12
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
922
Okunma
Doğa ile mücadele etmenin, kuvvet, cesaret, bilgi, beceri, çalışkanlık ve azim gerektirdiği bu zor coğrafyada, vakitsiz bir zaman aralığında, kaderin bir araya getirdiği beş talihsiz insan, ömrünü çoktan doldurmuş bir yaşlı minibüsün, soğuk ve sevimsiz atmosferine asılı kalmış durumda, dünyadan tecrit edilmişliği yaşıyor gibiydik.
Orada, o sevimsiz günün, memleketin doğal afetler tarihine kocaman bir kara sayfa olarak yazılacak olan o acılarla dolu, o sevimsiz Salı gününün akşam saatlerinde, bir tufanı andıran yağışın esareti altında, vadiye doğru ağır aksak inmeye çalışan aracın içinde, gerçekten tarifi zor, sıkıntılarla dop dolu dakikalar yaşamaktaydık.
Genç annenin, minik yavrusunu kaybetmenin acısı ile, kendini parçalarcasına feryat edişleri...
Ömrünün son demlerini yaşadığı, saçlarına düşen aklar, yüzünü tamamen kaplayan derin kırışıklıklar ve yorgun bakışlarından ap açık belli olan yaşlı dedenin, gözlerinden dökülen boncuk boncuk yaşlar...
Amcamın, her zaman köpürmeye hazır, kucağında doğup büyüdüğü Karadeniz misali, hep tedirgin, ama güven verici olan yüz hatlarına yerleşen bir hüzün bulutu, bir masum mahzunluk...
Benim, çocuk yüreğime gelip saplanan bir şekilsiz acı ve çaresizlik...
İnsan olmak, yaşadığınız hayatta çok şeylere muktedir olmak, tüm yaratılan canlılardan üstün kılınmak, akıllı olmak, güçlü olmak ve bir noktada her şeye, her becerinize rağmen çaresiz kala kalmak... Bir küçücük canın, göz göre göre avuçlarınızdan kayıp gitmesine engel olamamak... Tüm bu saydıklarım, ne kadar acı, ne kadar ağır gelmişti bana o an... Ne çok üzülmüştüm...
Hepimiz perişandık ama, tüm bu karmaşada yine de en soğukkanlımız amcamdı. Kısa bir süre sonra, yolun, bu tehlikeli inişin imkan verdiği bir noktada, arabayı durdurmayı ve sabitlemeyi başardı. O hariç, geri kalanlar hep birlikte çocuğun başına üşüştük.
Arabanın sallana silkene, homurtular çıkararak ilerlemesi, yağan yağmurun tavandan akseden ahenkli sesi ve annesinin sıcacık kucağında yatmakta oluşu, ona, rahat bir beşiğin verebileceği tüm hazları tattırmış olacak ki, derin bir uykuya dalmış olan küçük bebek, bu duruşun ardından aniden gözlerini açtı, bakışlarını bakışlarıma sabitledi.
Allah’ım!... O yarı baygın, masum, çaresiz ve sevimli bakışları görmenizi isterdim. Hayatım boyunca çokça sevinçlerim olmuştur ama, o küçük bebeğin bakışlarının yüreğimde doğurduğu sevinci, sanırım az, ama çok az yakalayabilmişimdir. Burada, kelimelerle o sevinci tarif edebilmek gerçekten imkansız. Ancak, ölümün soğuk gerçeği ile tanıştığında bu tür sevinçleri yaşayabiliyor galiba insan.
Küçük bebek, şaşkınlık denizinin hüzün dalgalarında ıslanmış, yorgun ve mahzun bakışlarımızı tek tek inceledikten sonra, hiç bir şey olmamış gibi, tatlı uykusuna geri döndü. Gözlerini yumdu ve başını hafifçe sağ tarafa çevirerek, olanca sevimliliği ile uykusuna kaldığı yerden devam etti.
Nasıl da sevinmiştik, nasıl da öz evladı gibi kucaklamıştı beni dedecik o an sevincinden. Amcamın, o çok gülmeyen, hep asık duran yüzüne bile nasıl da gülücükler doluşmuştu. Bir annenin, yüreğinde taşıdığı evlat sevgisinin resmini, tüm çıplaklığı ile o gün görmüştüm, öğrenmiştim ben. Anne sevgisini, evlat sevgisini, hayat acı bir tecrübe ile, ama hayatım boyunca asla unutamayacağım bir tecrübe ile öğretti bana o gün. Bu nedenle, anama ve evlatlarıma beslediğim sevginin rengi çok değişiktir bu gün.
Biraz tedirgin, biraz korku, biraz heyecanlı ama, içimizi dolduran tarifsiz bir sevinçle bitirdik o tehlikeli inişi. Tam rahat bir nefes alacaktık ki, durumun vahametini, dereyi geçmemizi sağlayacak köprünün yerinde olmadığını görünce anladık. Küçük dere, yaklaşık üç saattir yağmakta olan şiddetli yağmur nedeni ile kabarmış, coşkun akan bir nehre dönüşmüştü. Arazinin çok dik oluşu, akışın şiddetlenmesine,suyun yıkım gücünün artmasına sebep olmuş, tek bir vasıtanın güç bela geçebildiği ahşap köprüyü, bağlı olduğu kaidelerden sökmüş ve önüne katıp götürmüştü.
Suyun şakasının olmadığını fark eden amcam, aracını emniyetli bir yer çektikten sonra, indi ve bir keşif gezisine çıktı. Dere, yatağından taşmış, her iki yamacın eteklerindeki toprağı ve ağaçları yerlerinden sökerek sürüklemeye başlamıştı.
Daha önce, hiç bu kadar hırçın ve yıkıcı akan bir nehir görmemiştim. Kocaman ağaçların yerlerinden bir bir sökülüşlerini, arazi parçalarının, önce küçük heyelanlarla tutundukları yerlerden kopuşlarını, sonra da suyun öfkesine çaresiz teslim oluşlarını hayret ve korkuyla izledim.
Keşif gezisinden döndüğünde, iyice ıslanmıştı amcam ve yüzü alıştığımız asık halinden çok daha kötü bir görünüme bürünmüştü. Son nefesini aldığı Bafra sigarasını aracın penceresinden dışarı fırlattı ve:
- Sel yıkmış, perişan etmiş her tarafı. Geçmek mümkün değil. Yakın zamanda bile geçmek çok zor olacaktır buradan!...dedi.
Bozuk olan morallerimiz, iyice bozulmuştu.
- Ne yapacağız peki? Diye sordu dede...
-Yapacak bir şey yok, bekleyeceğiz. Yağmur kesmeden, yardım da arayamayız.
Aracın içini derin bir sessizlik kapladı. Sözün doğrusunu söylemek gerekirse, ben çok fazla telaşlanmadım. Nasılsa amcam yanımda idi ve ona sonsuz güvenim vardı. Bir de,kendimi çocukça bir maceranın içinde buluvermenin ilginç sevincini yaşamaktaydım. Bebek de yaşıyordu ya, gerisi çokça önemli değildi benim için.
Okulda öğrenmişliğim vardı sel felaketini ama, hiç görmüşlüğüm, tanışmışlığım olmamıştı. Görmemiştim, yolları, köprüleri, koca koca ağaçları söküp götürdüğünü, toprakta heyelanlar oluşmasına sebep olduğunu... Hayvanların telef ettiğini... Hatta insanları öldürdüğünü... Tüm bu saydığım acı gerçekleri de o gün, o hazin Haziran ayının, o acı gecesi öğrendim ben. Acı bir tecrübe idi ve yorucu hayat yolculuğumuzun asla unutulmayacak bir dönüm noktası idi.
Annenin, gözlerinde gezinen sevinç ışıltıları kaybolmuş, yerini çaresizliğin mahzun gölgeleri doldurmuştu. Bebek şu anda iyi durumdaydı ama, yine de o, burada, bu ıssız bölgede, bu aman vermeyen hava şartlarında, sıkışıp kaldığımız bu sevimsiz durumda, gelişebilecek bir anormalliğe müdahale etmenin imkansızlığını biliyor ve bu durumun huzursuzluğunu yaşıyordu.
Bir süre sonra hava iyice aydınlığını yitirdi. Arabanın sac tavanını döven iri yağmur damlalarının tıkırtısı ile, hasretin ateşinde yanmış ve bir an önce sevgilisine kavuşma telaşındaki bir aşık misali, denize ulaşabilme gayretindeki suyun, coşkulu akışından akseden gürültüsü eşliğinde, vadiye çöken kara bulutlar ve şiddetli yağmurun kucağında,karanlığın gizemli atmosferine gömüldük.
Amcam, bebeğin üşümesi durumunda, arabayı çalıştırmak ve ısıtma sistemini aktif hale geçirebilmek için gerekli enerjiyi bünyesinde barındıran akünün tükenmemesi için, aracın tüm lambalarını söndürmüş, bu nedenle, zifiri karanlıkta birbirimizi dahi göremez hale gelmiştik. Öylece sessiz , sakin, bir bukle de endişeli, kaderin bizlere çizdiği çizginin belirsiz, gizemli ufuklarını gözlemeye devam ettik.
Bulunduğumuz coğrafyanın bu mevsiminde, iklim genellikle ılıman bir seyir gösterir, sahil bölümlerinde hava hoş bir serinlik sunar kucağında yaşayanlara. Ancak, denizle kucaklaştığı noktadan itibaren ani yükselmeler yaşayan dağların doruklarındaysanız, bilhassa geceyi sorunsuz yaşayabilmek için, kalın giyeceklere, ısınacak ekipmanlara ihtiyaç duyarsınız.
Karanlığın çökmesi, zamanın gecenin derinliklerine doğru ilerlemesi ardından, giyeceklerimizin de yer yer ıslak olması nedeni ile üşümeye başladık. Karnımız da artık iyiden iyiye acıkmıştı. Bu konuda sadece bebek şanslıydı içimizde. Onun, aç kalmak gibi bir derdi yoktu. Karnı acıktığında, aklına estiğinde annesinden bir güzel besleniyordu. Durumumuz o an itibari ile hiç de iç açıcı görünmüyordu.
Yağmurun öfkesinin dinmediği, üşümelerimin iyice arttığı, titreme nöbetleri ile mücadele etmeye başladığım bir sırada, soluk bir ışığı takiben, bir gölgenin aracımıza doğru yaklaştığını fark etik. Biraz sonra, elinde tuttuğu gemici fenerinin aydınlatmakta güçlük çektiği yüzünü zorlukla seçebildiğim, beyaz sakallarının arkasında sevimli tebessümler saklayan, iri yarı, yaşlı ama oldukça dinç bir başka dede aracın kapısında beliriverdi.
Başında, kahverengi, kalın tüylü, kaşları üzerine dökülen kahkülü hariç, uzun saçlarına düşen akların neredeyse tamamını gizleyen bir kalpak. Yer yer yırtıkları olan kalpağın, una bulanmamış tarafı kalmamış, rengi mısır ununun sarısına dönüşmüş vaziyette. Elindeki eski fenerin ışığı, ancak bu kadar görebilme imkanı veriyor kendisini ama, yine de, memleketimin insanının, zamanın çirkefliğine rağmen, hala inatla yüreğinde barındırdığı, yaşattığı misafirperverliğin tüm güzelliğini okuyabiliyordunuz sıcacık bakışlarından.
Aracın kapısını çalmasına fırsat vermeden açtım hemen ve onu içeriye davet ettim. Aracın içine anlık bir bakış gezdirdi ve selam verdi sakin, olgun sesiyle;
-Selamünaleyküm!...
-Aleykümselam!...Diye cevapladık hep birlikte.
-Geçmiş olsun!...Mahzur mu kaldınız?
-Evet!...Yıkılmış köprü, geçemedik. Diye cevapladı amcam...
-İlçeye mi yolculuk?
-Evet.
-Bu şartlarda geçmeniz mümkün değil. Köprünün tamiri uzun sürecektir. Dere yatağından geçmeniz gerekecek. Ona da bu akış izin vermez. Suyun da iyice azalmasını beklemelisiniz, yağmur da kesilmeli bu arada tabi ki.
-Bebek var, hasta!...Doktora gitmesi gerek!...
-Ya!...Kötü!...Bu havada, burada beklemeniz doğru olmaz. Çocuk iyice hasta olur.
-Ne yapacağız?
-Benimle değirmenime geleceksiniz. Davranın hadi!...
Hiç kimse itiraz etmedi bu teklife. Zaten itiraz edecek bir durumda da değildik. Arkasına düştük. Zor anımızda, hızır gibi yardımımıza koşan bu ak sakallı değirmenci, çocukluğumun renkli günlerinde biriktirdiğim kahramanlar içinde,gerçekten müstesna bir yere sahiptir.(Devam edecek.)
Bir tutam hayat-23.09.2013-Azerbaycan