istedikleri oldu. Ruslar gelince başta Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Diyarbakır, Trabzon olmak üzere birçok ilimizde seri katliamlara başladılar. Büyük kuyular kazılırdı ve içleri seksen kişinin cesedi ile doluncaya kadar adam katledilir, sonra da üzerleri toprakla kapatılırdı. Kör, bıçakla başları kesilmiş binlerce çocuk vardı. (Deli Çavuş’un sesi titremeye başlar, ağlamaklı bir sese tonu ile devam eder) Öyle zaman bir zaman geldi ki sadece Erzurum’da bir gecede üç bin kişinin öldürüldüğü günler oldu. Artık halkın dayanacak gücü kalmamıştı. (Deli Çavuş ağlamaya başlar, bir taraftan da anlatmaya devam eder) Türk askeri Pasinler ilçesine geldiğinde elli altmış yaşlarında bir amca evin eşiğine kafasını koyar ve Kara Kazım Paşa’ya “Paşam," der. "Çok zulümler gördük, ahtım var. Türk askeri geldiğinde başımı eşiğe koyacağım, son nefesimi verene kadar her askerimizin ayağının altını öpeceğim.” (Gözlerini elleriyle siler) Kara Kazım Paşa, eğilip amcayı yerden kaldırır. O nurlu yüzünü öper ve ekler. “Her şey bitti. Artık buradayız ve dimdik ayaktayız. Kimse, hiçbir kuvvet artık sizin kılınıza bile dokunamayacak.”
DELİ OSMAN: (Sevinerek ellerini şaplatır) Yaşa yaşa! Sağ ol Kazım Paşa! Yaşa yaşa Kemal! Yaşa yaşa Çavuş Emmin Yaşa! Yaşa Türk askeri! Sen de yaşa Öğretmenim! Sen de yaşa, çok yaşa Öğretmenim!
(Deli Osman’ın sevinmesi devam ederken içeriye Şeyh girer. Herkes toparlanır. Çocuklar, Deli Çavuş ve adamları ayağa kalkar.)
ŞEYH: Selamünaleyküm Öğretmen. Biraz yalnız görüşebilir miyiz?
ÖĞRETMEN: Aleykümselâm. (Deli Osman’a döner) Osman zilimizi çal da çocuklar biraz bahçeye çıksın, biraz ara verelim derse.
DELİ OSMAN: (Sevinir, bir elinde süpürgesi zili alıp sallamaya başlar) Ara verelim, ara verelim haydi çocuklar! Ara verelim. Şeyh geldi, gidin siz oynayın... Ara verelim.
ÖĞRETMEN: (Şeyh’e döner) Buyur Şeyh... seni dinliyorum. Ne diyeceksen söyle de dersimize başlayalım.
ŞEYH: Öğretmen, bu gâvur çanının ne işi var burada? Mekteplerimizi kiliseye mi çevireceksin yoksa? (Deli Çavuş’a döner) Hem bu eşkıyanın ne işi var burada?
ÖĞRETMEN: (Ses tonunu yükseltir) Şeyh yaşına hürmetim var, saygım var ama... birincisi, keşfin, icadın, halka faydası dokunacak cansız ve dilsiz bir nesnenin dini ve mezhebi olmaz. Bir şey eğer topluma faydalı ise ondan faydalanmak lazımdır. İkincisi, burası halkın mekânıdır, herkese açıktır. Burada kimin bulunup kimin bulunacağına siz değil ben karar veririm.
ŞEYH: Yanlış anladın Öğretmen, ben öyle demek istemedim. Kızacak ne vardı?
ÖĞRETMEN: Bunun yanlış anlaması yok Şeyh. Sen dedin, ben idrak ettim. Eğer sen yanlış anlattınsa o başka... Zaten bu köyde herkesin bir şeyleri yanlış anlatıp, milletin kafasını karıştırmaktan başka yaptığı bir şey yok. Doğru birdir; eğer sizin doğrularınızla benim doğrularım arasında bir çatışma varsa sanırım birimizin diğerine ders vermesi gerekir.
ŞEYH: Estağfurullah Öğretmen... biz de öyle deriz. Doğru birdir lakin... (Şeyh duraklar)
ÖĞRETMEN: Lakin, lakin... lakini ne Şeyh?
ŞEYH: Lakini... tamam okusunlar, herkes okusun da bu kadınların okuması ne? Bu kadar erkeğin içinde... Kocaman kızlar... mahremdir Öğretmen. Hem kadın erkek eşitliği de? Kadınla erkek eşit mi olurmuş?
ÖĞRETMEN: Kadınlarınız, kızlarınız hastalanınca erkek doktora gitmekte utanır sıkılırsınız; ama kızlarınızı okutmaya yanaşmazsınız. Bu memlekete kadın doktor, kadın öğretmen yurt dışından gelecek değil ya Şeyh? Madem bu devleti biz kurduk, onu yaşatacak olan da bizler değil miyiz Şeyh? Kadını, erkeyi el ele verip bu vatanı kurtardıysak yine el ele verip yüceltmeyecek miyiz? Kendi yaramızı kendimiz sarmayacak mıyız? Eşitliğe gelince... Sen din adamısın. Kadınla erkeğin eşitliği dinimizde yok mu? O eşitliği kadına da erkeğe de Allah vermemiş mi? Siz kim oluyorsunuz Allah’ın verdiği bir hakkı kulundan alıyorsunuz?
ŞEYH: Haklısın Öğretmen. Ben ilk geldiğinizde gıyabınızda zaten sizin yanınızda idim; fakat aklımda kalan bazı sorular vardı. Şimdi cevaplarınız beni tatmin ettiğine göre tüm kalbimle yanınızdayım. Bundan böyle, sana gelen kötülük bana gelmiştir Öğretmen.
DELİ ÇAVUŞ: Ben de tüm kalbimle yanınızdayım. Sana gelen her namert darbesinin önünde ben varım. Beni yıkmadan kimse size elini dahi süremeyecek.
ÖĞRETMEN: Sağ olun, fakat unutmayın ki atacağınız her adım bu köyün geleceği, bu köyün gençlerinin geleceği içindir. Eee, artık bir sorun kalmadığına göre sanırım dersimize kaldığımız yerden devam edebiliriz. Deli Çavuş Kurtuluş Savaşımızı anlatıyordu, ilk dersi ona verdik. Çocuklar gelsin de devam edelim.
DELİ ÇAVUŞ: Evet tam Türk askerinin gelişini anlatacaktım. Devam edelim de çocuklar nasıl bir milletin torunları olduklarını görsünler.
ÖĞRETMEN: (Dışarıya doğru, Deli Osman’a seslenir) Osman, zili çal da çocuklar gelsin, dersimize devam edelim.
(Bir iki zil sesinden sonra Deli Osman sinirli bir şekilde yerleri süpürerek içeriye girer)
DELİ OSMAN: Öğretmenim, Öğretmenim! Çocukları Ağa götürdü. Götürdü çocukları... Kurban kesmiş... Ağa kurban kesmiş, çocuklara et dağıtacakmış... Onları aldı, götürdü. Dinlemediler beni. Kızar, dedim Öğretmen... kızar dedim. Beni kimse dinlemedi. Ağa’ya et almaya gittiler. Ağa et verecek onlara. Güldü Ağa da, güldü. Öğretmenine söyle, "O çok sevdiği çocukları onu bir dilim ete tercih etti. Babaları beni tercih etti. Herkes... herkes beni tercih edecek. Yanında kimse kalmayacak... Söyle Öğretmenine gitsin," dedi.
ÖĞRETMEN: (Sinirlenir, bağırmaya başlar) Olamaz, bu kadar da aydınlık düşmanlığı, gelecek düşmanlığı olamaz! Dünyanın hiçbir yerinde geleceğini, geleceğinin teminatını, yarınlarını bir lokma et parçasına satanlar çıkmaz. Bu millet bu yüzden geri kalıyor, bu yüzden gelişemiyor, bu yüzden uygar devletlerin yanında yerimizi alamıyoruz. Bir dilim ekmek, bir lokma et kimin karnını doyuracak, kimi açlıktan ölmekten kurtaracak, ha sorarım kimin karnını doyurur? Gelecek, ümitler, yarınlar bunun için satılır mı? Bir insan bunun için namerde muhtaç olur mu, başkalarına uşaklık, köpeklik yapar mı? (Duraklar, Atatürk’ün resmine bakar, gözleri dolar) Bu mu bizim geleceğimiz Atam? Bu mu yarınlarımız? Yarınlarımızın teminatı bu mu? Biz bunlara mı Cumhuriyeti emanet ettik. Uşaklık yapsınlar diye mi kurtardık bu gençliği? (Sonra diğerlerine döner) Benim bir lokma ekmeğe uşaklık yapanlarla işim yok, bu vatanın ve bu milletin de olmayacak. Verdiğimizi almayan, nasihatimizi tutmayan, körü körüne bağlandığı değerlerden geri dönmeyen karanlık kafalarla işimiz yok. Bunlar köle olmaya alışmış. Böyle gelmiş böyle gider... adam olmazlar. Benim bu insanlarla işim yok. Kendinize size benzeyen, millete değil de Ağa’ya köle olacak insanlar bulun.
(Gitmek üzere hazırlanırken Deli Osman ayağına yapışır)
DELİ OSMAN: Öğretmenim gitme! Bizi bırakma, gitme! Bizi öksüz bırakma. Gitme Öğretmenim!
(Deli Çavuş ve Şeyh de kolundan tutup Öğretmeni ikna etmeye çalışırlar)
ŞEYH: Ümitlerimi, ümitlerimizi boşa çıkarma Öğretmen. Bir yemin ettik; ölmek var dönmek yok, dedik. Bizlere, sizin gibi bir vatan evladına pes etmek yakışmaz. Bu gençleri kaderlerine bırakma. Sana ihtiyaçları, ihtiyacımız var. Kendine Ağa ile başa çıkamadı dedirtme, Ağa’yı güldürüp iyice üzerimize salma…
(Perde kapanır )
İKİNCİ PERDENİN SONU
ÜÇÜNCÜ PERDE
(Aradan birkaç ay geçmiştir. Köy sakinleşmiş, Öğretmen eski özveri ve heyecanı ile öğrencileri yetiştirmektedir. Fakat içten içe Öğretmen’e kin güden Ağa’nın intikam ânı da yaklaşmıştır. Öğretmen’i kendi silahı ile vuracaktır. Yani köylülerle… Bu yüzden köylüyü kışkırtır. Perde açılır. Köy kahvesi, masalar ve sandalyeler birinci perdedeki yerlerinde durmaktadır. Kahveci yine plastik leğen içerisindeki bardaklarını yıkamaktadır. Bu kez radyo kapalıdır. Köylüler masalara birer ikişer oturmuş çay içip aralarında sohbet etmektedirler. Birden içeriye birinci perdede 3. Köylü rolündeki Ağa’nın sadık adamlarından birisi girer.)
3. KÖYLÜ: (Heyecanlı ve çok yüksek bir ses tonu ile) Kalkın! Ne oturuyorsunuz? Öğretmenin yaptıklarını duymadınız mı?
1. KÖYLÜ: Dur hele bre, ne oldu? Ne bu telaş?
3. KÖYLÜ: Durulacak zaman değil ağalar, köyümüzün namusu elden gidiyor. Böyle giderse köy lanetlenecek. Köyün başına musallat ettiğiniz o Öğretmen yüzünden…
1. KÖYLÜ: Yahu geldiği günden beri bu Öğretmen’le uğraşıp durdunuz. Yine ne fesatlık çıkartıyorsunuz? Ne yapmış Öğretmen? Yine Ağanızın çıkarlarına mı dokundu?
3. KÖYLÜ: Daha ne yapacak... şimdi de kadınlarımızın, kızlarımızın namuslarıyla oynar.
2. KÖYLÜ: Vay namussuz vay! Vay ahlaksız ırz düşmanı vay! (Masayı yumruklar) Vay köpek soyu vay!
3. KÖYLÜ: Bu işin Ağa’nın çıkarları ile hiçbir ilgisi yok beyler. Bu köyümüzün sorunudur, kendi köyümüzün.
1. KÖYLÜ: Bre durun, hemen celallenmeyin. Bu işin aslını astarını öğrenelim, neymiş, ne olmuş?
3. KÖYLÜ: Daha ne olsun beyler! Çeşmede kadınların arasında saçlarını taramış. Bak bak bak! Hem de bizim köyümüzün kadınlarının... bu namuslu ve ahlaklı köyün kadınlarının arasında saçını taramış! Sonra da Ağa’nın kızı Zeynep’in su bidonlarını götürmüş
2. KÖYLÜ: Vay ırz düşmanı namussuz vay! Zaten Zeynep’i gözüne kestirmişti. İlle de ısrar etmişti o da okula gelecek diye. Neredeyse gebertecekti Ağa da onu. Yine canını bağışladı... Ama akıllanmaz ki köpek soyu. Ulan senin neyine Ağa’nın kızına asılmak, su bidonlarını taşımak, serseri köpoğlusu…
1. KÖYLÜ: (Sakin bir tavırla) Yahu abartmayın. Hepimiz elimizi, yüzümüzü çoğu kez çeşmede yıkarız ve yıkadıktan sonra da saçımızı, bıyığımızı düzeltiriz... ne var bunda? Zeynep meselesine gelince... kızcağız bidonları götürürken zorlanmıştır da o yüzden yardım etmiştir Öğretmen. Bunda bu kadar abartacak ne var canım?
3. KÖYLÜ: Siz öyle sanın, “Yardım etmiş...” Hadi ona yardım etti diyelim, ya dul Fadime’nin evine girmesi... buna ne buyuracaksınız. Güya sobasını, borusunu toplamış... Senin ne haddine ulan! Köyde senden başka insan mı kalmadı?
2. KÖYLÜ: (Sağa sola dönerek kahvedekilere bakıp sert ve emin bir şekilde konuşur) Köylü dururken senin neyine kalmış Fadime’nin sobasını kaldırmak, duvarını yapmak? Anası mısın, babası mısın? Densiz köpek! Senin ne haddine ha, ne haddine…
1. KÖYLÜ: (Sakin tavırları ile devam eder) Yahu beyler, sakin olun. Köylü dediniz de sizin köylü dedikleriniz ne zaman Fadime’nin elinden tuttu, ne zaman bir işine koştu? Hepimiz kendi âlemimizde, kendi favamızdayız. Yıkılan duvar elbet örülecekti. Bunu iki yıldır siz yapmadınız, bu gün Öğretmen yaptı... fena mı oldu? Kızacağınıza, sitem edeceğinize “Allah razı olsun” deyiverin, siz de onun yardımına koşun.
3. KÖYLÜ: (Sözü ağzında geveler) Elbet yapacaktık duvarı, ama boş vaktimiz olmadı. (Ses tonunu tekrar yükseltir) Hem biz Fatma’ya "Biraz bekle, Mehmet askerden gelsin yapar. Şunun şurasında ne kaldı ki," demedik mi? Sekiz ay sonra Mehmet gelecekti. Yani Mehmet, Öğretmen’den daha mı kötü yapacaktı?
1. KÖYLÜ: Önemli olan daha iyisini yapmak değil, kötü de olsa duvarı yapmak, kadıncağızı soğuktan korumaktı. Bunu da Mehmet değil, siz değil Öğretmen yaptı, fena mı yaptı?
3. KÖYLÜ: Mehmet yapacaktı tabii... Öğretmen’e ne oluyor da elin evine girip duvarını yapıyor. Namussuz köpek! Bu ırz düşmanlığı, namussuzluk değil mi? Fadime’ye Öğretmen mi daha yakındı, yoksa Mehmet mi daha yakındır ağalar?
1. KÖYLÜ: Mehmet gelecek olsa... Bu duvar iki yıldır yıkık. Kadıncağız tir tir titriyordu. Mehmet kış ortasında gelecek de kadıncağızın duvarını mı yapacak, yoksa cenazesini mi kaldıracak?
3. KÖYLÜ: (Birden kızar ve ses tonunu biraz daha yükseltir) Yahu uyuma hemşerim, uyuma! Bu adamın yaptıkları bir değil iki değil... bini aştı be, bini aştı! Hâlâ onu savunuyorsun. (Eliyle kafasını dürter) Biraz çalıştır şu kafanı, biraz vicdanını dinle be adam! Ne bu mezhep genişliği, dümbüklüğünüz mü tuttu?
1. KÖYLÜ: Be adam, asıl siz biraz vicdanınızı yoklayın! Adam sizin yapmadığınız, yapamayacağınız yardımları yapıyor. Siz adama destek olacağınıza, dua edeceğinize nerede ise adamı asacaksınız. Ayıptır yahu, günahtır! Buna Allah da kul da razı olmaz. Hem dünyanızı hem de ahretinizi yakıyorsunuz.
3. KÖYLÜ: Ne ayıbı, ne günahı... Ayıbı yapan, günahı işleyen biz değil Öğretmen, Öğretmen! Bunu şu kafanıza bir soksanız, gözünüzü bir açsanız. Yok çay üzerindeki köprü eskiymiş, kırıkmış... Bak bak bak, bahanelere bak! Bu bahanelerle çocukları sırtında, kucağında geçirirmiş. ’nın Dilek’i on iki yaşında, Rıza’nın Hatice’si on dört yaşında... sen tut bunları kucağına al, suyu geçir!
1. KÖYLÜ: Yahu onlar daha çocuk, daha çocuk!
3. KÖYLÜ: (İyice kızar) Emmi, Emmi! Bizim Ömer doğduğunda karı kaç yaşındaydı? (Biraz duraklar) On beş yaşındaydı. Uyan biraz, aç gözünü. Ne yardımı be, ne yardımı!
1. KÖYLÜ: Yani köprü eski değil mi? Benden yaşlı o köprü be, benden yaşlı! Tahtalarında güveler cirit atıyor. Yüz yaşında o köprü be, yüz yaşında! O kadar namusunuzu düşünüyordunuz da şimdiye kadar niye bir köprü yaptırtamadınız Ağanıza ha!
3. KÖYLÜ: Yaptıracaktık... elbet yaptıracaktık. Ama siz de bilirsiniz ki Ağa’nın bu aralar durumu iyi değil.
1. KÖYLÜ: Peki ne zaman iyi olacak bu Ağanızın durumu, otuz yıldır iyi olmadı mı? Geçen gün, şehirden gelenlere çektiği ziyafetin yerine bir değil onun gibi elli köprü yapamaz mıydı? Yapardı!
3. KÖYLÜ: O ziyafet gerekli değil miydi? Köyümüzün şehirdeki işlerini nasıl yürütecektik? Bu harcamalar boşa mı oluyor sanırsınız?
1. KÖYLÜ: Sizin ziyafetinizden köylü ne menfaat gördü ha, ne menfaat gördü? Ağa, arazilerine devlet arazisinden yenilerini kattı. Ya siz... ağzınızı açtınız yine Ağa’nın sofrasına baktınız.
(Bu arada içeriye uzun çizmeleri ve kırbacı ile Ağa, yanında Atoş ve birkaç köylü girerler. Köylülerin hepsi yerlerinden kalkıp Ağa’ya yer verirler. )
KÖYLÜLER: (Hep birlikte ) Buyur Ağam.
AĞA: (Oturma davetini reddeder bir tavırla, kesik kesik ve bağırarak) Bre sizde hiç ar namus kalmadı mı? Ne diye kahvede oturup pineklersiniz! Elin adamı köye dadanmış, kadınlarımızın, kızlarımızın namusuyla oynaşır. Siz oturmuş burada laklak edersiniz. Yakışır mı ulan size? Yakışır mı köyümüze? Hani namus, hani edep nerede? Dedelerimiz mezarından çıkıp da yüzümüze mi tükürsün istiyorsunuz? Ne zamana kadar daha böyle oturacaksınız?
3. KÖYLÜ: (Boynunu büker, mahcup bir halde) Öyle dersiniz Ağam, öyle dersiniz ama... Bu insanların insafa, imana ve de merhamete geleceği yok. Sabahtan beri dil döküyorum ama nafile. Sanki Öğretmen denilen adam hepsini büyülemiş, onun için divane olmuşlar. Öğretmen de Öğretmen, başka bildikleri bir şey yok.
AĞA: (Sinirli bir şekilde bir masaya yanaşıp önündeki sandalyeyi çekerek oturur, yine aynı ses tonu ile kesik kesik konuşarak ) Divane divane duracak zaman değildir, aklınızı başınıza toplayın. İşte haziran geldi, fakat bir damla yağmur yok. Hâlâ ekinler filiz vermedi. Ağaçlarda çiçek yok. (Ses tonunu iyice yükseltir) Niye ha sorarım size, niye? Hep bu zındığın yüzünden değil mi? Köye geldi, köyün bereketi kaçtı, yalan mı? Toprağın susuzluktan çatladığı yalan mı ha? Toprağın yarıklarında neredeyse çocuklar kaybolacak... yalan mı? Hasat sonu ektiğimiz buğdayı dahi alamayacağız. Ben alamazsam siz ne alacaksınız? Çoluk çocuğunuza ne yedireceksiniz, kışı nasıl geçireceksiniz? Hiç düşündünüz mü ha... düşündünüz mü?
1. KÖYLÜ: (Çekinerek konuşur) Ama Ağam... Şeyh hazretleri "Her şey Allah’ın takdiridir, yağmurun Öğretmen’le veya bir başkasıyla ilgisi yok; o olmasa da bu yağmur yağmayacaktı, tıpkı olduğunda yağmadığı gibi," diyor.
AĞA: (Kızgınlığı biraz daha artar, kırbacını 1. Köylü’ye vuracakmış gibi kaldırır. Sonra tekrar aşağıya indirerek sol ayağının üstüne attığı sağ ayağına ardı ardına yavaşça vurur, yine kesik kesik konuşmasına devam eder.) Kes sesini boş beyinli aptal! Zaten o Öğretmen geldikten sonra Şeyh’e de bir şeyler oldu, size de. Güya Öğretmen’i yola getirecekti, yolundan kendi saptı.
ATOŞ: (Sakin bir şekilde Ağa’nın sözünü onaylar) He ya Ağam, doğru dersin. Şeyh hazretlerine yağmur duasına çıkalım dedik. "Allah’tan korkun ve utanın," dedi. "Köyün içinden koca dere geçiyor. Kahvede akşamlara kadar laflayana, şunun bunun dedikodusun yapana kadar kanal kazıp tarlalarınıza su götürün. Allah’a kuru kuruya yalvarmak olmaz. Çalışın, emek verin, sonra dua edin," dedi.
AĞA: (Yine sinirlenir, aynı ses tonu ile) Yok yok... Bu Öğretmen bu köyden gitmedikçe köyümüzde bereket kalmayacak. Ekin olmayacak, su olmayacak, aş olmayacak…
3. KÖYLÜ: Onun da aklını Öğretmen çelmiş, adeta etrafında pervane gibi dönüyor. Yok onun koruyucusuymuş, yok onu korumak geleceği korumakmış... bilmem neler neler...
AĞA: (Sinirli hali devam eder) Reziller! Şeyhliği de ayağa düşüren reziller! Öğretmen’e kul olan, ona kendini yardımcı olarak atayan Şeyh ha! (Güler, birden durur, sinirli bir şekilde) Kalkın ulan! Daha ne beklersiniz? O Öğretmen denen köpeği getirip bu kahvede asmadıkça, leşini yerlerde sürümedikçe bu köyün bereketi yoktur, olmayacak! Bunu böyle bilip böyle belleyesiniz.
(Herkes söylene söylene kahveden dışarıya çıkar. Yalnız 1. Köylü biraz ağır davranmaktadır. Bu durumu fark eden Ağa kırbacı ile 1. Köylü’ye vurur.)
AĞA: Nankör köpek! Ayakların geriye mi çekiyor? Ne bekliyorsun? Sen de Öğretmen gibi asılmak mı istiyorsun? Defol köpek, yıkıl karşımdan! Git de yarın çocukların yüzüne tükürmesin.
(1. Köylü de çıkınca kahvede Ağa ve Atoş’tan başka kimse kalmaz. Atoş Ağa’nın yanına oturur. Ağa’nın sinirli olduğu her halinden bellidir. Oturduğu yerde kırbacı ile kendi ayağını dövmektedir, Atoş ise sinsice güler.)
ATOŞ: Ağam ben sana demedim mi? Öğretmen’i kendi silahı ile vuralım, yani aydınlatmak istediği halkla vuralım. Gördün mü, hiç elimizi sürmeye gerek kalmadı bu köpeğe. Hem üzerimize suç almayız, hem de böylesi daha dramatik olacak. (İkisi de güler)
AĞA: (Kahveciye dönerek bağırır, bir yandan da tabakasından bir sigara çıkararak yakar) Kahveci! Ulan kahveci, çayın yok mu? Ne beklersin? Nankör köpek, yoksa sen de mi asılmak istersin? Hazır başlamışken köyü bütün pisliklerden temizleyelim de’ mi Atoş? (İkisi birden zafer kazanmış bir asker gibi gülerler)
KAHVECİ: (Heyecan ve panikle) Emret Ağam! Çaylarınız hemen geliyor.
(Kahveci elleri titreyerek çayları getirir ve Ağa’yla Atoş’un önlerine koyar. Ağa ile Atoş bir müddet keyifle çaylarını içerler. Daha sonra sahnenin girişinden sesler gelmeye başlar. İkisi de neşe ile seslerin geldiği yöne bakarlar.)
SESLER: Vurun, gebertin köpeği, namussuz ırz düşmanı köpeği! Öldürün! Ağa’nın ayağının altına serelim leşini! O zaman köyümüze nasıl da bereket gelecek görün. Vurun rezil köpeğe, vurun! Kuvayı Milliyeci ha, Kuvayı Milliyeci!
(Gülüşmeler gelir. Sesler devam ettikçe Ağa’nın ve Atoş’un keyfi iyice yerine gelmektedir. Sahneden içeriye elleri bağlı vaziyette her yanı kanlarla kaplı, elbiseleri yırtık olarak Öğretmen getirilir. Elerinin bağlı olduğu ip aynı zamanda boynuna da takılmıştır ve ipin ucundan 1. Köylü çekmektedir. Diğer köylüler de tekmelerle ve ellerindeki sopalarla Öğretmen’e vurmaktadırlar. Deli Osman süpürgesini kullanarak köylüleri Öğretmen’den uzaklaştırmaya çalışır; bu arada dayak yemekten de kurtulamaz. Sesler yine devam eder.)
SESLER: Vurun, gebertin köpeği! Namussuz ırz düşmanı! Öldürün, Ağa’nın ayağının altına serelim leşini! O zaman köyümüze ne bereket gelecek görün! Vurun rezil köpeğe, vurun!
DELİ OSMAN: (Bu defa süpürgesini elinden atarak köylüleri durdurmaya çalışır) Yapmayın emmiler! Ne olur yapmayın Öğretmenime, kıymayın! Bize, geleceğimize, yarınlarımıza kıymayın. Beni öldürün, benim canımı alın... ama Öğretmenime kıymayın. O geleceğimiz... geleceğimizi karartmayın.
(Olaylar devam ederken sahneye Şeyh girer)
ŞEYH: (Kalabalığı yararak Öğretmen’i kalabalığın ellerinden almaya çalışır) Yapmayın, etmeyin beyler! Ayıptır, günahtır... İnsan canına kıyılır mı hiç? Durun, Allah’ın gazabına uğrarsınız. Etmeyin, eylemeyin!
(Sopalardan Şeyh de nasibini alır. Yere düşen Şeyh daha da hiddetlenip Öğretmen’in önüne atılır. Öğretmen’i bağladıkları ipi çeken köylüyü iterek yere düşürür ve bütün gücüyle bağırır.)
ŞEYH: Benim ölümü çiğnemeden kimse, hiçbir Allah’ın kulu bu adamın kılına bile dokunamaz, anladınız mı? Kimse! Bunu iyi belleyin, önce benim cesedimi çiğnemeniz gerekecek.
ATOŞ: (Sevinerek Ağa’ya biraz sokulur) Tam sırası Ağam. Şeyh’ten de kurtulacağız. Köyün ve köylünün tek sahibi biz olacağız. Bu fırsat kaçmaz, Şeyh’i de geberttirelim.
AĞA: (Ayağa fırlar, bütün gücüyle ve yine kesik kesik bağırır) Yeter köye de, köylüye de ayak bağı olduğu! O zaman önce Şeyh’i öldürün. Önce Şeyh’i... onun leşini çiğneyerek de Öğretmen’i öldürün. İkisinden de kurtulalım.
KALABALIKTAN BİRİ: Sen de al Şeyh sen de! Zaten bu Öğretmen’in uşağı olduğundan beri kimseye faydan olmadı, yağmur bile yağdıramadın!
(Şeyh’e de sopalarla vurarak öldürürler, bu sırada Deli Çavuş elinde silahı ve iki adamı ile içeriye girer. Deli Çavuş girer girmez köylülerden bazıları sevinerek, bazıları korkarak sahneyi terk eder. Sadece Ağa, Atoş ve Öğretmen’in etrafındaki üç kişi kalır. Deli Osman da yattığı yerden kalkarak Deli Çavuş’un ayaklarına yapışır.)
DELİ OSMAN: (Ağlayarak) Yetiş Çavuş Emmi, yetiş! Öğretmenimi öldürecekler! Katiller! Kurtar Öğretmenimi Çavuş Emmi, ne olur Öğretmenimi kurtar!
DELİ ÇAVUŞ: (Tüfeği ile havaya bir el ateş eder) Bırakın ulan Öğretmen’i! Karanlık dünyanın örümcek kafalı budalaları! Bırakın yoksa gözümü bile kırpmadan hepinizi gebertirim. (Tüfeğinin dipçiği ile Öğretmen’in bağlı olduğu ipi çeken köylüyü ittirir) Bu ellerle mi vurdun Öğretmen’e? Bu ellerle mi geleceği karanlıklara boğdun? Gençliğin, ülkenin geleceğini yıktın, satılmış köpek!
(Köylüyü elinden vurur. Elinden vurulan köylü acı çekerek sahnenin arkasına doğru gider. Diğer iki köylü Öğretmen’i bırakmışlar, fakat Deli Çavuş’un adamlarından nasiplerini almışlardır. Deli Çavuş’un yanındaki Deli Osman koşarak bir kova su getirip Öğretmen’in yanına gider. Diz çökmüş vaziyette, kovadaki suyla Öğretmen’in yüzünü silerek ağıtlar yakmaktadır.)
DELİ ÇAVUŞ: (Ağa’yı bırakıp kaçmakta olan Atoş’u fark eder) Atalarının kanımızı emdiği yetmedi mi, sıra sende mi? Geber nankör ermeni! (Atoş’u vurur. Tam bu sırada Ağa toparlanıp dışarıya kaçmak isterken Deli Çavuş bir el daha havaya ateş eder. Ağa olduğu yerde şaşkın bir şekilde çakılır kalır.)
AĞA: (yalvaran bir sesle) Yapma Deli Çavuş... Kendine gel, sakin ol... Ne yapıyorsun? Hapislerde çürümek mi istiyorsun... Köylü bir cahillik ettiyse bırak sen onlara uyma.
DELİ ÇAVUŞ: Değil hapislerde çürümek, artık ölüm bile korkutmaz beni. Biz ant içtik, geri dönmek şerefsizlik olur. Gerçi sen şerefli olmanın ne demek olduğunu bilmezsin ki hiç! Bu işin dönüşü yok artık. Hem başladığımız işi bitirmeyi sen öğretmedin mi bize?
AĞA: (Sinirlenir, bağırır) Nankör köpek! Aşımı, ekmeğimi bunun için mi yedin? Kursağında halen benim ekmeğim var. Seni ben adam ettim, anlıyor musun? Bedenindeki her zerrenin sahibi benim. Ben olmazsam sen bir hiçsin, hiç... anladın mı? Hiç... Aşını, ekmeğini, içtiğin suyunu bile ben verdim sana.
DELİ ÇAVUŞ: (Sakinleşir, Ağa’ya doğru biraz yaklaşır) Doğru dersin Ağa, sen verdin... Boğazımdaki ekmek de su da senin. (Tam Ağa rahatlamışken Deli Çavuş iyice hiddetlenir ve daha çok bağırarak Ağa’nın yüzüne tükürür) İşte içirdiğin su! Kursağımda kalan senden son parça... Verdiklerini aldın, şimdi ödeştik Ağa. (Tüfeğinin dipçiği ile Ağa’nın elindeki kırbaca vurarak düşürür) Bu elinle mi kararttın aydınlığımızı? Bu elinle mi geleceğimizin önünü kapattın? (Ağa’nın ayağına var gücü ile vurarak onu yere düşürür) Bu ayaklarla mı köylüyü peşin sıra karanlıklara sürükledin? (Ayağı ile kafasına bastırır) Bu başlar var oldukça bu vatan karanlıkta kalacak Ağa. Bu kafaların bu gövdelerden, hatta bu topraklardan atılması gerekir Ağa. (Tüfeğin namlusunu Ağa’nın göğsüne dayar) Bu vicdanlar, bu taş kalpler de susturulacak Ağa. Hem de sadece burada değil, yurdun dört bir köşesinde Ağa. Anladın mı, dört bir köşesinde!
(Ve tüfeğini ateşleyerek Ağa’yı öldürür. Herkes susmuştur. Sahnenin ön tarafında Öğretmen kanlar içinde yatmaktadır.)
DELİ ÇAVUŞ: (Öğretmen’in yanına gelir. Tüfeğini başucuna bırakır. Öğretmenin kafasını göğsüne yaslar. Gözleri dolar, başını yukarıya kaldırarak bağırır.) Hiç kimsenin, hiçbir vicdanın geleceği yıkmaya gücü yetmeyecek. Ta ki ben son nefesimi verene kadar!
ÖĞRETMEN: (Kafasını son bir kez kaldırır. Deli Çavuş’a anlamlı gözlerle bakar, tatlı bir gülümseme ile) Yine sözünü tutamadın Deli Çavuş. Hani biz silahlara tövbe etmiştik, hani silah yerine kalem tutacaktık elimizde. Silah ocakları söndürür, aydınlığı karartır Deli Çavuş. Aydınlığı karartır. Bırak bu uğurda bir baş düşsün toprağa... ama silahlar tekrar ölüm kusmasın.
(Öğretmen’in başı artık devrilmiş, dudakları kapanmıştır. Deli Çavuş Öğretmen’e sarılarak ağlar. Işıklar kararır.)
(Sahnenin her iki tarafından Onuncu Yıl Marşı ile birlikte takım elbiseli gençler yavaş adımlarla girerler: Önce iki öğrenci, ardından iki daha, sonra iki daha ve böyle devam eder. Bu temsili yeni nesil, sessiz bir şekilde Öğretmen’i kaldırıp omuzlayarak sahneyi terk ederler. Perde kapanır. Marş devam etmektedir.
Bir müddet sonra sahne açılır ve temsili yeni nesil marş eşliğinde, andımızın “Ey büyük Atatürk, aştığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim," kısmını sahnenin bir ucundan diğer ucuna kadar tek sıra halinde dizili olarak okurlar. Marş devam ederken oyunun diğer oyuncuları sağdan ve soldan eşli olarak yeni neslin önünde sıra olup seyirciyi selamlarlar. Son olarak, Albay Kemal (Öğretmen) gelerek seyirciyi selamlar ve perde yine marş eşliğinde kapanır.)
SON
YAZAN
Dursun BAŞĞUT