- 630 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ZAMANLAR...
Evlenip, yuvadan uçan evlatlar genelde ayrı ve farklı bir dünyaya yelken açtıkları için midir, bilinmez, sık sık uğramazlar baba ocağına. Hele ki her gün, düzenli olarak aynı saatte mi: Mümkünatı yok. Genelleme yapmak ne kadar doğru tartışılır ama bildiğim şu ki: Yılmaz Ağabey, kesinlikle bu grubun haricinde. Kim mi, peki anlatayım…
Daha öncesine gidersek, evlenmeden önce de, sonrasında da, ailesinin göz bebeği ve bir tanecik oğulları. Beni hep şaşırtır ve gülümsetirdi: Ne de olsa babasını kopyasıydı. Beklenmedik şakaları, inanılmaz esprileri ile mutlu olurdum. Özellikle, kardeşim doğmadan önce, büyük ihtimalle kardeş sevgisini onda tatmıştım.
Tam bir çekirdek aileydi onlar. Sessiz, sakin yaşantıları, birbirlerine olan düşkünlükleri ile takdire şayan muazzam insanlardı. Üst katımızda yaşayan sevgili komşularımız, komşuluğun da ötesinde, sımsıcak dostlarımız olmuştu, ezelden beri.
Yılmaz Ağabey, vatani görevini yapıp geldiğinde, oldukça şaşırtmıştı görenleri. Her ne kadar dış görünüm, kimseyi ilgilendirmese de, nedense ters giden bir şeyler olduğu doğmuştu içime. Tezkeresini alıp, döndüğünde, yaptığı espri şuydu:’’ Vücudumun yarısını orada bıraktım.’’O yapılı adam gitmiş, yerine bambaşka biri gelmişti adeta. Bahanesi ise, aşırı yaptığı spor ve özen gösterdiği beslenmesi idi.
Kısa zaman zarfında, mutlu bir izdivaçla, dünya evine girdi. Dünya tatlısı bir kızdı eşi. Saygıda kusur etmeyen, sessiz ve sevgi dolu…
Yakın civarda oturuyorlardı. Ve her gün iş çıkışı evine gitmeden önce ailesini ziyaret etmeyi hiç ihmal etmezdi: Aynı saatte hem de. Müzeyyen Teyze, bilirdi onun geliş saatini ve pencerede beklerdi dakikalarca. Ya bir çiçek ya da elinde ufacık bir torbayla gelirdi hem de hiç aksatmadan. Övünç kaynağı idi anne ve babasının. Fazla dışarı çıkmayan annesi, öyle mutlu olurdu ki onun vefasıyla, anlatırken gözleri dolardı her defasında.
Yılmaz Ağabey’i en son gördüğüm gün ve an, hala dün gibi hatırımdadır. Soğuk bir Aralık akşamı, büfeden sigara alırken rastlamıştım ona. Ve tatlı tatlı gülümseyip, hal hatır sormuştu. Nereden bilebilirdim ki, bunun onu son görüşüm olduğunu.
Aslında bir farklılık sezmemiş değildim hani, o gün. Ama konduramamıştım kötü bir şey, aklıma gelmezdi ki. Avurtları çökmüş, sanki daha da zayıflamıştı. E, kolay değildi tabi, her gün sayısız kere şınav çekmek. Tam bir sporcuydu ne de olsa.
Kısa bir süre sonra, babasına rastladım yolda, telaşlı bir hal içinde bir yere gidiyordu. Sorduğumda, oğlunun rahatsızlanıp, hastaneye yatırıldığını söyledi. Gerekli tetkikler yapılıp, taburcu olacağı ümidiyle, üzgün üzgün başını salladı. Basit bir rahatsızlığı olduğu düşüncesi haricinde hiçbir kötü ihtimal yoktu ortada. Keşke haklı çıksaydık, keşke…
Ne var ki, akabinde aldığımız haberler hiç de iç açıcı değildi. Kısa zaman zarfında, durumu ağırlaşmıştı. Evden çıkmayan annesi, her gün oğlunu görmeye gidiyor ve umut ediyorlardı toparlayacağına; en az bizim kadar. Onların üzüntüleri, beklentileri inanılmaz derecede acıtıyordu kalbimi, biz de farklı değildik onlardan.
Bir ay geçmemişti ki, aldığımız haberle yıkıldık. Onların üzüntüsünün yanında neydi ki bizim acımız. Bırakın ölümü, hastalık kondurmak bile akıllara zarardı.
Evlerinin neşesi değildi tek solan, tüm komşular yas içindeydik. Yürekleri dağlanmıştı, ötesi var mıdır evlat acısının. O dağ gibi baba, evladının gidişiyle belki yirmi otuz yıl yaşlandı bir anda, hem de inanılmaz kadar kısa bir süre içinde.
Her gün, evin rutin alışverişi için dışarı çıkan adam, eşi gibi çıkmaz oldu evden. Bırakın dışarı çıkmayı, pencere önüne bile gitmez oldular. Öyle ya, artık gelen giden yoktu, arada sırada gelen gelinlerinin dışında. Hiçbir söz bulamıyorduk onları avutacak, hiçbir şey yapamıyorduk, üç beş teselli sözü dışında. Yaşanacak en büyük acıyı tatmıştı onlar.
Onun gidişinin üzerinden kısa bir zaman geçmişti ki, bir gece yarısı, inanılmaz bir gürültü ile uyandık ailecek. Kelimenin anlamıyla, inanılmaz bir bağrış çağrış, feryat içindeydi yukarıdaki komşularımız. Koşa koşa üst kata çıktığımızda, banyoda yerde yığılmış yatarken gördük, Yılmaz Ağabey’ in babasını. Çarpmanın etkisiyle bayılmış, kendinden geçmişti. Gelen ambulansla, oğlunu kaybettikleri hastaneye kaldırıldı akabinde.
Acıları, acımız çok taze iken, bir hafta içinde onu da kaybettik ebediyen. Dilim varmıyor ama adamcağız bu acıya dayanamamıştı. Nasıl bir yazgıdır bu Allah’ ım. Müzeyyen Teyze’nin yaşadıkları inanılmazdı. Ailesi yok olmuştu, bir anda, aniden.
Nasıl dayanırdı bu kadın, nasıl başa çıkacaktı, hiçbir söz bulamıyorduk onu teselli edecek, kimse de bulamazdı. Perişan bir halde, yapayalnız kalmıştı. Önce evladı, ardından hayat arkadaşı peş peşe terk etmişlerdi onu.
Yaşadığı ev, artık bir zindan olmuştu onun gözünde: Her köşesi hatıra dolu bir zindan.
Ve neyi var neyi yok, her şeyi olduğu halde bırakıp, bir huzur evine yerleşti Müzeyyen Teyze. Asla da uğramadı evine tek gün dahi. Şimdi, orada yaşıyor, aslında yaşamaya çalışıyor. Arada uğrar gelini, ziyaret eder, elinden geldiğince teselli eder…
Senelerdir üst katımız terk edilmiş öylece durur. Bazen, ne gariptir ki, tıkırtılar duyarız yukarıdan gelen, evde birileri yürüyormuşçasına. Olacak şey değil, her defasında da başka yerden geliyordur sesler diye de geçiştiririz. Gecenin sessizliğinde, herkes uykudayken bile duyduğumuz olur bu ayak seslerini. Kim bilir, belki de yaşanan acılar, depresif duygulardır bizi böyle yapan. Akabinde yorum bile yapmayız, aynı anda aynı gürültüleri duysak bile…