- 1768 Okunma
- 22 Yorum
- 3 Beğeni
Bir Kara Gece Bir Küçük Can.
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Haziran ayının ortaları idi. Ülkenin en çok yağış alan bu bölgesinde dahi, uzun yıllardan beri görülmemiş şiddette, göğün dibi delinmiş misali yağmaktaydı yağmur. Ardı arkası kesilmeden, birbirini kovalıyormuşçasına dökülen yağmur damlaları, eski minibüsün küçük sileceğinin kapasitesini çoktan aşmış, yol neredeyse görünmez hala gelmişti.
Doğu Karadeniz Bölgesinin, dik ve yüksek dağlarının dorukları ile yarenlik yapmaya alışık olan gri yağmur bulutları, bu kez siyahın en koyu rengindeki kostümlerine bürünmüş, bir başka şevkle, bir başka sevda ile sarılmışlardı yeşil yamaçlara. Gün batımına daha epeyce bir zaman olmasına rağmen, yağmur, aydınlığı adeta esir almış, hava oldukça kararmış, sarp araziye gelişi güzel dağılmış ahşap damlı köy evlerinin tek kanatlı küçük pencerelerinden, idare lambalarının soluk ve titrek ışığının yansımaları tek tük gözükmeye başlamıştı.
Bütün ömrü, bu zor coğrafyanın, bu zahmetli dağ yollarında direksiyon sallamakla geçen yaşlı amcam, alışa geldiğimiz ve diline pelesenk olan okkalı küfürlerinden birini daha savurdu.
-Ben böyle havanın içine.......!...
Sol eli ile aracın büyük direksiyonuna abanırken, sağ eline aldığı kirli bir beyaz bez parçası ile de, motordan yükselen sıcak havanın, ön camın serini ile birleşmesiyle oluşan buğuyu temizlemeye başladı. Bir taraftan da, eğimli araziden şiddetle akıp gelen yağmur sularının küçük dereciklere dönüşerek, toprak yolda oluşturdukları vadicikleri gözden kaçırmamaya çalışıyordu. Zira biliyordu ki, bunlardan bir tanesine takılıp kaldığımızda, bu kötü hava şartlarında aracı kurtarmak imkansız hale gelecektir. Kurtarsak bile, ağır aksak tırmandığımız bu yokuş yolda, tekrar hareket etmek oldukça zor olacaktır.
-Düzköy’e varabilirsek, sonrası kolay!... Dedi amcam... İniş başlayacak, fazla sıkıntı çekmeyeceğiz. Yollar düzgündür oradan sonra, araba da rahatlayacak!...
Alt dudağına, sökülmesi imkansız bir zamk ile yapışmış gibi duran ve orijinal şeklini çoktan kaybederek yassı bir hal almış filtresiz sigarasından derin bir nefes daha çekti. Arabanın direksiyonuna biraz daha sıkı sarıldı. Bu hengamede, arkasından hiç ses gelmediğini fark edince geriye, oturduğum tarafa kaçamak bir bakış fırlattı, daha sonra da tekrar dikkatini dar ve çamurlu köy yoluna odakladı.
Ben ise, aracın arka yan kapısının hemen bitişiğindeki tek koltuğa, her an düşebilecekmişim gibi bir pozisyonda sıkıca tutunmuş, doğanın öfkesini bu denli sert kusuşuna ilk kez şahit olmanın şaşkınlığı ile, betim benzim atmış bir vaziyette susmaları oynamaktayım. Heyecan ve korku arasına sıkışıp kalmış çocuk bakışlarımla, dışarıda deli gibi yağmakta olan yağmuru, arada bir de amcamın bu zor koşullarda bile, büyük bir beceri ile aracını yürütüşünü seyrediyorum.
Kısa ve dalgalı saçlarım, muavinliğin gereği olan küçük görevleri yerine getirmek için, arada bir araçtan dışarı çıkmalarım nedeni ile ıslanmış, yağmur suları, alnımda biriken boncuk boncuk ter ile karışarak, şakaklarımdan aşağıya doğru süzülmeye başlamıştı. Henüz 12 yaşındayım. Bir taraftan, altı yaşında gittiğim hoca teyzenin, uzun sopasını başıma usul usul vurarak ezberlettiği tüm duaları mırıltılar halinde okurken, bir taratan da amcamın yanımda olmasından dolayı da Allah’a şükrediyorum. Onun varlığı, çocuk duygularıma inanılmaz bir güven aşılıyor...
-Kortun mu? diye sordu amcam...
-Korkmadım da, ıslanmışım biraz!...
-Mendilin yok mu?
-Yok!...
Amcam, arka sol pantolon cebinden çıkardığı tertemiz, beyaz ve mis gibi sabun kokan mendilini bana uzattı.
-Al, sil başını bununla!...Hasta olursun şimdi, bu kadar sıkıntının arasında, bir de seninle uğraşmayalım!...
Ben,başımı kurulamakla meşgulken, yaşlı minibüs de, homurdana homurdana, sallana silkene yokuşu çıkmaya devam ediyordu. Artık sağ tarafımızda dik bir yamaç, önümüzde dar bir yokuş, sol tarafımızda da derin bir uçurumla baş başa kalmıştık. Sık kavlağan ve karaağaçların arasından, arada bir gözüme ilişen ve vadinin nihayetinde yar alan ve küçük dere, yoğun yağışın etkisi ile büyümüş, dik yatağında çağlayarak akmaya başlamıştı. Kayaların üzerinden sıçrarken çıkardığı beyaz köpükler, vadiye iyice çöreklenmiş bulutların griliği arasında, sağa sola saçılan bir inci gerdanlığı taneleri gibi gözüküyorlardı. Yamaçlara sıkı sıkı sarılan ifteri(eğrelti otu) ve komar(Mor orman gülü) bitkileri olmasa, şüphesiz yağışın etkisi ile oluşacak toprak kaymaları, ilerlememizi engelleyecek, seyahatimizi daha da zor bir hale sokacaktı.
Yağmuru, doğayı, ağaçları, bitkileri, suları, aşmaya çalıştığımız yokuşu inceliyor, hiç bir hareketi kaçırmamaya gayret ediyordum ki, birden gözüme, dik yamaçtan araba yoluna uzanan dar patikadan tırmanmakta olan iki kişi ilişti.
-Aşağıda, patikada birileri var amca!...Bize el sallıyorlar!...
-Ne tarafta?
-Yola tırmanan şu dar patikanın ortalarında!...
-Burada duramayız, düzlemede durunca bakarız!...
Yaklaşık yüz metre kadar sonra, aracımızı oldukça zorlayan, çıkmakta güçlükler çektiğimiz bu daracık köy yolunun dik yokuşu sona ermiş, virajın arkasında yer alan düzlüğe ulaşmıştık. Amcam, arabayı durdurdu, el frenini çekti ama yerinden kalkmadı. Bu şartlarda, aracının frenlerine güvenemediği her halinden belli oluyordu.
-Arka tekerleğe bir taş koy çabuk!... Diye seslendi...
Hemen dışarı fırladım, yolun yamaç tarafında çokça bulunan kayalardan, kaldırabildiğim bir tanesini istenilen yere yerleştirdim.
-Tamam!...Koş bak bakayım geliyorlar mı? Ben de motoru bir kontrol edeyim!...
Yağan yağmura aldırmadan, uçarcasına geldiğimiz yoldan geriye doğru koşmaya başladım. Gelenler, bu sırada patikanın yol ile birleştiği yere varmışlardı. Elindeki bastonuna dayanarak yürüyebilen yaşlı bir adam ve kucağındaki bebeği ıslanmasın diye sıkıca sarıp sarmalanmış bir genç anne. Beni görünce gerçekten çok sevindiler.
İhtiyar, iyice yorgun düşmüş, nefes nefese kalmıştı. Kucağındaki bebesine sıkı sıkı sarılan anne ise, yanakları yorgunluktan al al olmasına, derin derin soluk alıp vermesine rağmen, bakışları, gerekirse daha çok uzun mesafe yürüyebilecekmiş gibi bir his uyandırıyordu insanın üzerinde.
-Ne istiyorsunuz dede?
-Şehre inmemiz gerekiyor evlat!...Torunum çok hasta, doktor gerek!...
-Geçmiş olsun!...Hadi çabuk olun, araba bekliyor yukarıda!...
Bu kısa konuşmaya hiç dahil olmayan genç annenin, gözlerinin içi parladı. Heyecanlandı, dudaklarında hüzünlü bir tebessümün esintileri gezindi. Yavrusunun hastalığı ile perişan olduğu her halinden belli oluyordu.
Arabaya ulaştığımızda, amcamın motoru kontrol etme işini bitirdiğini ve kapağını kapatmakta olduğunu gördük. Önce yolcularımızı arabaya bindirdim, daha sonra da amcama yardım etmeye gittim. Kısa süren bir çalışmanın ardından, aracın her tarafı iyice kontrol edilmiş, tekrar yola çıkılabilecek duruma gelinmişti. Hareket ettiğimizde anne, altı aylık kadar olduğunu tahmin ettiğim yavrusuna sarıp sarmaladıklarını arka koltukta açmış, durumunu kontrol etmekle meşguldü. Yaşlı adam ise, dualar eşliğinde, aklına gelen tüm teşekkür ifadelerini ardı ardına sıralamakta, şükran duygularını sunmaktaydı...
-Hayrola amca? Nesi var çocuğun? Diye sordu amcam.
-Bilemiyorum!...İki gündür hasta. Doğru dürüst yemiyor, içmiyor. Ateşi de düşmüyor bir türlü. Arada kendin geçtiği de oluyor!...
-Havale flan geçirmesin?
-O kadar olmadı. Düşürmeye çalışıyoruz ateşini devamlı!...
-Hava da çok kötü şansınıza!...
-Evet!...Bu yaşıma geldim, böyle yağmur görmedim ben. Umarım felaket getirmez!...
-Ağzından yel alsın amca!...Sanırım akşama doğru ilçeye varırız. Doktora gösterirsiniz, gerekli tedaviyi yapar, bir şeyciği kalmaz sebinin!...
-İnşallah!...
-Nesi olursun sen yavrunun?
-Dedesiyim!...
-Babası nerede?
-Gurbette oğul!...Geçim sıkıntısı yüzünden, ekmek parası peşine gitti bahar başı!...
-Allah kavuştursun!...
-Sağ ol!...
Bizler, sohbetin sıcaklığı ile yağmurun sevimsizliğini unutmuş, aheste aheste yol almaya devam ederken, aniden annenin çığlığı ile ürperdik.
-Yavrum!...
Onun bu feryadı, arabanın içinde sanki bomba gibi patladı, hepimiz yerimizden fırladık. Bir anda aracın hakimiyetini kaybeden amcam, son bir gayret ile onu yolda tutmayı, uçuruma doğru kayıp gitmesini engellemeyi başardı.
-Ne oldu bacım? Diye sordu telaş ve biraz da öfkeyle...
-Yavrum nefes almıyor!...
Oldukça dar ve dik bir inişteydik artık ve aracı, iyice kayganlaşan yolda kontrol altında tutmak da olabildiğince zorlaşmıştı. Aracı durdurmanın, dolayısı ile çocukla meşgul olmanın imkansız olduğunu fark eden amcam, bana seslendi;
-Çocuğun nabzına bak, çabuk!...
Sonuçta henüz on iki yaşındayım. Biraz şaşkın, biraz ürkek, bebeğin küçücük kolunu kavradım ve nabzını yakalamak için dikkat kesildim. Arabanın tavanını döven iri yağmur damlalarının çıkardığı sesin yanında, kendisinin de epeyce gürültülü yol alması, bebeğin nabzını hissetmemi nerede ise imkansız kılıyordu.
-Bulamıyorum!...Diye seslendim amcama üzgün, ağlamaklı bir sesle....
-Kalbini dinle o zaman!...
Bu kez çabucak göğsünü açtı genç anne çocuğunun. Ellerimi nefesimle ısıttıktan sonra, sağ elimin üç orta parmağını, izci selamı veriyormuş gibi birleştirdim ve bebeğin sol göğsüne doğru hafifçe bastırdım. Sonuç yine olumsuzdu. Bu kez eğilip, son bir ümitle kulağımı kalbinin üzerine dayadım, dikkatle dinlemeye çalıştım. Bu arada anne ile göz göze geldik. Zavallı kadın, endişeli ve yaşlı gözlerle, bir taraftan bebeğini incelemekte, bir taraftan da çaresizlik içinde, gözlerimde belirecek bir ümit kıvılcımını yakalayabilme uğraşı içerisindeydi.
Aracın, zor yoldan bin bir güçlükle inişi devam ediyor, bir müsait bölge bularak aracı durdurabilmek için amcam tüm gücünü ve dikkatini kullanıyordu. Yağmurda, en küçük bir azalma olmamış, olanca şiddeti ile yağmaya devam ediyor, damlaların yoğunluğu görüş mesafesini kısaltıyor, bu durum da aracın ilerlemesini yavaşlatıyordu. Sol tarafımızdaki küçük dere artık inanılmaz büyüklüğe ulaşmış, suyun rengi bulanıklaşmış, insanda, önüne çıkanı yutacakmış gibi bir his uyandıran azgın bir koca nehre dönüşmüştü.
Tüm dikkatime ve gayretime rağmen, küçük bebeğin kalp atışlarını bir türlü duyamıyorum. Alnımda boncuk boncuk terler, yüzüm kıpkırmızı, ateşim yükselmiş, heyecanlardayım.
-Duyamıyorum kalbinin sesini de!...
Bu son cümlenin ardından, gözlerimden şakaklarıma usul usul süzülen sıcacık damlaların eşliğinde, o çocuk aklımla, neyi, nasıl yapacağımı bilemeden, perişan bir halde, hıçkırıklarla yan koltuğa devriliyorum.
Annenin feryadı, arabanın içinde olanca tizliği ile yankılandı yeniden:
-Öldü yavrum!...Bir tanem öldü diyorum!...
Dede, çaresizliğin kucağında, çocuğu, göğsüne olanca kuvveti ile bastıran annenin elinden almaya çalışıyor. Amcam, şaşkın bir durumda, hem arabayı bu tehlikeli yolda kontrolünde tutma gayretinde, hem de araç içindekileri sakinleştirme görevini yüklenmiş durumda.
Yol kötü, yağmur almış başını gitmiş.
Bebek, ölümün soğuk gerçeğinin kucağında.
Anne ve dedesi perişan.
Ben, ilk kez gerçek ölümle bu kadar yakından tanışmanın şokundayım.
Amcam, araçtaki insanların can güvenliğini sağlama telaşında...
Gün ise, yavaş yavaş akşama dönmelerde...
(Devam edecek)
Bir tutam hayat-18.09.2013-Azarbaycan
YORUMLAR
Bu yazınıza yorum yazmaya beni zorlayan, anlattığınız coğrafyanın çocuğu oluşumdandır.
Defterdeki pek çok öyküyü okumadım. Sizin "bana oğlumu ver" dizinizin sonuncusunun güne geldiği gün biraz okuyup, seriyi tamamlamak için bırakmıştım.Seriyi bugün tamamladım ve çok beğendim. O yazınızla ilgili düşüncemi yazınızın altına ekleyeceğim...
Sonra başka bir seri takıldı gözüme ve bir bakayım dedim.
Başlar başlamaz, memleketimin havasını duydum. Bir Artvinli Gürcü olarak öykünün başlangıcında anlattığınız atmosferin etkisine girdim. Bilirim Karadeniz'in kararan göüğünü, yağmurunu, selini, öfkesini, sevgisini...Bence hepsi yakışır memleketime. Karadeniz delikanlıdır tüm coğrafyasıyla.(Sanırım buna benzer birşeyler daha yazmıştım bir şiirinize yorum diye.)
O şiddetli yağışta minibüste yanınızda amcanızın olmasının 12 yaşındaki çocukluğunuzda hissettirdiği güveni öyle iyi biliyorum ki!
Ben de aynı güven duygularını, üç aşağı beş yukarı dedem, amcam ve dayımla hissettiğim zamanlar yaşadım çocukluğumda. Memleketine sevdalı biri olarak Karadeniz'i anlatışınıza hayran kaldığımı itiraf etmeliyim.
Yazmak için yaratılmışsınız. Ve inanın bu bir iltifat değil.
Yazdıklarınızın tamamen kurgu olmadığını düşünüyorum. Kurgu bile olsa İçindeki yaşanmışlık duygusu, kurguyu öylesine güzel sarmalamış ki, yazdıklarınızı salt bir öykü gibi durmuyor.
Sizi saygıyla selamlıyorum. Yazılarınızı altına her seferinde yorum bırakmasam da okuyacağımı biliyorum.
Teşekkürler.
Emeğinize, yüreğinize sağlık.
Bir tutam hayat
Burada, bir tutam hayat rumuzu altında yazdığımız tüm hikayeler gerçekleri yansıtmaktadır.
Ufak tefek kurgulamalar ekliyoruz arada bir. Bir bukle de zamanlarla oynuyoruz.
Bu seriyi tamamlayabilirseniz, bölgede gerçekleşen bir sel felaketini anlattığını göreceksiniz.
Hikaye de kendi başımdan geçmiştir.
Güzel yorumunuza teşekkür ediyorum. Gözlerini yaşartmadı değil cümleleriniz.
Memleket hasreti başka oluyor.
merhaba efendim, evvela kaleminizin ustalığına hayran kaldığımı belirtmeliyim...bir hikayeyi okuyucuya böylesi yaşatmış gibi tasvirlemek her kalemin harcı değildir...ki, anlatımda ki akıcılık, sadelik ve güzellik ise üst seviyedeydi...umuyor ve diliyorum ki, bir gün bir kitabevinden bir romanınızı almak nasip olsun bizlere...
hayatın içinden yansıtılmış gerçek bir hikaye okuduk...hüzünlendik, üzüldük ve sanki şu an yaşanan bir olaymış gibi içimizden dualar ettik küçük bebek için...diliyorum ki yazının devamında, bir mucize gerçekleşir ve bebek hayata döner:(
çok çok güzel bu paylaşımınız için içtenliğimle teşekkür ve tebrik ediyorum...yerini fazlasıyla hak etmiş, emek dolu bir çalışmaydı...nice paylaşımlarda buluşmak dileği ile Gökhan bey...sevgi ve saygılarımla...
Sev_tap tarafından 9/20/2013 11:06:40 AM zamanında düzenlenmiştir.
hayatlar birbirine yabancıda olsa nasılda tutuşturulmuş değil mi hikmeti ilahi....el vermek ne güzeldir.. ..çaresiz bir anne ve dede ve karşılarında 12 yaşında bir çocuk ve yağmuraltında zorlukla mücadele eden bir amca.
.Türk filmleri doğunun hayat hikayelerini beyaz perdeye aktarırken inanılmaz gelir ama malesef çikekeş yaşamların yaşandığı çok doğru..şehirlere varmak isterken hastaların bir çoğu veya yaralıların ve de anaların bir çoğu yolda doğurur bebeğini veya aşırı kanamadan ölürler..hele bu birde kış şartları ise...Üzülürüz doğa koşullarında yaşamanın zorluğunu çekenlere ama gel gör ki kültürel yozlaşmanın az olduğu bu yerlerde insanlık oldukça fazladır mutlu sonlarda mutluluklar birlikte yaşanır..malesef büyük şehirlerde bu kaybedilmiş en büyük insanlık değerinin dram halidir
Ama şu varki , Celle Celalü kulunu her nerede olursa olsun çaresiz bırakmaz. Kulu kula hızır eyler. inşallah bebeğe bir şey olmaz ..belki bir soğuk su imdadına yetişir derim
Gelelim doğanın incisi Karadenizin iklim şartlarına... Yeşil olmazsa olmazımdır benim. Denizi severim ama yaylalar benim vazgeçilmezimdir.Toprak kızı olmam nedeniyle denizi uzaktan seyretmeyi severim...Karadenizin hırçın dalgaları korkutur beni gel gör ki inancı olmayan bir insanın ya havada panik ya da Karadenizin o hırçın dalgalarıyla boğuşması gerekir diye de düşünüyorum.:)). Aman ALLAHIM ne büyüksün demek ona sığınmak ve kul olduğunu ne kadar çaresiz olduğunun farkına biran evvel varabilmek için
işte hayat hikayenizin içinde yağmurlarla boğuşurken çaresizlikte ilk akla gelen ALLAHtır..sığınılacak tek varlık ve çaresizlikte ki umutlar.. görelim Mevlam neyler neylerse güzel eyler
Devamını bekliyelim de görelim efendim..Yağmurun bereketinde hayat nasıl yaşanacak
kaleminiz daim olsun saygılarımla