- 450 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SIR....5. BÖLÜM...
Artık odanın içinde hepsi bir aradaydı. Esen soğuk rüzgârların eşliğinde, korku içindeydi genç kız. Ne geldiyse başına, İstanbul sevdasından gelmişti. Ne vardı ki bu şehirde de, gelip, başına iş açmıştı. Bir yandan da lanetler yağdırıyordu içinden. Adeta mıknatıs gibi kendine çeken bu şehrin ve bu garip insanların esareti altındaydı şimdi.
Binlerce düşünce geçiyordu zihninden: Çocukluğu, anacığının ölümü ve başına gelen her ne varsa…
İsmi ‘’Sevinç’’ idi ama sevinç içinde geçen tek bir mutlu günü olmamıştı. Bağnaz bir kasabada geçen ömrü, ilk gençlik yıllarında yaptığı hatalar ve şimdi de içinde bulunduğu bu inanılmaz ortam.
Görüntü itibariyle aynıydı Muzaffer ama gözleri bir garip bakıyordu. Yoksa o da biliyor muydu genç kızın başına gelenleri… Nereden bilebilirdi ki… Çok olmuştu o gideli, bebeğine hamile iken. Kim bilir belki de dedikodu çarkı İstanbul’a kadar işlemişti. Milletin ağzı torba değil ki büzesin.
Zavallı bebeği aklına gelince, gözleri dolu dolu oldu. Masum yavrusu, nasıl da kıymıştı ona. İşte yine, geçmişi ile yüzleşiyordu için için. Daha dün gibiydi yaşadıkları. Ama hiç sırası değildi bunları düşünmenin. Yapması gereken; bir an evvel kaçmaktı bu ne idüğü belirsiz insanlardan. Aklı almıyordu olanı biteni. Hani Muzaffer yoktu buralarda, nasıl bir anda çıka gelmişti. Belli ki akıllarından zoru vardı tümünün. İvedilikle toparlanıp, bir şekilde dikkatlerini dağıtıp, çıkıp gitmesi gerekiyordu. Ama nasıl; eti budu neydi ki; bu adamlarla başa çıksın…
Ve Ali geldi aklına, öyle ya, o terk edip onu gitmemiş olsaydı, bunların hiç biri başına gelmezdi. Ne vardı ki, onu öylece bırakıp, iş kurmak için taşı toprağı altın bu şehre gelecek; o günden beri hiç görmemişti onu. Nerelerdeydi kim bilir…
Nasıl da tutulmuşlardı birbirlerine, nasıl da aklını başından almıştı. Hayatının hatasını yapmıştı oysa ona inanmakla.
‘’Şimdi sırası değil, kahretsin,’’ diye söylendi kendi kendine.
‘’Allah’ım ne olur, yardım et,’’ diye de dua ediyordu bir yandan.
Bir anda doğrulup, Muzaffer’e baktı: ’’ Ağabey, ne oluyor, ne istiyorsunuz benden, bırakın da gideyim’’ diyecekti ki, şamarı yedi. Ateş gibi yanıyordu yüzü. Ve ardı arkası kesilmedi gelen tokatların. Muzaffer, çıldırmışçasına bağırıyordu, deli gibi üzerine yürüdü Sevinç’in.
Aniden, yaşlı adamın ikazıyla, oda yankılandı: ‘’Yeter, oğul, yeter, ölüsü değil, dirisi lazım bize,’’ diye girdi araya.
Sevinç, aldığı darbelerin etkisiyle, acı içinde kıvranıyordu ve feryat figan bağırıyordu bir yandan: ‘’Yalvarırım, bırakın gideyim.’’
Savunmasız, minyon bedeni zangır zangır titriyordu. Bir kez daha üzerine yürüdü, öfkeli kuzen.’’Kaltak, nasıl yaparsın, söyle…’’
Belli ki, olan biten her şeyden haberdardı. Böylesi hakaret ve ithamlara öylesine alışmıştı ki geldiği yerde, duygusuzlaşmıştı adeta. Adını bile söylemez olmuştu insanlar, kullanılan sıfatlar, isminin yerini almıştı…
Kolundan sürüklemeye başlayınca Muzaffer ve adını bilmediği, nursuz bakkal; artık anladı ki kurtuluş yoktu onlardan. Öte yandan, yaşlı adamla kadın, her şey normalmişçesine, sedire oturmuş, film izler gibi onları seyrediyorlardı.
Yerlerde sürükleyerek, koridora çıkardılar zavallıyı. Leş gibi kokan, küçük ve karanlık bir odaya soktular akabinde. Beline yediği tekmeyle, öğürmeye başlamıştı.
‘’Zıbaracaksın ve sesini de çıkarmayacaksın, anlaşıldı mı,’’ diye de tembihleyip, kapıyı üzerine kilitlediler.
Acı içinde kıvranıyordu, el yordamıyla, doğrulmaya çalıştı, ne mümkün. Bir anda tenine değen soğuk, belirsiz bir nesneyle irkildi. Ve dokundu, karanlıktan hiçbir şey seçemiyordu oysa gözleri.
Öte yandan, dışarıdan gelen sesler kesilmişti.
‘’Burada öleceğim.’’ diye geçirirken içinden, karanlığa alışan gözlerinin gördüğü şeyle, istem dışı bir çığlık attı. Burası onun mezarı olacaktı…
Devam edecek……..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.