- 767 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Seven Bir Kadın
Şimdi kalksaydı mesela birden… Kapıdan çıkıp gitseydi, arkasındaki gözleri hiçe sayarak. “Nasıl yani?!” deseydi gözler, “Biz burada hiç yok muyduk?”
İki dakika önceye dönseydi birden gözlerin sahipleri… Onun oturduğu o koltuğa bakakalsalardı, az önce orada oturan o muydu diye hatırlamaya zorlayarak zihinlerini. Onların şaşkın gözleri karşısında; saatlerdir hiç yokmuşçasına var olduğu, gölgeleştiği bir kuytu olarak beliriverseydi bir anda o koltuk. Avizenin altında pırıl pırıl parlayan eşyalar arasında bir o koltuk gölgede kalsaydı.
“Desenleri bile görüyorum işte!” deseydi gözlerin sahiplerinden biri. “Odadaki diğer mobilyalardan daha az aydınlanmıyor bu koltuk.”
Avizeye bakakalsaydı aklına gelen bir şeyle. “En son ne zaman baktım ben o koltuğa?” deseydi, ışığın aydınlatmaya yetmediği loşluklar da olabileceğini fark ederek. Gözlerinden mahrum ederek de karanlığa gömebileceğini bazı şeyleri…
Neşe Hanım yerinden kalktı. Ama az önce oturduğu o koltuktaki kadar yoğun bir loşluğu da sürükleyerek peşinden… Odanın öte yanındaki sehpadan gazeteyi alıp koltuğa dönene kadar da hiç azalmadı o loşluk. O kadar doğal bir tavırla yürüyordu ki odada, önceden defalarca tekrarladığı bir sahneyle öylesine benzer bir görüntü sunuyordu ki, dışarıdan gelen motor seslerinin zamanla duyulmaz hale gelmesi gibi onun da odada bir yerden bir yere gidişi ya da oturuşu, yere çömelişi görünür olmaktan çıkmıştı ne zamandır.
Şoför kornaya basmalıydı artık. Diğer kornaları bastıracak kadar güçlü… Neşe Hanım’a görünür ol der gibi… Odadakiler nasıl ki motor seslerini yeniden duymaya başlayıp yoldan geçen arabaları hatırladılarsa birden, O’nu da aynen öyle görmelilerdi.
Aşkı özledi birden. Görünmek için ille de ses çıkarman gerekmiyordu o varken çünkü. Ben de buradayım diyen çırpınışlarla çalkalanmıyordu gözlerin. Zaten hep oradaydın sen! Bunu hatırlatmana gerek bırakmayacak kadar ışıltılar saçıyordu bedenin. Aşkı yaşamından dışlamadığın o evrede, yani henüz gencecikken, yaşamında özel biri olup olmaması çok da fark etmiyordu aslında. Aşka gebe bir hayat, tomurcuk misali her an patladı patlayacak o kalp çarpıntılı bekleyiş de, nerdeyse aşk kadar gözleri üzerine çekebiliyordu yarattığı o güçlü parıltıyla.
Kocası iki yıl önce vefat etmişti. Ama aşkı ondan da önce… Bu görünmezlik oyununu uzun yıllardır oynuyordu yani.
Oyunu bozmaya karar veren hep kendisi oluyordu genelde. Kimse annem nerde diye bakınmıyordu çevresine. Ta ki kendisi gölgelerin arasından çıkıp da onlara bir şeyler sorana dek… Onların yüzünde yarattığı o ekşimsi ifadeye katlanma pahasına yeniden var oluyordu böylece, unutulup bırakıldığı o yerde.
Çocuklarıyla aynı yaşlarda olduğu devrede annesinin kendisine yönelttiği o soruların nerdeyse tıpatıp aynılarını sorarken onlara şimdi, o sorular karşısında içi daralmış, odadaki tüm pencereleri ardına dek açsa yine de ihtiyaç duyduğu nefesi bulamayacak o kızı hatırlıyordu birden: Yani kendini… Ama yine de sormaktan, ben buradayım demekten vazgeçemiyordu bir türlü. “Sevinç’in annesi çalışıyor mu?” diyordu mesela. Sınıf arkadaşından bahsederek gözlerini çağırıyordu aslında kızının. Hiç değilse cevap süresince kendisine yöneleceklerdi çünkü. Koltuğu O’nunla dolduracak, birkaç dakika için de olsa varlığını kızına yeniden hatırlatacaklardı.
Salih Bey’in gözleri geldi aklına. Üzerine çevrili olmasalar da, “orada olduğunu biliyorum” diyen o güçlü parıltıda O’nu var etmeye hep devam eden… Komşuların fiskoslarında önemli bir yer açacak kadar güçlü bir hikâyenin içine koyan ikisini… O da kendisi gibi duldu. Sanki benzer olanları bir araya getirmek gibi bir kural yazılıydı bir yerlerde. Komşular bu iki yalnız kalbi birleştirmeye ahdetmiş gibiydi. Birkaç hanımın olduğu bir ortamda bulunduysa lafın dönüp dolaşıp Salih Bey’in meziyetlerinden birine gelmemesi mucize gibi bir şey olmuştu nerdeyse.
Ama hiç söz etmedikleri bir tarafı vardı: Gözleri… Tam kayboldum dediği bir anda insanı çekip çıkarıveriyorlardı düştüğü çukurdan. Öyle görerek bakıyorlardı ki, öyle görmeye değer bularak… O bakışları bir an hatırlamak bile gölge olmaktan kurtarmaya yetiyordu insanı. İşte şimdi bu yüzden bu kadar çok vardı bu koltukta. Kızı bu yüzden gözlerini ona yöneltmişti. Oğlu da fark edecekti belki ondaki bu değişimi, televizyona bu kadar dalmış olmasa. Salih Bey’in gözleri, varlığı çocuklarının insafına kalmış o kadını çekip çıkarmıştı içinden. Seven sevilen bir kadının yaşıyorum diye çığlıklar atan dolu dolu varlığı almıştı onun yerini.
“Hayrola anne?! Nereye?” dedi oğlu, tam kapıdan çıkmak üzereyken.
“Aysel Hanım’ı arayacağım.” dedi. “Telefonu odamda unutmuşum.”
Aysel Hanım iki gün önce sabah kahvesine geldiğinde yanakları pembe pembe “Bir yerde oturup çay içer, konuşuruz diyor. Niyeti ciddi…” demişti Salih Bey için. Telefonda kabul ettiğini söyleyecekti.
Az önceye kadar kararsızdı. Çocuklar ne der diye düşünüyordu. Ta ki Salih Bey’in gözleri onu kaybolduğu o yerden çekip yeniden bu odaya getirinceye dek… Çocuklar ne der, bilmiyordu. Belki de çok kızacak, hatta nefret edeceklerdi ondan. Ya da aksine destek vereceklerdi. Sonuç hangi yönde olursa olsun kesin bir şey vardı: Hep görmeye devam edeceklerdi onu, tıpkı az önceki gibi. Bir an bile kaybolmayacaktı bu kez. Bir lütuf olmaktan çıkacaktı var olması, çocuklarının kendisine nadiren bahşettiği. Birkaç saniye önce nasıl ki oğlunun gözlerini saatlerdir mıhlandığı ekrandan kendi üzerine çektiyse, aynen öyle çekmeye devam edecekti tüm gözleri yaydığı o güçlü ışıkla. Seven bir kadının görünmez olma gibi bir şansı asla olamazdı çünkü.