İLKYAZDAN BİR SABAH
Bir Pazar günü, saat 06:00 sıralarında uyandılar.Yapraklar, en güzel renklerini; çiçekler hem renk, hem kokularını; doğa en hoşa giden ılımanlığını sunuyordu.
Hani Cennet’ten hurilerden bahsedilir ya! iyi insanlar için, iyi ruhların mükafatlandırılacağı öte dünya için..Cennet’i nasıl düşünebiliyorsan öyle bir yer! Yeşil ağaçların her türünden; iğne yapraklı mı dersin, geniş yapraklı mı dersin...
İncir ağaçları, meyvalarını şimdiden oluşturmuşlar çıngıl çıngıl.Doğa, onu sevip korudukça ne kadar cömert!
Deniz ayağının altında çarşaf gibi! Martıların beyazlığı,denizin maviliğine o kadar uymuş ki! Bu anlatılanlar, bir sabah yürüyüşünde, eli az çok kalem tutan bir adamın gözlemleriydi.Oysa bir saate yakın bir süreç yürümelerine karşın, üç kafadar hanım ve bahçede çilekleri sulayan altmış yaşarında bir sakinle, görevinin başında sigara içen güvenlik görevlisinden başka kimseye rastlamamışlardı. Uyku, ölümün kardeşidir,derler ya. O an, uyuyanlar adına üzüldü! O günkü yürüyüş tamamlanmıştı..
Hanımı, hizmet lojmanlarının önündeki pembe güllerden birisini kokladı, kokan güllerden dedi. Gülü koparıp, beyine verdi. Beyi de dikenleri eline batırmadan, yapraklarını tek tek koparıp, tişörtünün cebine koydu.Çocukluğundaki gül kokularını anımsadı.Annesinin her sabah bir demet toplayıp, bir vazoya koyduğu Isparta güllerini...