- 406 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BAŞLIKSIZ
Islak taşta yüzükoyun yatıyordu. Yağmur oluk oluk akan taşa yayıyordu. Kimsecikler yoktu etrafta. Soğuk yağmur sıcak kan ile birleşince buhar çıkartıyordu yaşamdan uzaklaşan vücudundan. Sırtındaki ürpertiye rağmen hiç üşümüyordu. Aksine bütün bedeni alev alev yanıyordu. Bir ayakları üşüyordu.
Öldüğünü anladı. Çok korkuyordu. Yaşayacağı vardı daha annesi için, kardeşi için, babası için. O hep inandığı ve bu hayali yüzünden alay konusu olduğu aşkını bulacaktı. Hiç beklemediği bir anda görecekti onu. Gündüzse her yer pespembe olacaktı. Sonra gökyüzü öyle bir maviye boyanacaktı ki cennet göğü gibi; kimse görmemiştir böyle güzel mavi. Anka kuşları uçacaktı tepelerinde, Kaf Dağı’na bile tepeden bakacaktı. Geceyse havai fişekler patlayacaktı milyonlarca. Gökyüzü yıldıza kesecekti sığamayacaklardı göğe de binlercesi kayacaktı. Binlerce de dilek tutacaklardı. Böyle bir sevgiyi anlatacak ne şiir ne şarkı yazılabilecekti. Belki bir gün sürecekti ya binlerce yıla bedel olacaktı.
Kan yayılmaya devam ediyordu. Elleri vıcık vıcık kana bulanmıştı. Birden yüzünden vurulmadığına sevindi. Ailesinden biri büyük ihtimalle babası onu teşhis etmeye gelecekti. Evladının yüzünü hep gözündeki gibi temiz ak pak görsündü. Sıcaktan yanmış, yara bere içinde kalmış yüzünü, yarılmış dudaklarını, morarmış gözlerini değil; kendi gözündeki evladını görecekti. Ciğerinden geçen metalin bıraktığı boşluğu görüp onunda ciğeri delinmeyecekti. Ama ağlayacaktı. Çok ağlayacaktı.
Gülümsemeye çalıştı. Annesi huzur içinde öldüğünü düşünsün, acı çektiğini anlamasın diye gülümsedi belli belirsiz. Sarılıp ağlayacaktı ona. Cenazesi kalkmadan, yıkamadan önce; bir gün önce onu kesip biçen adamlar onu dışarıya çıkarana kadar öpüp okşayacaktı yavrusunu. Ah ne çok özlemişti annesinin ellerini. Hissedecekti onu severken; hissedecekti ya kalkıp öpemeyecekti ellerini. Çuval gibi masada küçülmüş, erimiş, sünmüş sanki öylece yatacaktı.
Kardeşi gelecekti en son. Yine öyle çekingen annesi ile babasını kaldırmaktan, onlara dayanak olmaktan ne ağlayabilmiş ne dövünebilmiş. Gözleri o güzel kahverengi ama en güzel tonu. Gözleri daha bir kocaman olmuş. Hiçbir şey yapmayacaktı. Başında dikilip bakacaktı. Aslında öfkeli ama çok öfkeli ama kızsa neye yarayacaktı. Bir şarkı söylese ya. En çok ona içi yanacaktı. Hem de öyle bir yanacaktı ki ruhu ta cehennemden dönecek, kalkacak sımsıkı sarılacaktı kardeşine. “Üzülme” diyecekti. “Ben iyiyim.” Bu fırsatı ona verseler son bir kez canına sarılabilse sonsuza dek cehennemin dibinde yanmaya razıydı.
Günahları geldi akına. Tövbe etmeyecek kadar gururluydu. Hak etmişti. Aldığı canlar da böyle düşünmüştü işte. İnsanlar ölünce sadece nefesleri gitmiyordu ki yaşamları, sevdikleri, en önemlisi hayalleri gidiyordu.
Sıcaklık hissi artıyordu. Elleri, ayakları iyice uyuşmaya başlamıştı. Susamıştı. Vücudunun hissizliği artıyor ancak burnuna gelen toprak kokusu gittikçe artıyordu. Genzi yanıyordu. Sırt üstü yatmak istedi. Gökyüzüne bakmak istiyordu. Mezarımın başına iğde ağacı dikseler diye düşündü. Dönemedi elbette. Fazla uğraşmadı gerçi uğraşsa da faydasızdı zaten. 50 kiloluk bedeni 1 ton olmuştu sanki artık. Etraf bulanıklaşıyordu. Ağzı kan ve toprakla dolmuştu. Biraz uzağında bir kaplumbağa vardı. Ona doğru geliyordu. Boyunu kopacak gibi ileriye doğru uzatmış kan kokusuna geliyordu. Kaplumbağa et yer miydi hiç? Neden yemesindi? Kendisi cana kıyar mıydı hiç? Kıymıştı işte. Korktu. Kaplumbağadan kendinde korktu. Korkmak son gücünü de tüketmişti. Gittikçe yaklaşan vicdansız kaplumbağanın görüntüsü siliniyordu gözünden.
Birden yarasının acıdığını hissetti. Oradan başlamıştı demek pis hayvan. Ağzından boşalan kan bütün yüzünü kaplamıştı, gözlerini açamıyordu. Denediğinde gözleri yanıyordu. Zorlukla araladı. Bir asker onu kontrol ediyordu. Ölü olup olmadığını anlamak için onu çevirip yüzüne doğru eğildi.
Nefesleri birbirine karışıyordu. Güçlüydü. Açlık, dağlar, soğuk onu diğerleri gibi zayıflatmamıştı ama yorgundu, bıkmıştı artık. Bakışlarından belliydi. O da özlemişti annesinin ellerini, babasının kaç yaşına gelirse gelsin güven veren omzunu, kokusunu. O da bir evlat, bir oğul değil miydi?
Bunları düşünürken bakışları buluştu. Asker acıyarak bakıyordu yüzüne. Acımasına şaşırdı. Onca ailenin kalbine ateş düşüren, onca çocuğun, babanın, kardeşin, eşin, sevgilinin canına kıyan kişinin yüzüne baktığını bilmiyor muydu? Bakışlarının şefkatinden utandı. Ama bakışlarını kaçırmadı hak ediyordu. Hâkimlerin önüne çıksa, işkence görse, adalarda ki hapishanelerde, tecritte kalsa yıllarca bu kadar pişmanlık duymazdı. Böyle işlemezdi hüzün içine.
Askerin arkasındaki gök yıldıza boğulmuştu. Aynı anda havai fişekler patlıyordu pespembe gökyüzünde. İğde kokusu geldi burnuna, ağzındaki kan tadı taze ekmeğe dönüştü. İyice körleşen kanlı gözlerini açmaya çalıştı. Yitiğine kavuşmuş gibi hissetti kendini. Ne tuhaf hiç karşılaşmamışlardı, beraber olmamışlardı, dokunmamışlardı birbirlerine yine de biliyordu işte. Askerin ellerinin her boğumunu, üniformasının içinde görünmeyen sol adelesindeki bandajı, postallarının ona büyük geldiğini, karanlıktan korktuğunu, gördüğü onca acıya rağmen hala çocuk gibi bakan gözlerinin ardındaki her sırrı her düşünceyi, kalbinin şu aynada herhangi bir zamanda nasıl bir ritimde attığını, onunda şu an aynı şeyleri hissettiğini biliyordu.
Asker hislerinden utandı. Belki de korktu. Sadece ölülerin hiçbir şeyden korkmadığını anladı. Artık korkmuyordu ölmüştü çünkü. Son bir nefes kalmıştı canında. Tutuyordu. Ona biraz daha bakabilmek için vermiyordu nefesini. Asker bunu anlamış gibiydi. Belki acısına son vermek belki de onlara doğru gelen diğer askerlerin sesini duyduğu için gözlerini gözlerinden ayırmadan ayağa kalktı. Silahını doğrulttu. Belki bir gün sürecek aşkı birkaç dakikaydı işte.
Zorlukla babasını düşünerek kalan son nefesinde “ başımdan vurma” diyebildi. Askerin gözünden düşen yaşla silah patladı sonra. Ağıta durdu dağlar, tepelerinde açan kardelenler soldu. Gece kuşları uçuştu. Kaplumbağa kabuğuna saklandı. Etrafa saçıldı can parçaları.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.