- 1554 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mahkeme savunmasi
r
Mahkeme Savunması
6. Kolordu Komutanlığı Sıkıyönetim 1 Nolu Askeri Mahkemesi
Başkanlığına
Muhittin Çoban
Karşınızda sanık durumunda bulunmama, daha doğrusu bulundurulmama neden olan politik gelişmeleri; suçlu olarak lanse edilmemizin ardında yatan siyasi gelişmeleri genel hatlarıyla ortaya koymaksızın sağlıklı bir savunma yapmam mümkün olmayacaktır. Bu anlamda öncelikle bu davanın açılmasına neden olan gelişme ve aşamaları net olarak ortaya koymak Türkiye gerçeklerinin kavranılmasına ışık tutacaktır.
Nedir bu gerçekler?
Bunları tek tek açmaya çalışacağım.
Herşeyden önce bir insanın sanık sandalyesine oturtulmak sürecini ele almak gerekir. Devrimci düşünceyi taşıyan, bu düşünceleri hayatın her alanında savunmayı tek yaşam gayesi olarak kabul eden ben ve benim gibi insanlar henüz yakalanmadan kamuoyu nezlinde mahkum edilmeye çalışıldık. Ülkemizin özgürlüğünü, bağımsızlığını ve çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini savunan bizlere bir insana yapılabilecek en ağır, en çirkin suçlamalar yapıldı. Hepimiz satılmış birer vatan hainleri olarak lanse edildik. Bu sömürü düzeninin devamını isteyen, bu düzenden çıkarı olan, kısacası halka karşı olan tüm gerici güçler el birliği, söz birliği ederek bizlere en çirkin biçimde saldırıp ihanet şebekeleri olarak ilan ettiler. Bu bilinçli ve sistemli kampanyalar ilerici, devrimci güçlere karşı toplumlar tarihinin her döneminde görülmiş ve yaşanmıştır. Gerici güçlerin klasik saldırı yöntemidir bu. Her dönemde bu gibi yöntemlere baş vurarak devrimci güçleri yıpratmaya, mahkum etmeye çalışmışlardır. Fakat bu boşuna ve yararsız bir çabadır. Vatan hainlerini, ülkeyi karış karış satanları yargılayacak tek mercii tarihtir. Toplumlar tarihi her dönemde devrimcileri aklamış ve toplumların gelişiminin itici gücü olarak değerlendirerek hükmünü vermiştir. Gerçek vatan hainleri layık oldukları çöplüğe çoktan atılmıştır. Bundan sonrada böyle olacaktır. Biz bu hükmü tarihe bırakıyoruz. Ancak yinede yıllardır süregelen bu ihanet suçlamalarına açıklık kazandırmak zorunlu bir insanlık görevidir.
Nedir ihanet?
Nedir hainliğin ölçüsü?
Bu suçlamaların altında yatan asıl gerçeklik nedir?
Devrimciler bu alçakca saldırıların neden boy hedefi olmuşlardır?
Bu soruları tek tek açıklamakta yarar vardır.
İhanet kavramı çok net bir içeriği olan ve suçlanan insanı oldukça aşağılayan bir anlam ifade eder. Bu kavramla kendimi, düşüncelerimi, siyasal inançlarımı ve bu inançlarım doğrultusundaki faliyetlerimi karşılaştırdığımda ortaya çok net bir tablo çıkarmaktadır. Net olduğu kadarda çok ilginç bir tablo.
Evet bugün beni ve diğer devrimci arkadaşlarımı hainlikle suçlayan, bu vatanı satmakla suçlayan kişilerin gerçek hainler olduğunun tablosudur.
Çünkü onlardır bu ülkenin topraklarını emperyalizmin himayesine sunan.
Onlardır bu vatanı karış karış satan. Güzelim ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını emperyalist tekellere peşkeş çeken.
Ülkemizi ikili anlaşmalarla, her alanda ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel olarak ABD emperyalizme bağımlı kılanlardır gerçek vatan hainleri.
İşte bu utanç verici gelişmelere devrimciliğimin olanca coşkusu ve sorumluluğuyla karşı çıktım. Bu karşı çıkış elbetteki egemen sınıfları rahatsız edecektir. Çünkü bu karşı çıkışın ardında vatan sahiplenme yatmaktadır. Ülkemizin bagımsızlığına tavır koyuş yatmaktadır. Mevcut sömürü düşlerini birer birer kırma kararlığı yatmaktadır. Kısacası mevcut sömürü ve bağımlılık sürecine son verme, bağımısz ve özgür bir Türkiye yaratma kararlılığıdır bu. İşte ben ve aynı inançları taşıdığımız arkadaşlarım bu karşı çıkıştan, bu tavrı koyuştan dolayı hain ilan edildik.
Bu mudur vatan hainliği?
Eğer vatan hainliği ülke halklarını köleleştiren, acımasızca sömüren kendi çıkarları doğrultusunda istediği gibi kullanan bir sisteme, yani emperyalistlere karşı çıkmak ve ona karşı yürütülen mücadele içinde yer almaksa; gene vatan hainliği emperyalizmin yerli uşakları olan işbirlikçi tekelci burjuvaziye ve onların yönetimi olan Faşizme karşı mücadele etmekse; ülkemin dört bir yanında halkı sindirmek ve pasifize etmek için Maraş gibi, Çorum gibi toplu katliamlar düzenlenmesine kaşı mücadele etmekse vatan hainliği ben vatan hainliğini kabul ediyor ve bununlada onur duyuyorum.
Devrimcileri değişim sürecinin yaşandığı veya yaşanmaya başladığı bütün toplumlarda bu ve buna benzer saldırılara hedef olmuşlardır. Toplumların değişim süreci gerici güçlerin yok oluş sürecinide birlikte içerir. Gerici güçlerin yok oluşuna ve çürüyüşüne yön veren ve gerçekleştiren her dönemde devrimci güçler olduğundan dolayı da bu saldırıların boy hedefi olmuştur. Ama tarihin bir tek devrimciyi vatan hainliğiyle mahkum ettiği görülmemiştir. Aksine tarih gerçek vatanseverlerin, gerçek yurtseverlerin devrimciler olduğunu kanıtlamıştır. Tarih bunun çarpıcı örnekleriyle doludur. Ernesto Che Guevara, Fidel Kastro, Ho şi minh, Mao Yedung, Lenin ve tarihte ilk kurtuluş savaşlarından birini gerçekleştiren Mustafa Kemal en anlamlı, en somut örneklerdir.
Bu devrimci örneklerde bir dönem gerici emperyalist güçler tarafından vatan haini ilan edilerek haklarında idam hükmü verilmişti.. Fakat yaşanan süreç vatan hainlerinin bu suçlamayı yapan insanlar olduğunu ortaya çıkarmıştır. Tarihimizde Vahdettin de en somut örneğidir; Vahdettin’ de Atatürkü vatan haini ilan etmişti; ve Vahdettin’ in de akibeti malumdur.
Devrimcilerin bu saldırıların boy hedefi haline getirilmesinin ve her dönemde bu komedinin tekrar tekrar sahneye konmasının ardındaki siyasal gerçekler nelerdir?
A-Devrimciler , emekçi yığınları köleleştiren mevcut sömürü düzenin düşmanıdırlar.
B-Devrimciler, ülke topraklarının emperyalizme; emekçi yığınların emperyalist tekellerin kanlı tırnakları altında inim inim inletilmesine karşı savaş açmışlardır.
C-Devrimciler, yepyeni değişim süreci başlatıp, bu değişim sürecine bizzat yön vererek yeni bir toplumun temellerini atmışlar, sömürü düzeninin temellerini derinden sarmışlardır.
Ç-Ülke ekonomisinin İMF, Dünya Bankası ve OECD gibi emperyalist kuruluşların kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak emekçi halkların aleyhine işletilen bu sürece karşı mücadele etmişlerdir.
D-Devrimciler, ülkenin NATO ya girerek orta doğuda emeryalizmin bir sıçrama tahtası haline getirilmesine ve emperyalizmin askeri üssü haline getirilmesine karşıdırlar.
E-Devrimciler, bağımsız ve özgür bir Türkiye yaratmanın savaşımcısıdırlar.
F-Bağımsızlık kavramı gerici güçlere çok ürkütücü ve hemen ezilmesi gereken bir anlam ifade etmektedir. Çünkü bağımsızlık olgusu, egemen sömürücü sanıfların mevcut düzenlerini yok eden, her türlü bağımlılığa set çeken, Türkiyeyi bir avuç sömürücü sınıfın cenneti olmaktan çıkarıp, emekçi yığınların özgür Türkiyesi haline getirmenin ifadesidir.
Evet, bizler bir devrimci için en kutsal olan bu değerleri savunduğumuz ve bu değerlere hayat vermeye çalıştığımız için suçlandık. Ve bugün burada sanık sandalyesine oturtuluyoruz. Bugün burada beni ve arkadaşlarımı hain ilan edenin gerçek yüzlerini açığa çıkararak nasıl su katılmamış birer hainler, halk düşmanları olduklarını en genel hatlarıyla ifade edeceğim, açığa çıkartacağım. Bu anlamda Türkiyede bugüne kadar yaşanan ekonomik ve buna bağımlı olarak siyasal süreci tarihsel gelişimine göre incelemek gerekir.
Bugün Türkiyedeki siyasal gelişmeler kısa bir sürenin sonuçları değildir.
Bugüne nasıl gelindi?
Türkiyenin emperyalizme bağımlılık süreci nasıl başladı?
Ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları emperyalizme peşkeş çekilmesi nasıl ve hangi koşullarda olmuştur?
Herşeyden önce emperyalizm denen bu şey ne anlam ifade etmektedir?
Dünyanın ekonomi ve siyasetini boyurduruk altına alan, halkları köleleştiren, acımasız bir sömürü ağı yaratan bu sistemin oluşumu, gelişimi ve bu boyutlara varışı nasıl bir sürecin sonunda olmuştur?
Bunları tek tek incelemekte büyük yarar var. Zira Türkiyeyi genel gelişmelerden soyut ve bağımsız bir şekilde incelemek gerçeklerin kavranılmasını olanaklı kılacaktır.
Dünyamız tarihi boyunca çeşitli toplumsal dönüşümlere sahne olmuştur. Bu her dönüşüm süreci sonunda bir toplum diğer toplumun bağrında yetişerek gelişmiş ve sonuç olarak diğerine göre yepyeni bir toplumsal oluşum gerçekleşmiştir. Bu toplumsal dönüşümün maddi temellerini de toplumdaki mevcut üretim ilişkisinin, üretici güçlerin gelişimine engel olmaya başlamasıyla atılmıştır. Yani diğer bir ifadeyle toplumların dönüşümünü olanaklı kılan temel öge üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki ilişki ve çelişki yumağıdır. Ne zaman ki bir toplumdaki mevcut üretim ilişkisi üretici güçler önüne set çekmeye başlar, yani sistem gericileşmeye başlar ozaman da daha ilerici bir üretim tarzı buna bağımlı olarakta daha ileri bir toplumsal yapı maddi olarak oluşmaya başlar. Tarihteki toplumların dönüşümüde bu gerçeğe bağlı olarak gelmiştir. Birbirine bağlı olarak birbirinin bağrında yetişip gelişen toplumlar şunlardır:
İlkel kominal toplum
Köleci toplum
Feodal toplum
Kapitalist toplum
Sosyalist toplum
Bu toplumların ekonomik ve siyasal yapılarını ve gelişmelerini ayrı ayrı anlatmaya gerek duymuyorum. Ancak kapitalizmin gelişimini, dünyanın ekonomi ve siyasetin hegomanyası altına alma sürecine en genel hatlarıyla değinmek gerekir.
Kapitalist toplum yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi ve diğer toplumlarda olduğu gibi kendine göre gerici olan Feodal toplumun bağrında yetişip gelişmiştir. Bu toplum genel olarak iki aşamada incelenir:
a-Serbest rekabetçi evre
b-Tekelci evre
Çağımızda kapitalizm bu iki evreyide yaşamış ve en yüksek aşaması olan emperyalizm aşamasına gelmiştir. Bu aşamaya gelme sürecinede kısaca değinip çağımızdaki oluşumları uzun uzun anlatacağım.
Kapitalizmin serbest rekabetçi evresinde kapitalist şirketler arasındaki rekabet olgusu bu döneme damgasını vurmaktadır. Şirketler arasındaki rekabet her üretim dalında kıyasıya devam etmiştir. Amaç her üretim dalında tekelleşmeyi sağlamak ve pazarın denetimini tek başına eline geçirmektir. Bu anlamda aynı üretim dalında ayrı ayrı firmaların çeşitli teknolojik düzeyde üretime katılmaları söz konusudur. O dönemde hangi firma veya kuruluş diğerlerine göre daha ucuz ve daha kaliteli malı sürebilirse o şirketin malları alıcı yönünde rağbet bulur. Şirketler pazara bol, ucuz ve kaliteli mallar sürmek durumundadırlar. Aksi halde pazardaki durumları sarsılır ve iflas durumuna gelirler. Bunu gerçekleştirebilmek için, yani piyasaya ucuz, bol ve kalitel mal sürebilmek için teknolojik olarak sürekli kendilerini yenilemekle karşı karşıyadırlar. Bunu gerçekleştiremeyen, yani rekabet koşullarına uyamayan küçük şirketler iflas ederek büyük şirketlerin güdümüne girerler.
Bu dönemde malın fiatı pazarda belirlenmektedir. Küçük şirketler ileri teknolojik düzeyde üretim yapıp piyasaya büyük şirketler gibi kaliteli, bol ve ucuz mal süremediklerinden dolayı malın fiatının pazarda belirlenmesinin sıkıntısına katlanamazlar, zira ucuz ve bol üretim yapamazlar. Sonuç olarakta iflas edip piyasadan çekilirler. Yaklaşık olarak her üretim dalında bu işleyiş, yani serbest rakabet sonunda küçük olan güçsüz şirketler piyasadan birer birer silinirler. Bu dönemde şirketler ürettikleri mallardan pek fazla kar elde edemezler. Serbest rekabet işleyişi buna pek imkan vermez. Çünkü malın fiatı pazarda belirlendiğinden dolayı üretilen mallar maliyetinin ya çok altında yada maliyetine gitmekteydi. Bu durumda şirketlerin temel kar alanı artı-değer sömürüsüdür. Ucuz iş gücünden, işçilerin ödenmeyen emeğinden elde edilen kardır bu. Rekabetin en temel olduğu bu evrede devrevi olarak bunalımlar yaşanmakta, bu bunalımlar yoğun stok birikimi ve buna bağlı olarak büyük işsizler ordusu doğmaktadır. Dolayısıyla bu ortamda işçileri en ucuz biçimde çalıştırmak mümkündür. Ve işçileri karın tokluğuna çalıştırırlar. Bu sömürüden elde edilen sermayeyle de yeniden yeni yatırım alanına yönelirler.
Sözü edilen bu dönem ortaya çıkan devrevi bunalımların atlatılmasına üretici güçleri yenilemekte mümkündür. Fakat çoğu şirketler bu bunalımları atlatamazlar. Çünkü üretici güçleri geliştirme konusunda finasman sorunları vardır. Yani bu işleyişin sonucunda sermaye bir veya bir kaç elde toplanmaya başlar. Diğer bir ifadeyle sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması artık rekabet olgusunu ortadan kaldırmaya başlar. Yani tekelci dönemin koşulları çıkar.
Tekelci, yani monopolcu evreye damgasını vuran temel olgu serbest rekabetin aksine tekelcilik olgusudur. Bu dönemde artık aynı üretim dalında ayrı ayrı firmaların birbiriyle rekabeti yoktur. Her üretim dalında bir veya birkaç şirket tekelleşerek pazarın denetimini ellerine geçirmiştir. Pazarı eline geçirmesiyle birlikte malın fiatı pazarda değil fabrikada belirlenmesiyle malın fiatına tekel karı eklenerek piyasaya sürüm başlar. En genel hatlarıyla bu dönemin özellikleri şöyle özetlenebilir:
A-Ülkenin ekonomik hayatı bir kaç tekelin denetimindedir.
B-Malın fiatı fabrikada belirlenmekte, artı-değer karının üzerine tekel karı eklenmektedir.
C-Üretici güçler geliştirilmemekte ve gelişimine engel olunmaktadır.
Kapitalizmin en yüksek aşaması olan bu dönem, yani emperalist dönemi oluşturan temel maddeler şunlardır:
a-Sermayenin merkezileşmesi ve yogunlaşması sonucu tekellerin oluşumu.
b-Banka sermayesiyle, sanayi sermayesinin içiçe geçmesiyle oluşan mali oligarşi.
c-Meta ihracının yanı sıra sermaye ihracının önem kazanması (sermaye ihracı, nakit para, patent hakkı, lisans hakkı, teknolojik bilgi Know How sistemi).
ç-Uluslar arası dev tekellerin ortaya çıkışı.
d-Dünyada paylaşılmamış toprak parçasının (Pazar alanının) kalmamış olşu.
Emperyalizmi oluşturan temel çerçeve budur. Bu çerçeve doğrultusunda dünyadaki gelişmeler incelenebilir.
Emperyalizm 1900’ lü yıllara girilmesiyle birlikte bu süreci noktaladığını söyleyebiliriz. Bu dönemden itibaren çağımız genel olarak nihai bir bunalıma sürüklenmiş ve sistem gerici bir muhtevaya bürünmüştür. Artık üretici güçlerin geliştirilmesi sorunu ortadan kalkmış dünyanın ekonomi ve siyaseti bir avuç mali oligarşilerin boyunduruğu altına girme sürecini yaşamaya başlamıştır.
Emperyalist sistemin gelişimini, halkları boyunduruk altına alışını, Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkına, yani bağımsızlıklarına müdahale edilmesini daha fazla kar, daha fazla sömürü uğruna savaşlar çıkarılmasını ve buna benzer bütün ekonomik ve siyasal gelişmeleri anlatacağım. Bu gelişmeler kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesiyle birlikte içine düştüğü genel bunalım belli dönemlerde had safaya vardığı dönemlerdir.
Bunalımın had safhaya gelişinin temelinde Pazar sonu yatmaktadır.Daha fazla kar, daha fazla sömürü için yeni pazarlara ihtiyaç duymaktadır.Yeni pazar alanları elde etmenin tek çözümüde savaşları çıkartarak ülkeler işgal edilerek çözümlenir. 1. Dünya savaşı ve 2. Dünya savaşının temelindeki gerçeklik budur. Fakat burjuva tarihçileri bu gerçeği saptırarak, bu emperyalist paylaşım savaşına gülünç maskeler takmaktadırlar. Amaç emperyalizmin sömürüsünü ve işgal niteliğini gizlemektir. Oysa tarih bu savaçların gerçek niteliğini çoktan gün ışığına çıkamıştır.
Bu değerlendirme ışığında açığa kavuşturulması gereken diğer bir önemli konuda ülkemizin emperyalizme göbeğinden bağımlı kılınması, diğer bir ifadeyle işgal edilmesi süreci nasıl ve ne zaman vede hangi koşullarda olmuştur? Bu süreci genel hatlarıyla anlatacağım. Çünkü bu süreç Türkiyede bugün yaşanan ekonomik ve siyasi olayların kaynağıdır.
Dünya genelinde Hitler faşizmine darbeler vurulmasından ve yenilmesinden ve savaşın bitmesinden itibaren yeni oluşumlar yaşanmaya başlanmıştır; sözü edilen bu yeni oluşum savaş sonuçlarının beraberinde getirdiği ekonomik ve siyasi durumdur.
Savaş sonuçları emperyalizmin bünyasinde derin sonuçlar yaratmıştır. Bu sonuçların kaynağı emperyalizmin 1900-1945 arasındaki süre içinde izlediği ekonomik ve siyasal politikasıdır. Bu süreç içerisinde emperyalizmin açık işgale dayanan bir sömürü politikası izlemiş bunun sonunda da gerek 1. Paylaşım savaşıda, gerekse 2. Paylaşım savaşında ulusal kurtuluş savaşları baş göstermiştir. Bu mücadelenin doğal sonucu olarak da emperyalist zincirden halkaları kopmaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle emperyalizm bu dönemde kendi yarattığı ses duvarına çarpmıştır. Açık işgale dayanan sömürü politikası, ülkelerde başlayan ulusal ve siyasal bilinçlenme sürecini hızlandırmıştır. Halklarda başlayan bu kıpırdanmalar emperyalizmin sömürüsünü gizlemeye itmiştir. Yaratmış oldukları Pazar paylaşım savaşlarından dolayı Sovyetler Birliği, Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Küba ve son olarak Nikaragua gibi ülkeler ulusal ve sınıfsal kurtuluş savaşlarını vererek bağımsızlıklarını kazanıp emperyalist zincirden koparak yeni bir toplumun temelini atmışlardır. Emperyalistler her iki paylaşım savaşlarında da kendi aralarındaki toprak sorununu çözemediği için askeri savaşlara son verip soğuk savaş dönemine girmişlerdir. Toprak sorununu çözemedikleri gibi, bu savaşlar sonucu kendilerine alternatif güç oluşturan yeni bir toplumuda karşılarında bulunca sömürü methotlarını değiştirmek zorunda kaldılar.
Emperyalizmin 1945 den sonra Dünya genelinde uyguladığı “Yeni sömürgecilik” ilişkileridir.
Emperyalizm bu dönemden sonra açık işgal politikası yerine, gizli işgallere bırakmıştır; yani emperyalizm dışsal bir olguyken içsel bir olgu haline geldi.
Önce pazar sorununu çözümlemede önemli degişiklikler gündeme gelmiştir. Eldeki pazarlardan azami sömürünün elde edilebilmesi için var olan pazarlar doğrudan kapitalist pazarlar haline getirilerek sömürge, yarı sömürge ülkelerdeki ucuz iş gücü sömürülmeye, yani artı-değer sömürüsüne yönelinmeye başlanmıştır. Bunun içinde sermaye ihracı öncelikle doğrudan üretken olmayan alanlardan üretken alanlara kaydırılarak ve daha ziyade nakit sermaye yerine lisans, patent hakkı, Kınow How biçiminde gerçekleşmeye başlamıştır. Böylece sömürge yarı sömürgelerde doğrudan emperyalistlerin sömürü çıkarlarını döndüren ve emperyalistlere göbeğinden bağımlı olan ve elbette bu nedenlerde emperyalist ülkelerle asla ve asla rekabet savaşı ve güce olmayan, daha ziyade ilkel teknolojiye yada metropol kapitalist ülkelerde artık karlılık oranı son derece düşen dayanıksız inşaat, dayanıksız tüketim sektörlerden ibaret olan ve montaj sanai denilen sanai biçiminde yukarıdan aşağıya bir biçimde çarpık, cılız ve güçsüz bir kapitalizm yaratmaya başlanmış ve bunun sonucu olarakta, bu ülkelerdeki ticaret ve komprodor bujuvaziler daha başlangıçtan itibaren emperyalizme bağımlı ve bütünleşmiş tüm ulusal niteliklerini ve özelliklerini yitirmiş tekelci bujuvaziler haline gelmişlerdir.
Ancak bujuvazinin artık ilerici niteliğini, özelliğini ve gücünü kaybetmiş olması nedeniyle yukarıdan aşağıya inşaa edilen kapitalizm ülke içindeki yarı feodal üertim ilişkilerini yıkamamakta ve zorunlu olarak ve tabii çıkarları gereği birlikte yaşamaktadır. Böylece tekelci burjuvazide prekapitalist unsurlarla zorunlu iktifaka girmekte ve yeni sömürgelerde tekelci burjuvazinin ağırlıkta olduğu, yönlendirdiği emperyalizme bağımlı “oligarşiler” ortaya çıkmaktadır.
Elbetteki bir ülkeyi ekonomik olarak tamamen kendine bağlayan emperyalistler bunun doğal sonucu olarak bu ülkeyi siyasal ve askeri olarak tamamen kendine bağımlı hale getirecektir. Hemen en ince detayına kadar ekonomisi İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar tarafından planlanan ve bu kuruluşların uzmanlarınca uygulanıp denetlenen bu ülkenin silahlı kuvvetleri ve tüm güvenlik kuvvetleri yine emperyalistlerin politikaları doğrultusunda kurulup örgütlenir ve yine emperyalistlerin CİA gibi gizli kurluşlarınca yönlendirilir. Bunun sonucu olarak da hepimizin bildiği gibi bu ülkelerde çizilen rotadan en ufak bir sapma olduğunda hemen askeri darbeler birbirini izler -ki zaten hatırlanırsa bu ülkelerin siyasi hayallerinde hep askeri diktatörlükler geçmektedir-; öte yandan NATO v.b. gibi oluşturulan askeri bloklarla, bu ülkelerin ordularıda bu blokların içine alınarak emperyalizmin güvenlik zincirinin birer halkası haline getirilerek tamamen ve resmen kontrol altına alınır. Bu kadarla yetinmeyip bu ülkelerin ulusal güvenlik örgütleri artık ulusal olma özelliklerinden arındırılıp kendi halklarına yönelik güçler haline gelirler. Yani kendi halklarına yabancılaştırılıp, ona karşı baskı ve zulüm uygulayan işgal orduları haline getirilir. Bu nedenle emperyalizm açık işgale gerek duymaz. Kısacası emperyalizm artık yeni sömürge ülkelerde içsel olgu haline gelir ve bu ülkelerin işgali artık bu ülkelerin silahlı kuvvetlerince gerçekleştirilmiş olur. Bugün Latin Amerika orduları bunun en güzel, en somut örneğidir.
Bizim ülkemizde 1950 den sonra DP iktidarı (Demokrat Parti- Menderes hükümeti) aracılığıyla emperyalistlere ülkenin kapıları ardına kadar açılmasıyla kalmamış ve özellikle 1960 lı yıllardaki DP iktidarı aracılığıyla da yerleşmesi sağlanmıştır. Nihayet 12 Mart döneminde alt yapıda zaten hakim üretim biçimi haline gelen çarpık kapitalizmin paralelinde tekelci burjuvazininde içinde olduğu, ağırlıkta olup yönlerdirdiği oligarşi ülke hakimiyetini eline geçirmiştir.
Bütün bunlardan sonra elbetteki bütün bu gelişmeler sürekli ekonomik, sosyal ve siyasal bir krizin içindeki bir ülkede nasıl mümkün olmuş, yani ülke hangi siyasal yönetim biçimiyle yönetilmiş ve yönetilmektedir sorusunuda cevaplandırmak gerekiyor.
Bizim gibi ülkelerde yukarıdan aşağıya geliştirilen çarpık ve güçsüz kapitalizm bu özellikler nedeni ile Barı kapitalizmde olduğu gibi kapitalistlerin kendine uygun olarak ortaya çıkardığı yönetim biçimi olan Burjuva Demokrasisini yaratması söz konusu olamamakta, aksine doğal olarak kendine uygun kesinlikle Burjuva Demokrasisiyle bir alakası olmayan, ancak tekelci burjuvazinin kendine uygun siyasal yönetim biçimi olan sömürge tipi Faşizm dediğimiz bir siyasal yönetim biçimi ortaya çıkarmaktadır.
Öncelikle Faşizm nedir?
Faşizm hangi sınıfın siyasi politikasıdır?
Tekelci Burjuvazi neden faşizme baş vurur?
Bu soruları açıklamakla başlayıp, bizim gibi ülkelerde faşizmin geliş biçimini anlatmaya çalışacağım:
Faşizm tekelci burjuvazinin en karlı, en şöven, en bağnaz yönetim biçimidir. Faşizmin ilk palazlandığı ülkelerin kapitalizmin genel bunalımının –çeşitli nedenlerle- en çok etkisinde kalmış ülkelerde görülmüştir. Nitekim birinci dünya savaşından yenilgiyle ve ağır kayıplarla çıkmış İtalya, Almanya egemen sınıfın, yani burjuvazinin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere daha fazla ödün vererek bunalımına çözüm getiremiyordu. Bu bağlamda yapılacak olan Demokrasiyi terketmek ve işçi sınıfına karşı sömürüyü zorla gerçekleştirmek için kanlı bir diktatörlüğe geçmek. İtalya, Almanya, İspanya da tekelci sermaye çevreleri böyle bir diktatörlüğü uygulayacak olanları, yani Hitlerin, Frankoların Musolinlerin başını çektikleri faşist güruhu hem davet etmiş, hem de iktidarda olanları desteklemişlerdir.
Faşist ideolojinin genel çizgilerini belirtmek kolay değildir. Çünkü faşizm hiç bir zaman derli toplu bir öğretiyi, belirli bir sosyal ve siyasal felsefeyle ortaya çıkmadı. Böyle olmasına rağmen, yine de iki ana düşünce ağır basmaktadır. Faşist ideolojide: sosyal devrim korkusu ve liberal demokrasinin sorunlarına çözüm getirmeyişi.
Faşizm özgürlüğe ve demokrasiye düşman olduğu gibi, eşitliğe de karşıdır. Yurtdaşlar arasındaki eşitliğe olduğu gibi kadın-erkek eşitliğine de. Alman faşistleri kadın konusu başta üç şeydir: Çocuk, Mutfak ve Kilise. Faşizm temel hak ve özgürlüğe karşı olduğu gibi sosyalizme de karşıdır.
Faşizm Sosyalizme karşıdır dedik. Ama Hitlerin partisinin adı “Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi” tekelci sermayenin çıkarlarını gözetmesine rağmen anti-kapitalist sloganlar atmasıda ikiyüzlülüğünden gelmektedir. Faşizm ikiyüzlüdür, gerçek yüzünü maskeler, yığınların (Halkların) karşısına gerçek olmayan bir yüzle çıkar.
Faşist ideoloji içinde milliyetçilik önemli bir yer tutar. İtalyan faşizmin de milliyetçilik eski Roma imparatorluğunun büyüklük ve görkemine dayandırılmıştır. İtalyanlar o büyük ve görkemli atalarının torunlarıydılar; öyle olduğu içinde İtalya yeniden bütün Akdenizi ele geçirmeliydi. Sloganları: “Akdeniz bizim denizimizdir”.
Faşist ideolojinin dayandığı bir başka öğede “Irkçılık”. Özellikle üstün ırk düşüncesi Alman Faşizminde görülmüştür. Bu nedenle Yahudi düşmanlığı sonuna kadar sürmüştür, hem de insanlığı yüzünü kızartacak şekilde.
Faşist devlet bir diktatörlüktür, üstelik “totaliter” bir diktatörlüktür. Yani bireye hiç bir özgürlük tanımayan, herşey devlet için, ilke bu.
Faşizme göre iktidar halktan gelmez. Ancak seçkinler yada tarihsel gelişme sonucu ulusal tarihsel bir güçün gönderdiği, bir tek seçkin “önder”, “yol gösterici”, “başbuğ” devlete tamamıyla egemen olmalı, yolu ışığıyla aydınlatmalı, geleceği çizmeli, belirlemeli.
Emperyalist ülkelerde faşizmin geliş bicimide bu temelde olmuştur. Yalan ve demogojilerle kitle tabanı yaratıp ve tekelci burjuvazininde desteğiyle iktidarı ele geçirip tek partili bir yönetimle diktatörlüğünü kurar. Bu tip klasik faşizmin emellerini ilkin İtalya da olmak üzere Almanya da ve İspanya da görmekteyiz.
Bu tip faşizm metropol ülkelerdeki tekelci burjuvazinin en kanlı, en şöven, en bağnaz yönetim biçimi olan klasik faşizmin gelişi ve uygulanışından farklı özellikler taşıyacağı açıktır; bizim gibi ülkelerde aşağıdan yukarıya bir kitle tabanı yaratarak gelmez (İtalya, Almanya öneğinde olduğu gibi) ve iktidara geldikten sonra devleti yeni baştan örgütleyen klasik faşizmden farklı olarak sömürge tipi daha başlangıçtan itibaren yukarıdan aşağıya devlet kurumlarını örgütleyecek ve devlet kurumları bu politikaya göre faşişleştirilerek gelir ve kitle tabanı yaratma çok önemli olmakla birlikte asli politika olarak görünmez. Bu anlamda devletin yeniden örgütlenmesi gibi bir olay gündeme gelmez, ancak açık diktatörlükler söz konusu olduğu dönemlerde (yani nisbi demokratik hak ve özgürlüklerin tamamen artadan kaldırıldığı dönemlerde) bazı yeni düzenlemelere rastlanabilir. Bu bağlamda bizim gibi ülkelerde olduğu gibi tekelci burjuvazinin zaman zaman başvurduğu bir yöntem biçimi olmayıp sürekli bir olgudur.
Bizim ülkemizde yukarıdan aşağıya geliştirilen çarpık ve güçsüz kapitalizm bu özellikleri nedeniyle batı kapitalizminde olduğu gibi o kapitalistlerin kendine uygun olarak ortaya çıkardığı yönetim biçimi olan Burjuva Demokrasisini yaratması söz konusu olmadığından doğal olarak kendine uygun kesinlikle burjuva demokrasisi ile bir ilişkisi olmayan, ancak tekelci burjuvazinin emperyalist dönemindeki kendine uygun siyasal yönetim biçimi olan ve klasik faşizmin tüm özelliklerini taşıyan, fakat yeni sömürge ülkelere has özellikleri olan ve bu anlamdan başka birşey olmayan ve bizlerin sömürge tipi faşizm dediğimiz bir siyasal yönetim biçimi ortaya çıkmaktadır.
Çarpık ve güçsüz kapitalizmin doğurduğu sorunlar çok yönlüdür. Her şeyden önce bizdeki tekelci burjuvazinin, emperyalist tekelci burjuvadan kendisine nefes aldırabilecek ve ülke içerisinde daha liberal olmasını sağlayabilecek sömürgeleri yoktur. Aksine bizdeki tekelci burjuvazinin gelişip güçlenmesi tamamen ülke içinden elde ettiği sömürgeye dayanmaktadır. Diğer yandan emperyalistler de ülkedeki, gerek doğrudan sahip oldukları veya ortak oldukları işletmeler, gerek patent hakkı, lisans ve teknoloji transferi nedeniyle karlarına ortak oldukları ve pay aldıkları işletmeler, gerekse verdikleri kredi ve borçların korkunç rakamlara varan faizleri gibi yollarla hatırı sayılır bir oranda paylarını almaktadırlar. Yani bir başka ifadeyle o ülkelerdeki tekelci burjuvazi göbeğinden bağlı olduğu emperyalislere kendini doğrudan tekelci burjuvazi haline getirmesinin diyetini ödemek, yani ülke içindeki artı-değer sömürüsünü emperyalistlerle paylaşmak zorunda kalmaktadır. Daha da ötesi emperyalistler zaman zaman ağırlaşan krizlerinden kurtulabilmek için bizim gibi ülkelerden elde ettikleri sömürü gelirini artırmaya, yani kendi krizlerinin yükünü yeni sömürge ülkelere yüklemeğe yönelik olduklarından, çarpık kapitalizmin yükünü ve sorunları biraz daha ağırlaşmaktadır.
İşte bu şartlar altındaki bir ekonomik sistem yaratacağı siyasal yapılanmada doğal olarak kendine özgü bir nitelik taşıyacaktır. Tekelci burjuvazinin varlığını ve sömürünü sürdürebilmesi ve koruyabilmesi, bu nedenle batı kapitalistlerinde olduğu gibi burjuva demokratik yöntemlerle mümkün olmamaktadır. Çünkü herşeyden önce buna gücü yetmemektedir. Üstelik hızla gelişip güçlenmek, sömürüden kendi payını artırabilmek ihtiyacındadır. Siyasal iktidarıda tasfiye edemediği için ve çıkarları zorladığı için prekapitalist unsurlarla (yani toprak ağaları ve tefeci bezirganların en irileriyle) paylaşmak zorunda olsada, çıkarı gereği bu unsurları tasfiye etme çabasıyla da karşı karşıya bulunmaktadır. (örneğin ülkemizde çok uzun yıllardır Toprak ve Tarım reformunun gündende olması, bu çabanın ancak bu reformun bir türlü gerçek anlamıyla gerçekleştirilmeyişi işe tekelci burjuvazinin buna gücünün yetmeyeceği, ilerici niteliğini yitirmiş olmasının ifadesidir) Kısacası tekelci burjuvazi sömürüyü sürdürebilme, koruyabilme ve ihtiyacı olan kendi büyümesi ve güçlenmesini sağlayabilmek var olan sürekli krizi nedeniyle, bu krizin derinleşmesi sonucu ortaya çıkabilecek çöküntüsünü engelleyebilmek için çalışan tüm emekçi sınıf ve tabakaların ekonomik- demokratik ve siyasi hak ve özgürlüklerini alabildiğine kısıtlamak yada sınırlı tutmak ve bu sınıf ve tabakaların doğacak ve gelişebilecek olan tepkilerini önleyebilmek ve bastırabilmek için, onları sürekli olarak baskı ve terör altına almak zorundadır. Gerek uluslar arası emperyalist-kapitalist sistemin, gerekse ülkenin içinde bulunduğu ekonomik , sosyal ve siyasal koşullar çerçevesinde zaman zaman emekçi ve tabakalara hiç bir zaman kalıcı olmayan, her zaman sınırlı olmak üzere bazı nispi hak ve özgürlükler tanımakta ise de özellikle, ülke içerisinde bu sınıfların tepkilerinin ve mücadelesinin yükselmesi ve egemen sınıflar açısından tehlikeli sayılabilecek boyutlara varması durumunda yada tekelci burjuvazinin siyasi ortaklarıyla (toprak ağaları ve tefeci bezirganlar) çelişkilerinin, yani oligarşi içi çelişkilerinin had safhaya varması yada emperyalist sistemin krizleri ülkeye yansıdığı, çok ağırlaşması v.b. gibi durumlarda bu nispi ve kalıcı olmayan hak ve özgürlükler tamamen ortadan kaldırılabilir ve baskı ve zor olan ve tek başına bir yönetim biçimi alır.
Kısaca özetlersek sömürge tipi faşizm, yani sömürge ülkelerde esas olarak baskı ve zorun açıktan temel alındığı ve zaman zaman nispi demokratik hak ve özgürlüklerin var olabildiği ve zaman zaman nispi demokratik hak ve özgürlüklerin tamamen ortadan kaldırabilecek baskı ve zorun tek başına sürüdürüldüğü klasik faşizmden bu nedenle farklılıklar taşıyan bir yönetim biçimidir. Bu yönetim biçimi, bizim gibi ülkelerin yönetim biçimidir.
Öte yandan tekelci burjuvazinin sınıflar mücadelesinde emekçi sınıf ve tabakalar üzerine sürmek ve baskı ve terörle onları sindirmek için ihtiyaç duyduğu faşist militan kadroların ve kitle tabanı yaratmasının ön çalışmaları büyük bir hızla gerçekleştirilmiş. Eğer hatırlanırsa CKMP nın MHP ye dönüştürülmesi ile hız kazanan komando kamplarının kurulduğu 12 Mart döneminin bunlara hiç dokunmadığını ve bu komandoların faliyetlerinin özellikle 1971-1974 dönemlerinde büyük hız kazandığını, yine aynı dönemde daha önce kurulmuş kominizmle mücadele dernekleri ile Türk Ocaklarının, Ülkü Ocakları olarak değiştiğini, yine MHP parelindeki derneklerin hemen tamamına yakın bölümünün bu dönemlerde kurulduğu hepimizin malumudur.
Genel Kurmay Özel Harp Dairesi Başkanlığı yapmış bir emekli genaralin, Kontrgerilla konusunda silahlı kuvvetler bünyesinde yayınlanan gizli bir belge (ki bu belgelerin bazı bölümleri Devrimci Yol dergisinde yayınlanmıştır) Kontrgerilla taktikleri içinde sivil milislere ihtiyaç olduğu, bununda Milliyetçi, Vatansever gençler içinden yetiştirilip örgütlenerek sağlanması gerektiğini anlatmaktadır. Ayrıca bu zat kendisinin Amerikan uzmanlarınca gizli bri yerde (ki bu yer büyük bir ihtimalle Panamada bu işler için kurulan CİA eğitim kamplarıdır) eğitildiğini (tabii diğer bazı Türk Subaylarıyla birlikte) belirtmeyi de ihmal etmemektedir.
Daha ileriki yıllarda ise MHP nin MC hükümeti içinde doğrudan veya dolaylı yer almasıyla birlikte devlet kurumlarındaki faşistleştirme ile sivil faşistlerin organize işbirliği daha açığa çıkmış ve her daha bir gözle görülür hale gelmiştir. Bizim ülkemizdeki bu iç içeliğin ne gibi bir görünüm kazanabileceğini ve hangi boyutlara ulaşabileceğini merak edenler için günümüzün Latin Amerika ülkeleri en güzel örnektir. Bugün Elsalvador, Guetemala, Peru da sivil faşist güçler doğrudan ordu birliklerinin yapmasını sakıncalı gördükleri suikastleri, sabotajları, toplu katliamları düzenlemekte, insanlar kaçırılıp işkenceyle öldürmektedirler. Ordu içindeki üst düzeydeki subayların bu sivil faşist milistleri örgütleyip yönlerdikleri herkesce bilinmekte ve zaten gizlenmemektedir.
12 Mart döneminde iyice bunalan emekçi sınıf ve tabakalar karşısında devrimci bir alternatif olmadığından, tepkilerini önlerine umut olarak çıkarılan Bülent Ecevit’ e oy vererek göstermeye çalışmışlar ve 1973 seçimlerinde CHP 1950 den sonra en büyük oy oranını sağlayarak birinci parti haline gelmiş, Ecevit in başkanlığında CHP-MSP koalisyon hükümeti kurulmuştur. Yalnız bu hükümetin ömrü pek uzun olmamış, CHP nin aldığı oyun anlamını daha iyi anlayan gerici güçler MC (Milliyetçi Cephe) adını verdikleri ortaklığı kurarak ilerici, yurtsever, devrimci halk güçlerine karşı savaş bayrağını açmışlar ve iktidar olmuşlardır.
MC nin iktidara gelişiyle birlikte iktidarda olmanın vermiş olduğu avantaj ve olanaklarla faşist güçler tüm devlet kademelerini tamamen faşistleştirmeye yönelik politikalarını hızla hayata geçirmeye başladılar.
Öncelikle üst düzeydeki Müsteşar, Genel Müdür v.b. kadrolarda kendilerinden olmayan yada kendileriyle iş birliği yapmayanları temizleyerek buralara azılı faşist militanları yerleştirerek bunlar aracılığıyla her kademede aynı politikayla devlet kurumlarına iyice yerleştiler. Hatta daha ileri giderek aleni bir şekilde yapmaya başladılar. MHP ve ÜGD gibi kuruluşlarda yöneticilik yapanlar yönetici ve hatta Müsteşar ve Genel Müdür olarak atanıyorlar. Binlerce Faşist militan hiçbir iş yapmadan devlet kasalarından maaş almaya başlıyorlar.
II. MC hükümetinin düşmesi ve CHP hükümetinin kurulmasıyla faşist terör ve katliamlar yeni boyutlar kazandı. Halkı sindirmeğe, korkutmaya, teslim almaya yönelik saldırılar sanki hükümetten düşürülmenin acısını çıkarmak istercesine, diğer yandan güvenlik kuvvetlerini devreye sokmadan; ve böylece halk güçleriyle güvenlik kuvvetlerini karşı karşıya getirmek, CHP hükümetini sıkıştırarak yıpratmaya, hükümeti daha fazla sert tedbirler almaya ve giderek bu şekilde yönetimin mümkün olmayacağı kanısını yaratarak sıkıyönetime (ve giderek askeri müdahaleyi) gündeme getirmek amacıyla hızla yoğulaştırıldı. Artık kahvehaneleri taramalar, öğrenci katliamları günlük hale gelmiştir. Faşist terör artık Malatya da, Sivas ta ve nihayet Maraş ta olduğu gibi katliamlara, soykurumlara yönelmişlerdir. Yüzlerce kişi öldü, binlerce kişi yaralandı, evler, iş yerleri tahrip ve yağma edildi. Maraş olayları hükümetin iyice sıkıştığı ve bu nedenle yeni baskı yasaları çıkarmayı planladığı ve yeni tedbirleri gündeme getirdiği bir döneme rastlıyor. Bu olaylarda iyice telaşlanan hükümet hemen sıkıyönetim ilan ediyordu 13 ilde; bu illerden biri de Adana dır. Faşist güçler terör yoluyla hedeflerinden birine ulaşmıştı. Öte yandan şunuda anlamışlardır: Faşistler bastırdıkça hükümet geri çekiliyordu.
1977 yılı işte bu ortamın devamı ve Faşist terörün hızla tırmandığı bir dönem oldu. Bu nedenle 1 Mayıs öncesi yoğunlaşan faşist saldırılar karşısında, bir zaman “1 Mayıs İşçi bayramıdır” diyen Başbakan 1 Mayıs gösterilerini yasaklıyor, alanlara tankları yığıyordu. Diğer yandan olayları sağ-sol çatışması olarak gösteriyor, faşist terörün gizlenmesine hizmet ediyor. Her iki tarafada karşıyız diyerek faşist saldırıların ekmeğine yağ sürmüş oluyordu. Diğer bir anlamıyla kendisini faşizme teslim ediyordu. Bunu fırsat bilen faşistler CHP yi de hadef alarak saldırılarda bulunuzor, hatta Milletvekillerine yönelik saldırıları yoğunlaştırıyorlardı. II. MC ile 1980 yıllarında artık resmi ve sivil faşist güçler tam bir organizasyon içinde hareket etmeye başladılar. Çorum da olduğu gibi katliama yardımcı ve en azından seyirci olmaya yada Fatsa da olduğu gibi sivil faşistlere maske takarak polisle birlikte ortak operasyonlar yapmaya başlamışlardır. Artık işkence tezgahlarında hergün bir yada bir kaç kişi hayatını yitirmektedir.
Beş yılda ülkenin tüm ekonomik sorunlarını hallederek ülkeyi düzlüğe çıkaracağını söyleyen ve iddiası ile ilan edilen 24 Ocak kararları diye bilinen IMF paketi Fretmancı ekonomik politika uygulanmaya konulmuştur. Ancak bu politikanın altı yılı bitmesine karşın bu politikalarla boğaz boğaza yaşayan memurlar, işçiler, tüm üreticiler ve küçük üreticiler daha iyi anlamış ve kavramışlardır. Diğer yandan bu ekonomik politikanın uygulandığı Arjantin, Şili, Meksika, Brezilya, Bolivya ve örnek gösterilen Güney Kore bugün içine düştükleri durum hepimizin gözleri önündedir. Bu politika sonucu yoksulların daha yoksullaştığı, zenginleri daha bir zengin duruma geldiğini, banker faciaları yaşandığı, pek çok şirketlerin iflas ettiğini, kar eden KİT lerin özel sektörlere devredildiği, hızla artan enflasyona karşı bazı şirketlerin hızla sivrilip güçlendiğini v.b. bir çok gelişmeler bu politikaların sonucurdur.
Yaşanan ekonomik ve siyasal bunalımın sonucu artan faşist saldırılar günden güne boyutları yükselirken elbetteki sessiz kalıp faşizmin ekmeğine yağ sürüp teslim olamazdım. Bunu benden kimse isteyemez. Yapabileceğim tek bir alternatif vardı: Faşist saldırılar karşısında Direniş Komiteleri içinde yer almaktı.
Neydi Direniş Komiteleri?
Çok gizli, pek çok karanlık işlerin döndüğü ne idiği belirsiz çateleşme mi?
Eline silahı alan sokağa fırlayan anarşist örgütler mi?
Yoksa İddeanamede belirtildiği gibi yasal olarak değişik isimlerle kurulan derneklere bağlı “örgütler mi?”
Faşist terör ve katliamların vardığı boyutlar sonucu özellikle faşist saldırılara hedef olan yerlerde halk güçleri içinde hızlı bir şekilde direnme eğilimleri ortaya çıkıyordu. Bu saldırıların zorlaması sonucu insanlar bir araya geliyor ne yapması gerektiğini konuşuyorlar ve kararlaştırıyorlar. Devletin güvenlik kuvvetleri kendilerini koruyamadıklarını da görünce silahlanıyorlar ve saldırılara gögüs geriyorlar. Sadırların olmadığı yerlerde ise daha çok hayat pahalılığının zorlaması sonucu yada devletin yapması gereken görevleri yapmaması veya bürokratik engellerin önlerine dağ gibi yığılması, yol, su, elektirik, kanalizasyon, okul, sağlık v.b. gibi sorunları bir araya gelerek kendileri çözmeye çalışıyordu.
Bütün bunların hepsi önceden planlı programlı bir şekilde gerçekleşmiyor. Ancak şartların dayatması ve zorlaması sonucu buldukları pratik çözüm yolları olarak ortaya çıkıyordu. Ben de bulunduğum bölgede bu faliyetler içerisinde bulundum ve üzerşme düşen görevleri yapmaya çalıştım.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım ekonomik ve siyasi süreç beni Devrimci yapmasına ve bu mücadele içerisinde yer almama neden olmuştur.
Çocukluğumdan buyana CHP atmosferi içinde olmam solcu olarak büyümeme neden oldu. Liseye başlamamla birlikte ilerici, yurtsever, demokrat ve devrimci olma özüm daha da güçlendi, gelişti. Okulumuzun (Borsa Lisesi) devrimcilerin elinde bulunmasından ve benimde sol görüşlü olarak tanınmamdan dolayı evime her gelişimde MHP li, ÜGD li faşistler tarafından yolum kesiliyor, bir yığın tehditlerle karşılaşıyor, bazanda dayak yiyordum. Okulu bırakmam için günlerce baskı yaptılar Ailemde CHP li (Babam aynı zamanda CHP delegesi ve Devrimci Toprak-iş sendikasında seçilmiş yöneticiydi) olmasından dolayı yoğun saldırılarla karşı karşıya kaldılar; taki Yurt mahalesinden göçünceye kadar devam etti.
Durmak bilmeyen bu saldırılar beni meşru savunmaya zorladı. Çünkü beni koruyacak, can güvenliğimi güvence altına alacak güvenlik kuvvetleri yoktu. Ve benim en doğal hakkım olan meşru savunmamı yapmak zorundaydım. Yaşamamın, hayatta kalmamın başka yolu yoktu. Bu nedenle kendi olanaklarımla silah alarak hayatta kalmamı sağlamaya çalıştım. Bu silahı kısa süre sonra yakalatıp cezaevine girdim, 21 gün yattım.
Cezaevinden çıktığımda bu saldırıların durmadığını, aksine günden güne daha saldırgan hale gelmesi, hergün onlarca insan bu faşist terör sonucu hayatını kaybetmesi, katliamların olması, kısacası iç savaşın her geçen gün derinleşmesi beni ikinci kez silah almaya zorladı. Çünkü insanın en ufacık değeri olmadığı, hayatının sadece bir serseri kursuna bağlı olduğu bir ortamda yapacak başka alternatif yoktu ve faşistlerin boy hedefi halindeydim. Tabii bu silahı da bir süre sonra yakalattım, 51 gün cezaevinde yatıp, çıktım.
Borsa Lisesine başladığım yıllarda Devrimci Yol derğisiyle tanıştım. Ülke sorunlarına uygun geliştirdiği ideolojisini benimsemeye başladım. Çünkü ülkede yaşanan ekonomik ve siyasal bunalımın altında yatan gerçek nedenleri tüm açıklığıyla anlatan ve somut çözümler bulması beni çok etkilemişti. O güne kadar, yani Devrimci Yol dergisiyle tanışıncaya ve çıkan sayılarını okumaya başlayıncaya kadar ülkede istikrarı sağlayacak, faşizme karşı mücadele edip faşist çetelerin yuvalarını dağıtacak, eğitim sistemini ve işçi haklarını v.b. olumsuzları giderecek tek alternatif olarak CHP yi görüyordum, Ecevit’e inanıyor ve güveniyordum. Yalnız ben değil, CHP ye tüm oy verenler iktidara gelmesiyle birlikte tüm umutlar kırıldı. CHP faşizme teslim olmuş, her hareketiyle faşizmin ekmeğine yağ sürer hale gelmiştir. Ekonomik sorunların çözümünü bir yana bırak günden güne ağırlaşıyordu yaşam koşulları.
Yaşanan bu ülke genelindeki bunalım ve ortam faşist saldırılara dur diyecek halkı ve bu Vatanı kurtaracak insanlardan biride ben olmak istediğim için Devrimci Yolun siyasi çizgisi doğrultusunda faliyetlerde bulundum. Devrimci Yol dergisini kahvehanelerde, ev ev dolaşarak satıyor, Devrimci Yolun sloganlarından olan “Bağımsız Türkiye”, “ Kahrolsun Faşizm”, “Tek Yol Devrim” v.b duvarlara yazıyor ve pullarını duvarlara yapıştırıyordum. Halkın faşist saldırılar karşısında kendiliğindenci gelişen tepkilerini ve direnişlerini örgütleyerek Devrimci Yol dergisi etrafında toparlayıp, örgütlü bir direnişi hayata geçirmek için çalıştım. Hergün artan kahvehane taramalarndan dolayı halkı uyarıyor dikkatli olmalarını sağlıyordum.
Belediye zabıtalarının ve polislerin yapamadığını, daha doğrusu hükümetin yapamadığını bizler yapıyorduk. Sigarayı karaborsa satanlarla konuşuyor, gerçek fiatından satmalarını sağlıyorduk. Aynı keza tüp, şeker, yağ v.b maddelerin karaborsa satılmasını engelliyorduk. Yalnız bunların hiç birini şiddet kullanarak yapmadık, zaten şiddet Devrimci Yolun düşüncesine ters düşen bir davranıştır, şiddetin her türlüsüne karşıdır Devrimci Yol..
Halkı aydınlatmak, bilinçlendirmek için probagandalar yapıyor, yaşanan olayların perde arkasındaki gerçekleri anlatmaya çalışıyordum. Faşist saldırıları maskelemeye çalışan iktidarların niteliğini; Maraş’ta yapılan katliamın Alevi- Sünni mezhep çatışması olarak nitelendirip, 1000 den fazla halktan insan hayatını yitirmesine rağmen, bu rakamı küçültüp 100 dolayında gösterilmesinin nedenlerini anlatıyor, Maraş’ta yaşanan olayların mezhep çatışması değil sadece faşist katliamlar olduğunu gösteriyordum. Bu faliyetlerin taki 12 Eylül hareketine kadar devam etti, 12 Eylül harakatı gelmesiyle birlikte durdu.
İddeanamede belirtildiği gibi Devrimci Yol ne bir Terör örgütüdür nede eli silahlı insanların bir araya geldiği saldırğan, anarşist bir çeteler gurbudur. Devrimci Yol derğileri iyi incelendiğinde görüleceği gibi Devrimci Yol bir dergi, bir siyasi çizgidir. Eğer İddiamakamı Devrimci Yol dergilerini iyice incelemiş olsaydı böyle basit (Örgüt ve THKP-C nin tekrarı olduğumuz yolunda) iddalarda bulunmazdı. Devrimci Yol bir örgüt olmadığı için ben de örgüt üyesi değilim. Faşizme karşı meşru bir savunma zorunluluğundan dolayı oluşturulan DSB (Devrimci Savaş Birliği) gibi bir örgütlenme içinde bulunmadım, faliyet göstermedim. Devrimci Yol sadece bir dergi ve bir siyasi çizgidir.
Daha önce 12 Eylül harekatına karşı olduğumu ve tüm ilerici, yurtsever, aydın, öğrenci, işçi, demokrat ve devrimcilerin karşı olması gerektiğini söylemiştim.
Neden 12 Eylül harekatına karşı olunması gerektiğini açıklamakta yarar vardır:
12 Eylül askeri müdahalesi Dünya genelindeki gelişmelerden soyut ve bağımsız hareket değildir. Bu noktayı kesinlikle açığa kavuşturmak gerekir. Daha önce ülkemizin sosyal ve ekonomik yapısını anlatırken uzun uzun ülkemizin ekonomik ve siyasi durumunun emperyalizmden bağımsız şekillenme içinde olmadığını anlatmıştım. Ülkede yaşanan ve siyasi üst yapıda cereyan eden tüm olayları bu ilişki ağı içinde düşünmek gerekir. Bu bağlamda 12 Eylül harekatını şu ana başlıklar altında irdelemek gerekir.
A-Ülkede yaşanan siyasi durum;
B-Emperyalizmin empozesi doğrultusunda ve çıkarlarına paralel olarak izlenmesi gereken, fakat ülkedeki mevcut siyasi durumun buna elvermediği liberal ekonominin uygulanması;
C-Orta Doğudaki siyasi gelişmeler;
Ülkede yaşanan siyasi durum nedir?
12 EylülAskeri harekatıyla ilişkisi nedir?
Ülkede yaşanan süreç genel hatlarıyla değerlendirdiğimizde Emperyalizme, Oligarşiye ve Faşizme karşı ilk önce gençlik omuzlarında yükselen, fakat siyasal bilinçlenme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte toplumun bütün kesimlerini içine alarak genişleyen sınıflar mücadelesi alabildiğine nitelikli bir hal kazanmıştır.
Emperyalizme bağımlılık olayına tepkiler gün geçtikçe yükselmeye başlamış, halkımızın önderleri olan devrimcilerle birlikte emperyalizme karşı mücadele bayrağı altında toplanmaya başlamışlardır. Yine aynı şekilde işbirlikçilere ve onların yönetimi olan faşizme karşı etten bir kale oluşmaya başlamış olup, her yandan gün geçtikçe azğınlaşan faşist kampanya devrimci mevzilerin genişletilmesi karşısında daha da bir saldırganlaşıyor ve kitle katliamlarına yöneliyordu. Bunlara karşı yürütülen mücadele içinde toplumun bütün kesimlerinden insanlar bir sel gibi devrimci saflarda mücadele ediyorlardı. Yani kısaca özetlersek, ülkede gün geçtikçe gelişen ve nitelikli bir hal kazanan devrimci muhalefet ne pahasına olursa olsun yok edilmeliydi. Bu yüzden de Ordu getirildi. 12 Eylül harekatının yapılmasının birinci nedeni budur, yani toplumsal muhalefeti yok etmektir.
12 Eylül harekatının yapılmasının ikinci bir nedeni liberal ekonominin ülkedeki mevcut siyasal durumdan dolayı uygulanmıştır.
24 Ocak kararları adıyla bilinen emperyalist kuruluşların (İMF ve Dünya Bankası) reçetesi doğrultusunda hazırlanan bu ekonomik modelin içeriği nedir, 12 Eylül öncesi neden uygulanamıyordu?
Liberal ekonomi, diğer bir adıyla monetarist politika, sıkı para politikası bizim gibi ülkeleri emperyalist tekellerin açık pazarı haline getirmeyi amaçlayan bir ekonomik modeldir. Bu ekonomik modelin ülkemizdeki yarattığı yıkımları anlatmadan önce bu ekonomik modelin tarihçesine, diğer bir ifadeyle doğuşuna bakmakta yarar var.
Liberal ekonomi her alanda bireysel özgürlüğü ve kişisel davranışları serbest bırakmasını isteyen bir akım olarak ortaya çıkmıştır. (Bireysel özgürlük, yani bizim gibi ülkelerde kesinlikle yoktur. Sözü edilen özgürlük özel işletmeciliğin, yani özel kapitalist sektöre müdahale edilmemesidir.) Bu akım her türlü devlet müdahalesine tepki olarak belirmiştir. Yani devletçiliğin kesinlikle karşısındadır. Kapitalist üretim gelişme pareleline uygun ilkeleri saptar, liberalizmin ünlü sloganı “bırakınız yapsınlar”, yine kapitalist sektöre yaptıkalrı her şeyi mübah sayan bir anlam ifade etmektedir.
Bu ekonomik model ilk ortaya atıldığında içeriği konusunda şu tezler ileri sürülüyordu: Bireyler ana yollarını kendilerine en çok verim sağlayacak biçimde kullanılan, toplum yararını sağlamak niyetinde olmadıkları gibi toplum yararının nasıl sağlanacağınıda bilmezler. Kendi yararlarını saplarken toplumun yararınada yardımcı olabilecekleri, bu ekonomik modelin babalarından Adam Simith tarafından ileri sürülüyordu. Ve devam ederek devlet bu özel sektörün işine kesinlikle karışmamalı, en küçük müdahalede bulunmamalıdır.
Görüldüğü gibi kapitalzmin gelişiminde ve öz çıkarlarından başka birşey düşünmeyen, toplumsal yarar diye birşey tanımayan bir anlayışın sonucu olarak ortaya atılmıştır. Çağımızda bu ekonomik model özellikle dünya genelinde yaşanan, 1970 lerde baş gösteren enerji bunalımının yarattığı sancıların sonucu olarak tekellerce ortaya atılmıştır. Ülkemiz tekellerin açık pazarı haline dönüştürmek yoluyla muazzam karlar elde etmektedir. 1970 li yıllarda bu modelin ülkemizde uygulanamayışı yaşanan siyasi istikrarsızlık ilgili bir olaydır.
Bu ekonomik modeli şu ana başlıkla incelemek mümkündür.
1-Gümrük duvarlarının yıkılması, yani serbest bırakılması;
2-İtalatta ve İhracatta liberasyon;
3-Kamu harcamalarının kısılması, kemer sıkma;
4-Karlı KİT lerin özel sektöre devri;
5-Devletin ekonomik hayattan çekilerek, sadece kapitalist tekellerin koruyuculuğunu üstlenmesi (krizdeki tekelleri koruması ve kurtarması gibi);
6-Bankalarda faiz politikasının serbest bırakılarak yüksek faiz politikasını hayata geçirmek.(Bu politikayla amaç halkın elindeki nakit parayı bankalara, bankelere çekmek, bankalar ve bankerler vasıtasıyla da kapitalist şirketlerin finans sorunlarını çözmek) Banker faciaları bu politikanın sonucudur.
Bu politikalardan da anlaşılacağı gibi ülke emperyalist tekellerin açık pazarı haline getirilip halkı daha katmerli bir sömürüye tabi tutacaktır. Nitekim böylede olmuştur. Bu ekonomik modelin emekçi yığınlara yüklediği fatura kesin ve açıktır.
Liberal ekonominin içeriği bu olmakla birlikte 12 Eylül öncesi Türkiyesinde bütün olarak neden uygulanamıyordu?
Ülkede yaşanan 12 Eylül öncesi siyasi iktidarsızlık bunun başlıca nedenidir. 12 Eylül öncesi siyasi işleyişi göz önüne getirdiğimizde Parlementodaki keşmekeşlik, kilitlenme 24 Ocak kararları adı ile bilinen bu ekonomik modelin uygulanabilirliğinin yasal dayanakları olan kanunları yukarıda sözü edilen gümrük duvarlarının yıkılması gibi; vergi kanunları; KİT lerin özel sektöre devri gibi kuralların yasal dayanağı mevcut siyasi işleyişle sağlanamıyordu. Daha açık bir ifadeyle mevcut parlementodaki bu keşmekeşlik emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerin çıkarlarını kollayan halkımızı daha yoksullaştıran bir acuç para babalarını ve onların uşaklarını ihya eden bu politikanın hayata geçirilmesini sağlayamıyordu. Bu modelin hayata geçirlemeyişinin diğer önemli nedeni de toplumsal muhalefetin vardığı boyutlardır. Mevcut devrimci muhalefet kitleleri diri tutarak tekellerin ülkeyi istedikleri gibi pazarlamalarına, halkın inim inim inletilmesine belli oranda engel oluyordu. Bu anlamda, bu moneterist sıkı para politikasının hayata geçirebilmesi için öncelikle ülkede belli bir istikrar sağlamak zorundadır. Yani toplumsal muhalefeti bastırıp 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesinin yoğunluğunu yaratan kanunlar çıkarılması, emperyalist tekeller ve işbirlikçi olan Koç’ lar, Sabancı’ lar, Eczacıbaşı’ lar için zorunludur. Bu anlamda da 12 Eylül harekatının yapılması bu unsaurlar tarafından hayati bir önem taşımaktadır. Bunun bir gerçeği olarakta (ikinci bir neden olarak) emperyalizmin empozesi doğrultusunda 12 Eylül harekatı gerçekleştirilir. Bizim gibi ülkelerde bu ekonomik modelin uygulanabilmesi için siyasi iktidarın gerekliliğinden söz edilmiştir. Sömürge ülkelerde siyasi iktidar ancak ve ancak faşist iktidar aracılığıyla sağlanabilir. 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi böyle bir yönetime ihtiyaçları vardır. Bu ekonomik modelin sömürge ülkelerde faşist diktatörlükler aracılığıyla sürdürebildiğinin en tipik örnekleri Arjantin, Şili, Peru ve çeşitli Latin Amerika ülkeleridir. Bugün bu ülkelerin durumu gözler önündedir. Bu Fretmancı ekonomik model iflas etmiştir. Bunu görebilmek için öyle pek uzaklara gitmeye gerek yoktur. Ülkemiz en canlı ve göz önündeki bir örnektir. Bu ekonomik politikanın emekçi yığınları nasıl daha da yoksulluğa ittiğini bir avuç tekelleri nasıl palazlandırdığı gözle görülebilen açık bir durumdur.
12 Eylül harekatının gelmesinin belirli etmenlerinden biri olan Orta Doğuda yaşanan siyasal olaylardır.
Sözü edilen olaylar nelerdir?
Ve Orta Doğudaki gelişmelerle 12 Eylül harekatının ilintisi nedir?
Bilindiği gibi son yıllarda özellikle 1920 li yıllardan itibaren ABD emperyalizmi Orta Doğuda büyük sekteye uğramıştır. Emperyalizmin çıkarları bu bölgede zafa uğramış, Orta Doğu ABD için kaynayan bir kazan haline gelmiştir. Bu bölgedeki ABD nin ileri jandarma karakolu durumundaki ve emperyalizmin bölgedeki ekonomik ve siyasi çıkarlarının bekçisi durumundaki Şah yönetimindeki İran’ ın 1979 da emperyalist halkadan kopması ABD nin çıkarlarını ve planlarını alt üst etmiştir. Yaşanan süreç içerisinde savaş giderek bütün bölgeye yayılmaya başlamış, bölgedeki Anti-Amerikancı rüzgarlar fırtınaya dönüşmüştür. Bu fırtınayı dindirmeye yada sakinleştirmeye Amerikan emperyalizminin Orta Doğudaki en büyük jandarması durumundaki İsrailinde gücü yetmemektedir. Ancak yine de İsrail tarihi görevi olan ileri karakol durumunu en iyi biçimde kullanıp bölgede toplu katliamlar düzenlemekten geri kalmıyor. Sabra ve Şakilla katliamları bunların en tipik örnekleridir. Burada anlatmak istediğim durum Amerikan emperyalizminin bölgede ekonomik ve siyasi çıkarlarını kollayarak, yani emperyalizmin jandarmalığını üstlenecek bir karakola, bir bekçiye ihtiyaçları vardır. Amerikanın çıkarları için acil bir gereksinmedir bu. Çünkü 1980 na gelindiğinde bölgedeki kriz had safaya ulaşmıştır. Bu anlamda Türkiye gibi bir sıçrama tahtasına ihtiyacı vardı ve bu ihtiyacı karşılayacak ülkelerden en önemlisi Türkiyedir. Türkiyeyi kullanabilmesi kendileri için sorun değildi. Çünkü bir çok defalar ifade edildiği gibi Türkiye emperyalizmin, yani sömürge durumundaki bir ülkedir. Ve bölgedeki corafi durumundan dolayıda stratejik bir öneme sahiptir. Böylesi bir öneme sahip olan Türkiye emperyalist halkadan kopma olasılığı bile emperyalistlerce tahammül edilemez bir düşüncedir. İran’ dan sonra Türkiyeninde bu halkadan kopması emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarını felakete sürükleyecektir. Kısaca özetleyecek olursak Türkiyenin Orta Doğudaki emperyalizmin çıkarlarının jandarmalığını yapabilmesi için öncelikle iç sorunların çözülmesi gerekiyordu. Yani Türkiyenin istikrarlı bir yapıya büründürülmesi, görevlerini yerine getirmesi bakımından çok önemliydi. Bu anlamda ülkedeki istikrarı bozucu unsurlar olarak görülen devrimci muhalefet öncelikle bastırılımalıydı. Devrimciler yukarda anlatmaya çalıştığım durumlara engel olucu insanlardı çünkü. Emperyalizmin sömürgesi durumunda olmayı utanç verici bir gelişme olarak değerlendirdiklerinden dolayı mevcut sisteme savaş açmışlardı. Bu savaşı kendi lehlerine çevirebilmek için 1978 lerde başlayan askeri harekatın hazırlığı 1980 de gerçekleştirilir. Bu harekatın nedenlerini şu şekilde özetleyebilirim:
Birinci olarak: Toplumsal muhalefeti yok etmek;
İkinci olarak: Hakim sınıflar iktidarı (Oligarşi) arasındaki sömürüden aslan payını alma mücadelesinden kaynaklanan sistem iç çelişkiyi çözümlemek;
Üçüncü olarak: Orta Doğudaki Türkiye emperyalizm tarafından yüklenen görevlerini yerine getirebilecek bir yapıya kavuşmasını sağlamak için 12 Eylül 1980 da Ordu yönetime el koydu.
12 Eylül 1980 na kadar olan gelişmeleri çok kaba hatlarıyla da olsa açmaya çalıştım. Bir olay incelenirken her zaman bilimsel method olan neden-sonuç ilişkisi temelinde değerlendirilir. 12 Eylülde bu çelişki ve ilişki içinde değerlendirmek gerekir. 12 Eylülün nedenlerini ortaya koyduktan sonra biraz da sonuçları üzerinde durmak gerekir. Aksi halde bu harekatı objektif bir gözle değerlendirmemiş oluruz.
12 Eylül sonrası için çok şey söylenebilir Çünkü 12 Eylül sonrası dönemde çok şiddetli olaylar yaşanmıştır. Bu olayları kısaca açıklamak istiyorum.
12 Eylülün niteliği konusunda fazla söz söylemeye hiç gerek yok. Faşist MHP nin yöneticilerinden Agah Oktay Güner söylenecek bütün sözleri iki cümlede ifade etmiştir. “Fikirleri iktidarda, kendileri cezaevinde olan tek parti biziz” demektedir. Ne kadar ilginçtirki Ankara MHP davası Askeri savcısı Albay Nurettin Soyer MHP nin faşist ırkçı bir parti olduğunu, Anayasayı değiştirip yerine Faşist bir anayasa getirmek istediklerini iddanamesinde belirtmiştir. Her iki düşünceyede katılmamak elde değildir. Agah Oktay Güner “Bizim baştan beri savunduklarımızı ve gerçekleştirmek istediklerimizi 12 Eylül yöneticileri gerçekleştirmiştir. Anayasada yer alan bütün hükümler bizim baştan beri savunduğumuz ilkelerdir”. Burada görülüyoruz ki 12 Eylüllün hangi niteliğe sahip olduğunu.
O halde MHP li sivil faşistler neden cezaevine atılıp haklarında dava açılmıştır sorusu akla gelebilir. 12 Eylülün hemen sonrasındaki operasyonlara kısaca göz attığımızda yüz binlerce demokratı, ilerici, yurtsever ve devrimci unsurların içeriye atıldığını, bir okadarın işkenceden geçirilerek fişlendiğine, yaşam haklarının gasp edildiğine baktığımızda üç-beş yüz faşistin içeri alınması insana pek gülünç gelmektedir. 12 Eylül yöneticileri sağa da- sola da karşıyız imajını yaratmak için göstermelik olarak böyle bir yönteme başvurmuştur. Kaldı ki binlerce ilericinin, yurtsever ve devrimcinin ölümlerinde başrol oynayan MHP yöneticilerinin tümü serbest bırakılmıştır.
12 Eylülün içeriğini ve hedeflerini açıklamıştım. Yani 12 Eylül Askeri Harekatının ülkede yaşanan iç savaşa müdahale edilerek faşist saldırılara, katliamlara karşı oluşan faşizme karşı direnme mevzilerini yok etmek halkın direnme eğilimlerini parçalamak, bu unsurların yok edilmesi vesilesiyle ülkeyi dikensiz gül bahçesi haline getirmek istediklerini ifade etmiştim. Nitekim böyle de olmuştur.
12 Eylülün hemen sonrasında halka karşı korkunç bir saldırı kampanyası başlatılarak halkın faşizme karşı direnme mevzileri birer birer yokedilmeye çalışıldı; onlarca insan cezaevlerine doldurulup, yüzlercesi idam cezasına çarptırıldı, bir okadarı işkencelerde katledildi. Yani kirli savaşın bütün yöntemleri acımasızca kullanıldı. Ve bütün bunlar sözüm ona demokrasi adına yapıldı. Demokrasiyi yerleştirmek için bunarın yapılmasının gerekliliği üzerine ahkam kesildi, hala da kesilmetedir. Tarihin hiçbir döneminde hiçbir ülkede demokrasi anti-demokratik çağdışı yöntemlerle, insan hakları ayaklar altına alınarak yerleştirilmemiştir. Anti- Demokratik uygulamaların olduğu bir yerde demokrasinin kırıntısına bile rastlanamz. Bu uygulamalar herkesçe bilinmektedir. Öncelikle Anayasa fes edilmiş, Parlementosu -sendika Türk-iş in dışında- , DİSK kapatılmış ve buna karşılık MİSK göstermelik olarak kapatılmıştır. Bugün MİSK in faliyetleri serbest bırakılmıştır. Yine aynı şekilde siyasi partiler kapatılmış, kısacası zaten nispi olan demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırılmıştır. İşçi ücretleri dondurulmuş, taban fiatları en düşük düzeyde bırakılmış, işçilerin örgütlenme (sendika) hakkı gaspedilmiş, öğrencilerin dernekleşme hakkı tümden kaldırılmış, en temel insan hakları gasp edilmiştir. Bunlardan sonrada “demokrasiye geçiş” süreci diye de komik bir süreç başlatılmıştır. Önce yeni bir Anayasa oluşturulmuş, yukarıda sözü edilen bütün demokratik hakların kaldırılmasına yasal bir zemin sağlanmış, anti-demokratik uygulamaları bu Anayasayla yasallaştırılmıştır. İşçilerin grev hakkı göstermelik duruma getirilmiş, işverenlere büyük olanaklar sağlanmıştır Anayasadaki iş yasasıyla. Gençlik dernekleşme ve örgütlenme haklarından mahrum bırakılmıştır. YÖK aracılığıyla eğitim sistemi tamamen faşistleştirilmiş, kısaca emekçi yığınların tümü zincirli köleler haline getirilmiştir. Tüm bunlar demokrasi adına, özgürlükler adına, insan hakları adına yapılmıştır(!) Tüm bu yasalar halka kuvvet zoruyla onaylattırılıp ardında da % 98 oy oranıyla onaylandı diyerekte övünç kaynağı yaratılmıştır. Başlattıkları sözüm ona demokrasiye geçiş süreci 6 Kasım seçimleriyle devam ettirilip, seçim koşulları ve kimlerin seçileceğini kendileri belirleyerek göstermelik bir meclis oluşturulmuş, bu meclis aracılığıyla da polise geniş haklar tanıyan, kısacası halkı polisin eline teslim eden kanunlar çıkarılmıştır.
Öte yandan 12 Eylül öncesi ifade ettiğim nedenlerden dolayı bir türlü uygulanamayan 24 Ocak kararlarının uygulanabilirliğini sağlayan kanunlar çıkartılarak emekçi yığınlar acımasızca bir sömürüye tabii tutulmuş, yoksul kesim daha yoksullaşmış, orta direk diye tabir edilen kesim çökertilmiş, öte yandan yeni holdinkler türetilmiş ve ülke holdinkler cenneti haline getirilmiştir.
Ülkede kanunların, yasakların her türlü yasadışılığın, anti-demokratik ugulamaların kol gezdiği bir ülke haline getirilmiştir. İnsan unsuruna önem veren, yüreği halktan yana çarpan, demokrasiye sahip çıkmak isteyen bütün kesimler bu Anayasaya karşı çıkmışlardır. Çünkü bu insanlık görevidir.
12 Eylül hakkında en kısa biçimde söylenebilecekler bunlardır. Bu hareket ve beraberinde getirdikleri hakkında tarih hükmünü verecektir.
Bizler hakkında yapılan diğer bir suçlamada Anayasayı yıkma, değiştirmeye çalıştığımız yolundaki gülünç suçlamadır.
Devrimci Yol dergisinde Türkiyenin sosyal yapısına, yani ekonomik, siyasi, askeri, kültürel oluşumların değerlendirilmesi ve bu değerlendirmeler ışığında ülke somutuna uygun olan siyasi önermeler, yani çözümlemeler tek tek incelendiğinde Anayasayı değiştirmek ve yıkmak gibi bir iddamız ve bir hedefimiz olamdığını net bir şekilde görecektir.
Bu suçlamaların aksine bizler 1961 Anayasasındaki temel hak ve özgürlüklere her zaman sahip çıktık ve geliştirip, genişletip kök salması için çaba gösterdik.
Ne yazık ki 61 Anayasasına karşı olanlar, değiştirilmesini isteyenler bugün hala siyaset sahnesindeler. Burada yargılanması gerekenler bizler değil, bugün 1961 anayasasını yerle bir edenler olmalıydı.
1961 Anayasasına karşı olan fanatik sağ ve faşistler ağızlarını her açtıklarında anayasanın çok lüks olduğunu ve değiştirilmesi gerektiğini istemişlerdir. Bugün bizlerin yapmak istemediğini, yıkmak diye bir amacımızın olmadığını söylediğimiz halde, yine de yıkmaza kalkışmakla yargılanıyoruz. Oysa 12 Eylül harekatı yapılmasıyla birlikte temel hak ve özgürlükler rafa kaldırıldı; dernek ve sendikal çalışmalar durduruldu ( sadece düzen sendikası olan Türk-iş in dışında); siyasal partilerin tabelaları indirilip, fes edildi ve parlemento kapatıldı; hak ve özgürlüklerin olmadığı, gerici kesmin istek ve çıkarlarına hitap eden ve tekelci burjuvazinin istemleri doğrultusunda olan yeni bir anayasa hazırlanarak yürürlüğe konmuştur.
Buda gösteriyor ki 1961 anayasasını bizler değil, 12 Eylül harekatıyla birlikte yıkılmıştır. Bu da böyle bir iddanın gayri ciddi olduğunun açık örneğidir.
Aksine 61 anayasasının da değiştirilmesine değilde, bugün yürürlükte olan özgürlük ve hakların olmadığı; sendika ve derneklerin faliyetlerini daraltıp etkisiz kurumlar haline getiren; YÖK aracılığıyla ünüversiteleri ve yurtları birer cezaevi haline dönüştüren; zaten fazla olan polis teşkilatının sınırlarını ve yetkilerini genişleterek halkın üzerinde var olan zulmünü daha da meşru temellere oturtan v.b gibi adaletsizliği bağrında taşıyan bu anayasaya karşıyım. Her ilericinin, her yurtseverin, her devrimcinin, her aydının, her demokratın, hele hele kendisine insanım diyen her bireyin karşı çıkıp değiştirilmesi yönünde mücadele etmesi tarihi görevidir.
Bana isnat edilen olaylara geçmeden önce açıklamak istediğim silahlı eylemci olup olmadığımdır.
Bugüne kadar iki silah satın aldım ve ikisini de taşımasını bilmediğim için yakalandım. Oysa benim profesyonel bir katil, bir eylemci olduğumu ve tek mermiyle adam öldürüp, çeşitli eylemler yaptığım idda edilmekte ve idamla cezalandırılmam istenmekte. Nasıl olurda böyle profosyenel bir eylemci satın aldığı silahları taşımasını bilmediği için her seferinde yakalanır? Nasıl profosyenel eylemci 12 Eylülden sonra 10 binlira için soygun yapabilyor? (Bu parayı Yaser Hamiş soygundan sonra bizlere vermiş olarak polis zabıtlarında geçiyor) Bunlar aklın ve mantığın kabul etmeyeceği şeyler.
Yakalanmama gelince bunun tek nedeni devrimci olmam ve devrimci olarak tanınmamdan dolayıdır. Yaser Hamiş’ i ben bu vesiyle ile tanıdım, oda beni bu vesile yle tanıyor. Yakalanan silahlarda cinayetlerin çıkmasıdan dolayıda bizlerin üzerine taksim ettiler. Yapılan işkenceler zoruyla kabul etmek durumunda kaldım bu cinayetleri ve eylemleri. Her ne kadar bu eylemlerle ilişkim olmadığını, fakat devrimci olduğumu, duvarlara yazılar yazdığımı, pular yapıştırdığımı, afişler astığımı, mitinglere katıldığımı, Devrimci Yol dergilerini sattığımı söylememe rağmen dinletemedim, sonunda hazırladıkları senaryoya imza attım.
Yapılan işkenceleri anlatmaya gerek görmüyorum. Bu konuda sorgulamam da yeteri kadar anlattım. Zaten günümüzde polislerin işkence yapmadığını bilen yok. Herkes kendi adından emin olduğu gibi Türkiyede sistemli bir şekilde işkencenin var olduğundan eminler. İstenilen kadar polisi şirin göstermeye çalışıp işkence yapmadığını söyleselerde bu gerçeği kimse örtemez, örtmeye de gücü yetmez.
Poliste altına imza attığım 7 di olaydan 4 tanesi üzerimden düştü ve geriye üç tane kaldı. Bunların bazıları delil yetersizliğinden, bazılarıda itirafçı Selçuk Gültekin’ in beyanından dolayı düşmüştür. Geriye kalan üç olaydan cezalandırılmaman için Selçuk Gültekin gibi birinin çıkıpta bu olayları yaptığı yolunda beyanlarda bulunması mı gerekiyor?
Sayın savcının hazırlamış olduğu alel acele ve maddi temellere dayanmayan mütalasında hakkımda idda edilen olayları çelişkileriyle birlikte açmaya çalışacağım.
Kunduracı Kazım Yücel’ in öldürülmesi olayıyla bugüne kadar ilgimin olmadığını defalarca vurguladım. Ne yazık ki ilgimin olmadığını kabul ettiremedim. Aksine bu olaylarla ilgili tüm gelişmeler aleyhime dönüşmesi için elden gelen herşey yapıldı. Bunlardan biride teşhis edilmem.
Gerek poliste gerekse savcılıkta tanığın karşısına tek olarak çıkartılarak olayın zanlısı olarak gösterilip teşhis ettirildim. Poliste daha fazla tanığa baskı yapılarak gösterilmem sağlandı. Bunlar yetmezmiş gibi bir de mahkemede isim sırasına göre oturtulup ve ismimiz okunarak ayağa kaldırılıp tanığın daha kolay teşhis etmesi bir kez daha sağlanmış oldu. Şu noktaya inanabilirim, tanığın uzun boylu ve zayıf birini görmüş olduğuna. Ama tanık bunun dışında fazla açıklık getirmiyor. Beni iyi görmüş olduğunu söylemesine rağmen gözümdeki gözlüğün numaralı olup olmadığını dahi bilemiyor. Ayrıca suratımı, saçımı ve giyimimi tarif edemiyor. Bunlarda açıkça gösteriyor ki tanık polis zoruyla ve yapılan yardımlarla beni göstermiştir.
İkinci olarakta, olay yerine bırakılan yazıyla (Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyoruz. Devrimci Savaş Birlikleri) benim yazımın uyum içinde olduğuna. Bugüne kadar yakalandığımda poliste (emniyette), savcılıkta, son olarak dört sene sonra cezaevinden alındı yazı örneğim. Tabii bu arada evimize polisler giderek mektuplarımı aldıkları ayrı. Ne hikmetse en son alınan yazı örneğimin tuttuğu söylenmekte. Aradan 4 sene gibi uzun bir zaman geçiyor, sinirlerim yıpranıyor, yaşlanıyorum, yani büyük değişimler yaşıyorum da, el yazımda değişen birşey olmuyor. Bu kabul edilecek bir idda olarak görülemez.
Bu olayla ilgili silahın bende değilde, kimden çıktığı biliniyor, silahı kimden aldığıda, bu da gösteriyor ki silahlarla bir ilgimin olmadığını.
Bu olayla ilgili söylenecek fazla sözüm yok, çünkü özgürlüğümün kısatlanmış olmasından dolayı kendimi aklayacak ve suçsuzluğumu ispatlayacak delilleri bulmam imkansız; -Avukatlı kurumuda delil toplama çalışmasına yönelik olmadıpından- sadece bu olayları benim yapmadığımı söyleyebilirim.
Güzüde Kuyumcunun silah zoruyla soyulmasına gelince: Yine bu olayla ilgili yapılan tüm tehşisler Kazım Yücel’ in öldürülmesi olayındaki tehşisten hiç bir farkı yoktu. Ve yine gerek emliyette, gerek savcılıkta tanığın karşısına tek çıkartıldığım gibi, mahkemede de yine isim sırasına göre oturtulduk, isimlerimiz okunarak mağdurun karşısında ayağa kaldırıldık, beni tehşis etmesi sağlandı. Ve yine bu mağdur aradan üç buçuk yıl geçmesine rağmen saniyelik konusmaları dün gibi hatırlayabilmesi. Ne kadar saçma olduğu ortada. Bir anlık konuşmanın üç buçuk sene sonra tıpa tıp aynısı olduğunu söylemek insanın beyinsel yapısına ters düşer. Önemli olaylar hafızadan hiç bir zaman silinmez ama ufak ayrıntıları beyin her zaman dıştalar, yani unutur. Hele bir de aynı dükkanın iki kez soyulduğunu göz önüne alacak olursak birbiriyle karıştırılmısı ve bunun sonucu olarakta hatırlayabilmesi imkansız gibi görünmektedir. Ancak kapıda durdurulan ve silah zoruyla içeriye girdirilen ve içerideki kişiyle birlikte yere yatırılan Özer Barbaros adındaki tanık uzun süre soyguncuyla birlikte olamasına rağmen yüzleştirmede bizlerin olmadığını söylemiştir. Esas bizi görmesi ve tanıması gereken biri var ise oda içeridekinden daha uzun zaman görmüş olan, kapıda durduğunu söyleyen Özer Barbaros olmalıydı. Oysaki Özer Barbaros bizim olmadığımızı söylemekte. Akla şu soru geliyor: Kemal Büyükbayram polis ve savcılığa çağrılıyor, ifadesi alınıyor ve teşhis ettiriliyordu; Özer Barbaros neden çağrılma gereği duyulmuyor? Bu soruyu da sayın mahkeme heyeti cevaplandırsın ve bu olayla da ilgimin olmadığını açık olarak anlasınlar.
Diğer bir olayda Halı Mağazasının yakılmasıyla ilgili Savcının iddası sadece itirafçı Selçuk Gültekin’ in bir sözüne dayanmaktadır. “Adem Kütük’ le beraber yaktığımı söylemişim”. İtirafçı Selçuk Gültekin böyle bir soru sormadığı gibi cevapta vermiş değilim. Halı Mağazasını yakmadığımı bugüne kadar söyledim. Eğer yakacak olsam neden tarafsızlara, insanlara zararı olmayan, mahallece tanınan bir insana zarar vermeyi düşünelim. Böyle bir niyetim ve eylemci biri olsaydım hemen 20 metre ileride Adalet Partili olan Muhtarın –ki bu muhtarın çucukları faşist- mağazasını yakardım. Böyle bir niyet taşımadığım için yakma diye de bir eylemim olmamıştır.
Burada yürülüğe konulan İtirafçılık yasasına da değinmek istiyorum.
Bu konuda daha önce dilekçe yazıp göndermiştim. Ve yine İtirafçılık yasası denilen İftira yasasına şiddetle karşı çıkmaktayım. Çünkü bu tip yasalar toplumda tamir edilmesi zor olan yaralar açmaktadır. Bu gibi yasalar çıkarıldıkça toplumumuzun örf, adet ve kültürel yapıları zedelenecek ve her geçen gün yozlaşıp yok olmaya kadar varacaktır. Gün gelecek bizden sonra ki nesillerin hepsi birer kişiliksiz, kendine ve kimseye güveni olmayan, onursuz, zavallı insanlar haline gelecektir. Ve ozaman TC namussuzlar, onursuzlar, kişiliksizler, zavallılar Cumhuriyeti olarak anılacak ve söz edilecektir. Böyle olmasını istemeyen her yurtsever, demokrat, ilerici, aydın devrimci ve insan olan herkesin görevi bu ve bu gibi yasalara karşı çıkıp, insanların yozlaşmaması, bencilleşmemesi, hainleşmemesi için mücadele etmelidir. Ve bugün bu yasalardan yararlanmak isteyen ve yararlanmasını isteyen insanlara üzülüyor ve acıyorum. Çünkü bu insanlar kendine güveni olmayan aciz ve güçsüz birer yaratıklardır. Bu insanları sağlam karakterli ve güçlü kişilikli bir niteliğe kavuşmalarını sağlayacağımız yerde, bu gibi insanların çoğalmasına yardımcı olunması acizliğin örneğidir. Bu tür insanlar kendilerini kurtarmaları için elbette ki hayali mizanseniler hazırlayarak, suçsuz insanların üzerine suç yıkarak gemilerini kurtarmaya çalışacaklardır.
Bunlardan biride Abdulmuttalip Kurt’ tur. Hayalinde canlandırdığı mizenseniyi anlatarak Duru pastanesinin kurşunlanmasını benimle birlikte Adem Kütük’ ve Serdar Sarıgül’ ün yaptığını söyelemektedir, sözde tüm samimiyetiyle söylemiş. (Selçuk Gültekin de aynı olayla ilgili farlı bir ıftirada/itirafta bulundu) Fazla inandırıcı ve somut delillere dayandıramadığından dolayı, bu olayla ilgili (Adana da Devrimci Yol içinde sorumluluk yaptığı için) Selçuk Gültekin’ in beyanı ( iftirasını/ itirafını) dikkate alınmıştır. Yine bu onursuz insanlar gibi kişiliksiz Ahmet Özbulut ve şerefsiz Şehzade Kaygusuz’ da aynı onursuz ve kişiliksizliği göstererek benim ve bir çok arkadaşım hakkında tahmini ve hayali beyenlarda bulunmuşlardır. “Devrimci Yol’ un silahlı militanı olduğumu, birlikte kaldığımız koğuşta fıkra anlatır gibi yaptığım olayları anlattığımı söylemekteler. Kaldı ki bu insanlara hayat hikayemi anlatacak kadar samimiyetim de yoktur; ayrıca bu iki şerefsiz kişide –Ahmet Özbulut ve Şehzade Kaygusu- Devrimci Yolcu değildir, dolayısıyla Devrimci Yolcu olmayan birininde Devrimci Yolcular hakkında bilgi sahibi olmasıda mümkün değildir. İnsanlıktan, onurdan nasibini almamış bu insanlar kendilerini kurtarmak için bir takım hayali şeyler üretmek zorundalar. Akılları yetmediği yerde polisin ve savcının yardımıyla teker teker insanlar hakkında yorum yapıp suçlar atılmıştır. Yapılan bu yorumlar ve atılan bu suçlar polisin hazırlamış olduğu mizanseniyi tamamlayan ve doğrulayan bir şekildedir. Ancak bu kadar gülünç bir komedi yazılabilir; bunuda ancak polis başarabilir.
Sayın mahkeme heyetinden isteğim şudur: Böyle insan neslinin, karekterinin ve onurunun yüz karası olan bu insanlara gereken cezanın verilmesi ve bu gibi insanların topraktan mantar gibi türemesinin enegellemesidir, ciddiye alınmamasıdır; ve bu gibi yasalara insan olarak karşı çıkıp toplumumuzda gelecekte oluşacak büyük yaralara şimdiden engel olunması. Eğer insan olarak bu görevi yerine getirmez isek gelecekte toplumumuzda oluşacak acı olayların sorumlusu bizler oluruz. Bunun aksine sağlam karakterli gençlerin yetiştirilmesine, toplumumuzun örf ve adetet ve geleneklerine sahip çıkıp güzelleştirilme ve yetiştirme yönünde çabalar harcayıp, saygıyla anılan insanlar olmalıyız. Yoksa tarih bizi insan nesline ve toplumda derin yaralar açan ve yozlaştıran insanlar olarak yargılayıp tarihin çöp sepetine atar. Bu gibi yasalarla mücadele etmek bizlerin tarihi görevidir. Bu görevi her insan yerine geitrmekle yükümlüdür.
Son olarak şunu söyleyebilirim:
Ben devrimciyim, devrimci olmamdan dolayıda Faşizmei Emperyalizme ve Oligarşiye karşı mücadele verdim Eğer Emperyalizme ve Faşizme karşı mücadele etmek suç ise verilecek cezaya razıyım. Ancak bana isnat edilen suçları işlemediğim için ve Faşizme karşı mücadele etmek suç teşkil etmediği için beratımı istiyorum.
Muhittn Çoban
16 Haziran 1986
YORUMLAR
Ernesto Che Guevara, Fidel Kastro, Ho şi minh, Mao Yedung, Lenin ve tarihte ilk kurtuluş savaşlarından birini gerçekleştiren Mustafa Kemal en anlamlı, en somut örneklerdir.
SİZ Mİ... HAYDİ BAŞKA KAPIYA EFENDİİİİİİİ BAŞKA KAPIYA GİDİNİZ BAŞKA ÜLKELERDE BU DEVRİMCİ DÜŞÜNCEYİ YAŞAYINIZ......