KAPI SUYU
KAPI SUYU..
Kuşburnu çalısının dibindeki isli demlik yorgun ve uykusuz suyolcusu için sabaha kadar kaynayıp durdu. Suyolcusu suyun kaynağına çıkmış, gece olduğundan bütün kapı sularını da keserek bir değirmen taşını çevirecek kadar suyu bağlamıştı tarlanın üzerine. O kadar uykusuzdu ki tarlanın başında alıç ağacının budağına takılı ekmek bohçasının düğümü bile çözmeyip kopardığı yonca otu destesinden kendine bir yastık yapıp su kanalının başında az önce geldiğinde aniden susan cırcır böceklerinin yeniden başlayan senfonileri eşliğinde askeri parkasına sarılıp uykuya dalmıştı.
Lüks lambasının ışığı eşliğinde suya evlek açan paşa dayı kara lastiğinin içine kaçan taşı çıkartırken lastiğin içinde soğuk sudan büzüşen parmaklarını ovalayarak bir yandan da ekin saplarının dibindeki suyun pırıltısında sulanmamış yer kalıp kalmadığına bakıyordu.
Bu tarlada yağmur yağdığı zaman bereketli ekin olurdu. Koca ambar dolup taşardı. Hatta ihtiyaç duymadığı senelerde fiğ ekip birkaç senelik hayvanların yemini de garantiye aldığı olmuştu. Bu sene nisan yağmurları az yağdığından toprak kuru kalmış su çatlaklara doluyor zor ilerliyordu. “Bereket versin ki kösnü deliği yok” diye söylendi kendi kendine. Yoksa üç günde zor çıkardı bu yerden. Ayağındaki lastiği tekrar giyip içinde taş olup olmadığını kontrol etti. Tarlanın ortasında çatal ağaca taktığı Lüks lambasını fitili düşmesin diye itina ile alarak azalan ışığı canlandırmak birkaç kez gaz pompaladıktan sonra tekrar çatal ağaca taktı. Parıldayarak yayılan suya bir kez daha bakıp evleğe suyun yönünü değiştirirken “Hamdolsun verdiklerine yarabbi şükür olsun nimetine” dedi.
Katmer Kayanın dibinde sancı tutmuş bir tilkinin haykırışları cırcır böceklerinin sesini aniden kesmiş, dut ağacının dalları arasına tünemiş sığırcıkları da tedirgin etmişti. Bir an lüks ışığındaki dut ağacının koca gölgesine baktı. Ne heybetli görünüyordu. Yaşından kat kat büyük olan, hatta büyüklerinin bile ne zaman dikildiğini bile hatırlayamadığı bu ağaç kim bilir neler görmüştü nelere şahit olmuştu. Kim bilir Kaç kurak yıl atlatmıştı, kaç yağmur ıslatmıştı gövdesini. Belki gövdesindeki o derin çizgiler kırışıklıklar yıllarca tanık olduğu acıların iziydi. Belki yıllarca gölgesine sığınıp komşuluk yaptığı ve her bahar yeniden filiz atıp kendini yenileye çalışan kuşburnu, karamuk çalısına bir türlü acılarını anlatamadığı kocatmıştı onu. Belki de bir dalını balta sapı yapmak için kesilen Alıç’ın budağından aylarca akan gözyaşı. Biri Yusufçuk kuşuna, birinde bülbüle, birinde serçelere yanmıştı derdini. Ama onun derdine yanan dalına müdavim bir kuşu bile olmamışı. Gecelemek için gelen sığırcıklar hep vefasızdı. Dut mevsiminde gelir geceleri tüner yine dut bitiminde giderlerdi. Buruk bir acı hissetti içinde. Sığırcık gibi vefasız olmamak için elindeki küreğini alıp bu acılı ağacın köküne ve komşularına doya, doya suya kanmaları için koca bir göl yapmaya, taş gibi kuru toprağı bel küreği ile eşmeye koyuldu. Ara sıra yanı başında deliksiz uykuda kendi kendine konuşan suyolcusunun sayıklamalarına gülüp suyu kesenler için adı sanı duyulmamış küfürlerine boynunu büküyordu. Kan ter içinde işini bitirdiğinde suyun azalığını, çatal ağaçta takılı lüks lambasının sönmek üzere olduğunu fark ederek biraz ötede yatan suyolcusuna seslendi. ”Ağa kalk yukarıya doğru bir çık tarlada su yürümüyor iyice azaldı”.
Cemile Hala sabah erkenden kalkmış sacayağının üzerine yerleştirdiği bakır asma kazanının altındaki ateşin harı geçmesin diye, geçen yıl evinin yanında kayın biraderinin yıkık evinin arsasından kestirdiği virane ağacı odunları ile ateşi besleyip, ocağa her odun atışında bu ağacın neslinin kesileceği ümidi ile yanışından büyük keyif alıyordu.
Bir zamanlar bu su kanalı boyunca yüzlerce ev var iken şimdi kendisi gibi yaşlı bir kaç komşusu kalmıştı. Kimileri gurbete yerleşmiş kimilerinin de soyu zürriyeti kesildiğinden evleri yıkılmış yıkılanların evlerin yerlerinde suyolcularının ara sıra müsaade ettiği ve kapı suyundan nasiplenen bir kaç dut ağacından başka bir şey kalmamıştı. Elindeki son odunu kazanın altına atıp çizgili yün dastarı yere yaydı. Saplı kevgiri bulgur asmasının içine daldırıp biraz suyunu süzdükten kuruması için yün dastarın üzerine dökmeye başladı. Onu görenler bu yaşlı haliyle bir teneke bulgur için çektiği meşakkate acıyacaklardı. Hatta değirmene götürmek isteyen suyolcusu ve değirmenci bile naz edecekti. Ama olsun. Yinede kendine vazife biliyor, bir vesile sılayı rahim için gelen komşularına,çocuklarına ya da onların torunlarına sadece kıvamını onun bildiği bulgur pilavını yanında acılı acur turşusu ile ikram edip onların bir tabak daha istemesinden büyük bir haz alıyordu. Gözlüklerini takıp tülbendinin ucuna düğüm yapığı romatizma hapını içtikten sonra elindeki çapa ile su sızıntısını bostana doğru çevirdi. Ocağın yanındaki çaydanlığın kapağını açıp çayın çöküp çökmediğine baktı. Yan tarafta kaynayan tencereden bir patates alıp her sabah kendisine fırından taze ekmek alıp getiren suyolcusuna onun çok sevdiği patates salatası yapmaya koyuldu.
Paşa dayı bir iki seslenmeden uyanamayacağını bildiği suyolcusunun üzerindeki parkeyi kaldırarak bir daha seslendi. “Kalk oğlum hadi. Bir ağız ekmek al da suyun başına doğru bir çık hoca sabah ezanını okudu şimdi millet namazı kıldın mı kapı suyu keser iyice azalır tarlanın suyu”
Uyuşmuş bedenini gerneşerek açmaya çalışan suyolcusu “Ya kapı suyumu kaldı Paşa Emi o eskidendi onlar bağlasın ben keserim dert etme” diye cevap verip alıç ağacında asılı duran ekmek bohçasından içi peynirli sıkma alıp açlığını bastırmaya başladı. Paşa dayı bu usul bilmez suyolcusunun kapı suyu hakkında bir şey bilmediğini anlamıştı. Bu geleneğin ta yıllar öncesine dayandığını, su kanalı boyunda yer alan evlere o zamanlar içme suyu bulunmadığı için her türlü ihtiyaçlarını bu kanal suyundan bağladıkları sızıntı su ile giderdiklerini, abdest aldıkları hatta bu suyu içtiklerini bir çırpıda anlatmış, ardından Usul usuldür İstisna kaideyi bozmaz diye bağlamıştı. Küreği omzuna atıp yola düşen yeni evli suyolcusu içinden iyi ki çeşmeleri yapmışlar diye geçirdi. Su kanalı boyunca birkaç yerde suyun azalmasına sebep olan ve akşam karanlıkta göremediği su kaçaklarını kalınca çim kesip ayağıyla çiğnedi.. Daha yukarıya Camile Halanın oraya kadar çıkması gerekiyordu. Öğlen sonrası eger bir aksilik olmaz ise en geç ikindiye doğru Paşa Dayının sulama işi bitmeliydi.
Fırıncının ilk ağız ekmeğinden üç tane alıp hızla çarşıya gelirken ısırgan otlarının arasına sakladığı küreğini alarak yürümeye başladı. Kıriklerin gevar akşam bıraktığı gibiydi. Kümbet dibinde biraz kaçak vardı ama hepsini kestiğinde sabah meraya çıkan hayvanlar su içemeyeceğini düşünüp bundan vazgeçti. Pörhenbaşı mahallesinde suyun ikiye bölündüğünü görüp insaflı bir küfrün ardından demir kapağı sununa kadar kapadı. Oysa bu mevsimde tarla sulandığını herkes biliyordu. Az su ile bitmeyeceğini de. Tarlanın üstünden su kesmek hem tarla sahibine, hem suyolcusuna küfür etmek gibiydi. Emin oluncaya kadar bekledikten sonra tekrar yola çıktı. Karşıbağ gevarı bıraktığı gibiydi. Aşagı mahallede gece ekin tarlasının içinde yanan lüks lambasının ışıkları buradan göründüğünden tarla sulandığını herkes bilirdi.Zaten usule herkes uyuyordu.. Eğer usulü bilmeyene de mahalleli haddini bildiriyorlardı. Su yolcusu Kapı suyu hakkında paşa dayını söylediği şeylerden etkilenmiş olacak ki Saraçlının Konağından, Cece Deresine kadar olan evlerin önüne akan kapı sularına hiç dokunmayıp öylece bıraktı. Uzaktan Cemile Halanın evinin önündeki ocağın dumanını görünce çok acıktığını fark etti. Adımlarını hızlaştırdı.
Cemile Hala çiçekli çinko sahana doğradığı patates salatasının üzerine zeytinyağını gezdirip, yıllar öncesinden kalma ağzı teneke kapaklı filiz marka bir çay kutusunun içindeki kekikten de bir tutam serptikten sonra “suyolcusu bu ne zaman geleceği belli olmaz” diyerek sofranın üzerine bir tülbentle kapadı. Yerdeki yün dastarda suyu çekilmiş haşlanmış buğdayı iyice havalanması için bir kaç kez karıştırıp loğ taşının üzerine güneşe doğru oturdu. Uzun uzun karşı tepelere baktı gözleri pek seçmese de aşina olduğundan ardıç ağaçlarını, derenin kenarında bulunan kızılcıkları tahmin edebiliyordu. Belki o güzel tadını bilselerdi kimse dalında bırakmazdı diye düşündü. Telef olup gidiyorlardı. Her şeyin gün geçtikçe gözünün önünde yok olması içindeki yalnızlığı daha da büyütüyordu. İnsanlar bir yeri terk ettiğinde ardından haneye mahsus hayvanlar bile gidiyor artık ne bir köpek, ne bir kedi bile ortalıkta dolaşmıyordu. Yılanlar sahipsiz evlerde çoğaldığından kuşlar bile evlerin saçaklarına yuva bile yapmıyorlardı. Çok heybetli bir ev olan karşıki Bey Konağının birkaç yıl içinde yok oluşu yaşanan her şeyin yalan olduğunu bir kez daha göstermişti. Hayat sadece bir yalandan ibaretti. Bey Konağının duvarındaki kerpiç gibi ne kadar şaşalı yer kaplasa da bir yağmur tanesine direnemeyerek yine aslına dönüyordu.
Öyle derine dalmıştı ki elinde ekmeklerle gelen suyolcusunu fark edememiş yere bıraktığı küreğin çıkardığı sesten geldiğini anlamıştı. Yerinden kalkarak her sabah kendini ziyaret eden genç adama “Hoş geldin oğul dedi çay zift gibi oldu. Peyniri tuzu çıksın diye suya koymuştum alıp geleyim” diyerek içeri girdi. Suyolcusu elindeki ekmekleri bırakıp Celime Halanın bostanına akan suyu küreğiyle ince bir ark açarak dut ağacının dibine yaydı. Ardından güneşte durmaktan kuruyup çatlamış sabunla ellerini yıkadı. Elinde peynir tabağı ile gelen Cemile Halanın minderini yere sererek ocaktaki demliğe uzandı. “Paşa Dayının tarlası bitmedi hala dedi.” Ardından lüzumsuz yere akan kapı sularından yakındı. Ama Cemile Haladan haklı bir cevap alamadığından fazlada bahsetmedi. Onun soracağını bildiğinden sadece caminin önünde bulunan hayrat dutlarını ve eltisinin yıkılan evinin bahçesindeki ağaçları suladığını söyledi. Her gün bu yaşlı ihtiyardan aldığı standart duayı bu kez birkaç kez tekrarlatmıştı. Somun ekmeğinin başı ile çiçekli çinko sahanın tabanındaki zeytinyağını sünnetleyip müsaade istemişti. Sofra bezini dut ağacının dibine silkeleyen Cemile Hala suyolcusunun buraya suyu çevirdiğini görüp onun koltuğunun altına hamile karısına götürmesi eltisinin gönderdiği çifte kavrulmuş Hacı Bekir lokumu kutusunu sıkıştırıvermişti.
Paşa Dayı ikindi vakti çıktığında ekin tarlasını sulamasını bitirmişti. Su arkında kalan suyu gece yarısı dutun dibine yaptığı küçük gölcüğe bağladı. Bir gün önce kupkuru olan kökleri şimdi suya doymuş altın sarısı rengi almıştı. Kuşburnu çalısına, ardından alıç ağacı dalında tüylerini kurutmaya çalışan serçelere uzun, uzun baktı.
Suyolcusu dut ağacına astığı sulama makbuzunu almaya geldiğinde köprünün başındaki beton zemine oturmuş Dut Ağacına dalgın, dalgın bakan Paşa Dayı’yı görmüş ondaki bu dalgınlığa anlam verememişti. Bilemezdi ki bu su köprüsünden akan suya veda idi. Dut ağacına verilen son can suyu idi.
Faruk KÜÇÜKTAŞ 18.09.2013
“Memleketimde ahde vefa adına hizmet eden suyolcularına ithaf olunur”.