- 1024 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
Kelebeğim
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Belki bir gün gelir diye kuşumuzun kafesini balkona koydum... Belki gelir de kafesini, evini görür, içine girmek ister, kaçtığına pişman olur diye. Belki gelir, belki öter yine cıvıl cıvıl, kapının zilini taklit eder beni kandırır diye...
İlk başlarda hiçte çocuksu gelmemişti bu isteğim ama şimdi çok çocuksu, çok saf bir beklenti gibi geliyor. Ve bu durumdan utanıyorum, sensiz pekte mantıklı davranamamaktan, sensiz bir hiç oluşumdan, sensiz meydana apaçık çıkan kimsesizliğimden...
Yalnız başıma kaldığım bu evde televizyonun, radyonun, bilgisayarın, musluktan akan suların, sokaktan gelen arabaların, insanların, floresan iniltilerinin, gıcırdayan yatağımın, parkelerin, kapıların sesi dışındaki tek sesi, kuşumuzun sesini yitirdim. Yalnız olduğumu anlayamamışsım meğer o olunca... Senden bana kalan tek şey olmayınca, sevdiğin, okşadığın, bakıştığın, ötüştüğün, öpüştüğün kuş olmayınca zorlaştı yaşamak... Bir gün gelirsen elinin üstüne alıp oradan da omzuna çıkartıp şarkılar söylettiğin kuşu bulamayacaksın ne yazık ki bir daha...
Utanıyorum...
Kaybettim, camı açık bıraktım ve gitmez dedim alıştı nasılsa dedim uzun zamandır kalıyor uzun zamandır yediriyor içiriyorum onu gitmez dedim...
Yanılmışım, uçtu gitti işte... Birkaç tüyü bile kalmadı geriye.
Sen de böyle gitmiştin kelebeğim. Bir anda, bir hastane odasında sabaha karşı...
Kablolarla, makinelerle, serumlarla, ilaçlarla yatarken yatağında biraz daha dayan dedim, dayanamazdın, dayanamayacaktın biliyordum ona rağmen dedim dayan dedim ses vermedin, el vermedin, kaldığın odanın kapısının önünde saatlerce bekledim, ölmeni bekledim, ölmeni, yalnız kalmayı , mezarını ziyaret edeceğim günlerin gelmesini, aldığım çiçekleri üzerine dikeceğim, fotoğraflarına bakıp ağlayacağım, iştahımı ve bileklerimi kesen günlerin gelmesini bekledim.
Dayanamadın kelebeğim...
Zayıf ve güçsüz bedenin, narin, süt beyazı, çiçek gibi solan bedenin daha fazla kaldıramadı bu koca
yükü. Olmadı, ettiğim dualar kabul olmadı.
Alışmışken yokluğuna gidişinin ardından koca bir yıl geçmişken. Kuşum, kuşumuzun gidişiyle aklıma geldi her şey...
Dün gibi şimdi her şey...
Adını sen koymuştun kuşumuzun, "Umut olsun aşkım, umudumuz olsun" demiştin...
Sanki bir çocuğa isim koyar gibi koymuştun. Sanki o kuşu doğurmuş gibi, sanki o kuş canımızdan, kanımızdan bir parçaymış gibi, bir anne gibi...
Sanki o kuş , bizim olmasını çok isteyipte bir türlü olmayan, sevişmelerimizi anlamsız kılan, boşa çıkaran, doktorların ağzından dökülen sözcüklerle hayallerimizin rahminden dahi alınan doğamayan çocuğumuzdu...
Hastalığını öğrendiğimiz, küçücük evimizin üzerimize kocaman yıkıldığı, birbirimize sarılıp ağladığımız gün...
Hiç konuşmayıp sadece ağladığımız, gözyaşlarını hiç durmadan öptüğüm, sildiğim... Gözyaşlarımı gözyaşlarına katıp canımızın yangınını söndürmeye çalıştığım günün akşamı almıştık biraz hava almak iyi gelir ümidiyle dışarı çıktığımızda...
Neden aldığımızı bilmiyorum, küçük bir kız çocuğu gibi tutturduğun için, " bana bir kuş alır mısın? Bir kuş istiyorum aşkım, çok istiyorum alalım mı?" dediğin için mi? Seni kıramadığım, kıramayacağım için mi? Her şeyi unuttuğun için mi bir kuşun sesinde? Bir kuşun sesinde Tanrının sana vermemeyi uygun gördüğü çocuğunu, çocukluğunu bulduğun için mi?
Bahçemizde oturup kafesini kendi ellerimle çakmıştım. Ve elimi yaralamıştım bir çivi yüzünden, batmıştı işte elime... Küçük bir çığlık atmıştım, korkup, koşup gelmiştin yanıma, elimi tutmuştun, öpmeye başlamıştın, elimin yaralanan yerindeki küfe aldırmadan, kanlara, elimdeki çamura, toza aldırmadan öpmüştün...
Unutamıyorum kelebeğim...
Dudaklarındaki kan lekelerini
Ve elime gözlerini kısa kısa, acıyan bakışlarla süzerek, şevkatle sürdüğün tentürdiyotu...
Şimdi de ölümüne takıldı bacağım ve yüreğimden yaralandım... Tentürdiyot var ama ne fayda o tentürdiyotu süren eller yok...
Sen yoksun...
Grip olsam bile iyileşemem artık ben. Sıktığın meyvelerin, en çokta limonların sevdiğim için, saati saatine "acı değil ki bebeğim, aç bakalım ağzını" diyerek içirdiğin ilaçların, moral olsun diye hiç sıkılmadan söyleyip durduğun seni seviyorum’ların, bebek gibi yaptığım nazlara hiç sinirlenmeyişin, karşılık olarak, daha da şımartarak "bebeğim" diye sevişlerin, katlanışların bana, onlar da yok...
Seni, eski günleri hatırladıkça başımda oluşan o dayanılmaz ağrı... Sadece başımda da değil aslında her yerimde o ağrı. Ruhumda bile...
Masanın üstünde bir ağrı kesici var. Masanın üstünde bir bardak su var. Masanın üstünde az önce saydıklarımla aynı etkide olan fotoğrafların da var. Güldüğün, gülümsettiğin fotoğrafların...
Bir fotoğraf karesindeki çatlamış dudaklara takılıyor gözüm... Uçuklu, kanlı dudaklara. Son zamanlarına ait, son...
Kelebeğim...
Biliyor musun?
Bazen, öksürdüğün mendillerdeki kırmızı lekeleri görüyorum odamın duvarlarında ya da geceleri dönüp dururken yatağımda, gözlerimi kapattığım anda, gözkapaklarımda görüyorum aynı lekeleri...
Hiç silemediğim, hiç sevemediğim lekeleri... Doğum leken gibi değil ama, doğum lekeni özletti zaten bana bu lekeler...
Doğum demişken, bir daha doğabilsen keşke...
Keşke...
Keşkelerim çoğaldı senden sonra... Sen diye başlayan her cümleye keşkeyle başladım. Keşke sen de görebilseydin dedim çok sevdiğin doğa olayını, gökkuşağını balkonumuzdan seyrederken, sevdiğin bir şarkı çıktı radyoda geçen, keşke sen de duyabilseydin, dinleyebilseydin dedim içimden...
İşte böyle, hep keşke dedim.
Sen olmayınca bu dünya nasıl da yaşanılmaz bir yer oldu, anlatamam...
Sabahları kalkmanın, geceleri yatmanın zorluğunundan mı bahsetsem bilmem. Artık hiçbir şeyin zevk vermediğini bil lütfen, martılara simit atmanın bile...
Biraz utançlarımdan bahsetmeliyim sana belki de.
Yüzüne her baktığımda tarifi imkansız bir acı duyuyordum mesela. Yüzüne her baktığımda utanıyordum, ben sağlıklıydım çünkü, ben yaşayacaktım, ben... Ben senden ayrı kalacaktım, gün sayıyordum, gül soluyordum, gidecektin, mecburdun çünkü Tanrı çağırıyordu...
Susup kaldığım ve saatlerce seni uyurken seyrettiğim, hakkında düşündüğüm, yanıbaşında ettiğim dualar, dualardan sonra bulduğum inançla alnına kondurduğum öpücükler... Uyurken uyanma diye sessizce ağlayışlarım, ateş basması, boğazıma taklılan bir şeyler, boğazımı sıkan, kursakta kalan bir şeyler, uykusuz kalışlarım, sabahlayışlarım, gözaltlarımdaki morluklar, vücudumdaki çürükler, her gece gördüğün kabuslar, acılar, ağrılar, çığlıkların...
Uyanır uyanmaz yaşadığın şoklar...
Geçti diye bağırışlarım...
Sarılışlarım...
Bunların hepsini şu an sobanın sıcaklığına sığınarak hatırlıyor ve yazıyorum kelebeğim.
Yazdıkça anlıyorum açtığın boşluğun büyüklüğünü, doldurulmazlığını... İçine düşmemeye çalışsam da nafile, bir kara delik gibi içine çekmeye başlıyor bu seferde...
Kaybolmayı öğrendim, bulunmamayı, çıkar yol bulamamayı, bulamayacağımı da bu saatten sonra... Ezberledim, bahsettiğim, beni kara delik gibi içine çeken boşluğunu...
Sensizliği, yalnızlığı...
Odamızdaki gece lambasına saatlerce baktım, saatlerce. Başımı yastığa koyup o lanet olası gece lambasına baktım çıtımı dahi çıkarmadan. Ve düşündüm, her gece yatmadan önce karanlıktan korktuğun için mi hep açık kalmasını istedin? Ölümden korktuğun için mi, ışıkların bir daha hiç yanmamasından korktuğun için mi ya da? Beni hep yanıbaşında az da olsa görmek , varlığımdan emin olmak için mi yoksa? Niçin?
Sorduğum çok soru oluyor elbet kendime. Ve ölümünden kendime bir pay çıkarmak, kendimi suçlamak için uğraşıyorum durduk yere. İçim rahat etmiyor çünkü, içim yanıyor. Seni az da olsa üzdüğüm her anı şimdi nasıl hatırlıyorum bir bilsen...
Canım nasıl yanıyor, nasıl acıyor...
Pişmanlığımın boyutunu bir görsen...
Mini etek giymene değil de kefen giymene kızmalıydım. Bu kadar erken gitmene. Sözünde durmamana. Evet, istemeden yapsan da bunları kızmalıydım sana! Delice geliyor olabilir söylediklerim. Zaten deli gözüyle bakarlar oldular bana senden sonra. Haklılar mı, ne dersin? Ben de onlara nefretle baktım ama, bilesin. Çünkü seni unutmamı söylediler. Çünkü seni unutmamı, hayatın her şeye rağmen devam ettiğini, başkasını sevmemi, yeni bir yuva kurmamı, yeniden başlamamı... Sinirimi bozuyorlar kelebeğim. Sana ihanet edemem bilmiyorlar mı? İhanet edemem...
Özlediğini, cennettin kapısında beni beklediğini biliyorum hem. O büyük günü ben de sabırsızlıkla bekliyorum...
O zamana kadar dayanmalıyım, bıçak kemiğe dayansa da. O zaman kadar sabretmeliyim doğru dürüst bilmediğim dualarla...
Bu arada...
Bana yaşattığın en zor şey neydi biliyor musun? Namazını kılmamdı. Ve en gücüme giden şey de elim kolum bağlı hiçbir şey yapamamamdı olanlar karşısında, çaresizliğim, acizliğimdi... Göz göre göre kaybetmekti seni.
Gün geçtikçe solarken çiçeğim gözlerimin önünde, gözlerinin içine baka baka yalanlar söylemekti birde, "geçecek" diye. "Bu zor günler geride kalacak, iyileşeceksin kelebeğim, tekrar mutlu mesut yaşayacağız, eski günlerimize geri döneceğiz" yalanlarını söylemekti...
Geçmedi.
Biliyordum geçmeyeceğini...
Seni nasıl bırakacağım ben demiştin ya bana tebessüm ederek. Ağlamıştım ya... Anlamıştım o zaman nasıl bırakacağını... Nasıl kalakalacağımı tek başıma... O yüzden ağladım.
Bir hiç olacaktım senden sonra. Koca bir hiç...
Bak yanılmamışım kelebeğim, koca bir hiçim şimdi.
HİÇ.
Utanır oldum her şeyden, en çokta hiçliğimden... Aynalardan kaçtım bu yüzden, kimsenin olmadığı, kimsesinin uğramadığı tenha yerleri mesken edindim kendime... Uykusuzum da kaç gündür soğuk havada uyunmuyor. Yağmur çamur, kış kıyamet değil anlatmak istediğim, senin, güneşimin olmadığı bir dünyada yaşanmıyor...
Evimizin kapısını açarsam yüzleşeceğim anılar, çıldırtan, korkunç bir sessizlik ve koca bir yokluk var. Biliyorum, beni bekliyor. Korkuyorum, istemiyorum da, evimize anahtarla giresim gelmiyor...
Ki evimize anahtarla girmeye hâla alışamadım arada zile bastığım oluyor. Arada, kendi kendime, kendi yaptıklarımla, hatırladıklarımla canımı yaktığım oluyor işte ve merdivene oturup ağlıyorum. Kapının önünde gittikçe azalan zil sesini dinleye dinleye ağlıyorum. Merdivenin ışığı sönünce de ağlıyorum, karanlıkta ağlıyorum, karanlık ağlıyorum.
Biliyor musun?
Günde üstüne milyon kez basılan kaldırım taşlarını seviyorum. Sarhoşları seviyorum. Unutmadan sokak kedilerini, birde çöp kovalarını...
Kısaca benim gibi hiç olanları...
Bazen yatağımda, yanımdaki boşluk demeye dilim vamıyor. Ben daha rahat yatayım diye bıraktığın boşluk desem daha doğru olur. Sandığın gibi bana rahat vermiyor. Yatak soğuk; yastık, yorgan buz. Artık orada, kaldığın o cennet bahçesinde, geceleri uykularımı kaçırdığın için üzülmediğini biliyorum ama ben bunu da özledim, çok özledim...
Gel ve uykumu kaçır! Yorganımı çek ve beni yatağımızdan aşağıya it soğuk ayaklarınla!
Özledim kelebeğim...
Beni yormanı, korkutmanı, kabuslarını...
Nazını, bağırışlarını, çığlıklarını...
Çok özledim...
Uykumu bu saydıklarımın değil de yokluğunun bölmesi çok acı...
Çok.
Acı olan bir sürü şey daha var. Senden sonra hayatımın teması, işlenen konusu oldu acı...
Bak çok düşünüyorum seni.
Bak çok seviyorum seni.
Bak çok özlüyorum seni.
Bak saçlarım dökülüyor... Ve aklıma geliyor saçlarının dökülüşü...
Yalanım yok, seni o hâldede sevdim ben. Çirkin değildin hâla, çirkin olmayı yine başaramamıştın. "Çok çirkin oldum böyle di mi? Imm erkek gibi belki de? Üzülmeyeyim diye söylüyorsun, anlamıyorum mu sanıyorsun? Üzülüyor musun bu hâle gelmeme?"
Sorduğun soruları hiç ama hiç umursamadım, seni hep beğendim ben, hep...
Üzülüyor musun dedin ya...
Sadece saçlarını bir daha okşayamayacağım için üzüldüm. Artık bir daha gezmeyecekti saçların parmak aralarımda, avuç içlerime dolmayacaktı asla...
Saçlarını kaybettim önce, saçlarını...
Seni parça parça kaybetmeye başlayacağımı, bütün yaprakları teker teker koparılan zavallı bir papatya gibi kalacağını bir gün, işte o zaman anladım...
Başından öptüm sonra seni, o güzel başından. Yumuşacık, bembeyaz, saçsız başından...
Sırıtıp duran koca yaradan, yaralarından öptüm.
Kelbeğim benim.
Yokluğuna alışmakla, saçlarının yokluğuna alışmak bir değilmiş anladım. İlk başlarda hiç anlamamış, hiç inanamamıştım. Bazen aklıma yokluğunun ilk günleri geliyor böyle...
En başa dönüyorum, en başa...
En baştan yakmaya başlıyorum canımı. Tekrar ve tekrar. Kül olduktan sonra küllerimden dirilip bir daha yakıyorum canımı, bir daha, kelebeğim yanıyorum...
Ve yine bazen, şaka yapıyormuşsun gibi geliyor, bir anda koşa koşa yanıma gelip, "ölmedim ki" diyecekmişsin gibi...
Kıkırdaya kıkırdaya gülecekmişsin gibi sonra, çocuklar gibi. Bana bulaşacak, "şapşalım benim, nasıl da kandırdım seni" diyecekmişsin gibi...
Sesini duyacakmışım gibi yeniden...
Mutfakta, akşama yemek hazırlarken bana, yine mırıldandığın şarkımızı duyacakmışım gibi ve tencere tava seslerini, bardak, kaşık, çatal seslerini...
Bana, kocana seslenişini, sofraya çağırışını...
Bunları bir daha duyamayacağımı biliyorum.
Seni duyamamak çok kötü. Sağır olmak istemeden, zorla. Aramıza ölümün girmesi. Hiç bu kadar uzak kalmamıştık.
Üzerimdem atamadığım bir şaşkınlık hâli hakim. Şaşkınlık...
En çok şaşırdığım şey kelebekler hakkındaki bilgindi. Ömürlerinin bir gün olduğunu bilmiyordun... Bugüne kadar hiç duymamış, öğrenmemiştin, oysa herkes bilir bir kelebeğin ömrünü, herkes bilir...
"Kelebeğin ömrü ne kadar aşkım? Ne kadar yaşarlar acaba?" sorularına cevabı bu yüzden vermedim, en sevdiğin canlıydı çünkü kelebekler. Seni üzmek istemedim...
Belki de bu yüzden az ömrün kaldığını öğrendikten sonra "kelebeğim" diye seslendim sana hep... Kelebeğim dedim ama, kelebeğin ömrü bir gündür diyemeden...
Hiç bilmedin...
Çocuk gibi, saftın, masum.
Bunu bozmak istemedim.
İstemedim kelebeğim...
Ve görüyorsun. Seni hâla en sevdiğin canlının ismiyle seviyorum.
Kelebeğim diyorum...
Huzur içinde yat kelebeğim.
Ahmet Kastancı
YORUMLAR
Hep yazıların sonunda tebrik ederim ama, ben sizi önce Tebrik etmek istiyorum.
Bu yazıyı okurken hep aklım tanıdığım yaşlı bir karı kocadaydı.
Birbirini çok seven 50 yıllık evli çiftin, aniden hastalanan eşi dururken, o ölecek diye sağlam eşinin ölümünü hatırlattınız bana.
Ölecek olan eş, hala yaşıyor. Diğerinin ölümünün üzerinden 4 yıl geçti, kimi görse bir şarkının nakarat kısmı gibi aynı şeyleri tekrar edip duruyor.
"Faytona binerdik onunla gençliğimizde. Ben çok güzeldim diye, faytonun gerisinde oturturdu..."
Devam devam... Dört yıldır aynı şarkı, fayton aynı. Faytoncu aynı, atlar hiç ölmedi. Eşi faytona binerken 250 gr. badem alıyor. Hep aynı sinemaya, aynı filme gidiyorlar.
Önce eşi iniyor, sonra kendisi...
Yaşam böyle bir şey işte. Belki de diyorum eşi gülümsüyordur o anlattıkça kendisine.
Saygıyla.
merhabalar....
bir dost tavsiyesi ile geldim sayfaya ki burdan da teşekkür ederim bir tutam hayata önerisi için...
evet nesir nedense hiç bir sitede hak ettiği yeri bulmuyor okuma özürlü bir millet olduk çıktık galiba....
hikaye başından sonuna kadar kendisini soluk almadan okutuyor..
hüzünlü de olsa güzeldi...
kutluyorum
nicelerine
Mutluyum!...
Bu yazıyı ilk okuyan, ilk yorumlayan olduğum için.
Üzgünüm!...
gerçek, ya da kurgu olsun,
hayatımızın bir gerçeğinin,
bu kadar içten,
bu kadar duygulu,
bu kader etkileyici
ve
yürek yakıcı dile getirildiği,
gözlerimizi yaşarttığı için.
Buralarda,
bu güzel sitede,
böyle uzun yazıları pek okumuyor insanlar.
Dilerim okurlar da,
sevginin yüceliğini,
gerçek sevginin tarifini öğrenirler...
Günümüzde kaybolan efsane sevdalardan bir bukle yudumlarlar.
Site yöneticileri ne düşünürler bilemiyorum ama,
bu öğlen saatlerinde,
benim gönlümün güne gelen yazısı ilan ediyorum.
Yazarına da,
yürekten teşekkür ediyorum.
Bir kez daha, gerçek sevgiyi bizlere koklattığı için...
Eline, gönlüne sağlık dostum...