- 1437 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
UYUSUN DA BÜYÜSÜN EEE EEEE
Dandini dandini dastana
Danalar girmiş bostana
Kov bostancı danayı
Yemesin lahanayı
Huuu huuu huuu hu!
Romantik insanların yaşadığı yılların beşiğinde sallanırken dinlediğimiz ninniydi bu. Bostanlarımızda taze lahanalar, bir de o lahanaları yemeye bayılan sevimli, benekli danalar vardı. Bostancı amca, elinde ince bir değnekle danaları bostandan çıkarırdı ve annemiz bize mis gibi lahana yemekleri pişirirdi. İyi ki bostancı amcamız ve onu uyaran annelerimiz vardı. Yoksa biz çocuklar maazallah aç kalırdık.
Dandini dandini danadan
Bir ay doğmuş anadan
Kaçınmamış Yaradan
Mevla korusun nazardan
Huuu huuu huuu hu!
Hepimiz ay parçasıydık ailemizin gözünde. Nazara gelmeyelim diye yanaklarımıza kömür sürerlerdi. Bebekken zıbınımızın omzuna takılan muskalar, gelinlik ve askerlik çağımıza kadar üstümüzde kalırdı. Banyo yaparken çıkartılırdı sadece. Zaman zaman mübarek ağızlardan dualar okunmuş pirinç tanelerini besmele çekerek yutar, nazar boncuklarıyla süslenirdik. Böylesine güzel çocukların huyları, ahlakları da güzel olmalıydı elbet! Sık sık sonları “E mi?” ile biten tembihler yapılırdı bir kulağımıza. Öbür kulağımız o sırada kapatılırdı tembihler çıkıp gitmesin diye. Çıkıp gittiği zamanlar da olurdu. İşte, bunun cezası olarak; hangi kulaktan çıkmışsa o kulak çekilirdi ve biz o acının verdiği dersi artık hiç unutmazdık. Başkalarının yanında azara tutulmazdık. Büyüklerimiz bizi kaşla - gözle idare ederdi. Bir isteğimiz olduğu zaman annemizin gözünün içine bakardık ve o gelmemizi işaret ederse, yerimizden kalkıp kulağına fısıldardık her ne söyleyeceksek. “Maşallah ne kadar terbiyeli büyütmüşsünüz.” iltifatı alan annemizin koltukları kabarır, bizlerle gurur duyardı. Zaten “terbiyesiz” sözü pek sık söylenmezdi çocuklar hakkında. En fazla, “yaramaz” olurduk.
Dandini dandini danaylı
Kaplarımız kalaylı
Kızım konak gelini
Oğlum olsa saraylı
Huu huu huu hu!
Ah o bakır kaplar! Sokaklarımızdan bağıra çağıra geçen kalaycılar… İspirto ocakları, gaz lambaları, tahta kaşıklar, tel dolaplar, çalı süpürgeleri… Bahçelerimizde, balkonlarımızda, pencere pervazlarında renk renk çiçekler, ağaçlara kurulmuş ip salıncaklar... Seksek oynadığımız daracık sokaklar... O sokaklara tebeşirle çizilmiş kaleler... Bir cebimizde cam misketler, öbür cebimizde topacımız, yanımızda bir küsüp bir barıştığımız kan kardeşimiz... Baş tacı yapılan ve her derdine, sevincine ortak olduğumuz, akrabadan öte tutulan candan komşularımız… Heyecanla beklenen bayramların öncesinde yeni ciciler alınır; arife geceleri rugan ayakkabılarımızı yastığımızın yanına koyup öyle uyurduk. Bayram sabahı el öpmeye yan komşumuzdan başlar ve civar mahalleleri dolaşır, bayram harçlığı toplardık. Şekerciye, baloncuya, lunaparkçıya gün doğardı. Okula başladığımız ilk günlerde annemizin elini tutarak oturduğumuz sıralarımızda, öğretmenimizin tatlı sesinin verdiği güven sonrası “Eti senin, kemiği benim.” teslim törenini olurdu ve akabinde üçer kişilik sıralarda oturan diğer minik arkadaşlarımızla hemencecik kaynaşırdık. Kırmızı kurdelelerimiz, beyaz yakalarımız, siyah önlüklerimiz, “büyük adam” olma hayallerimiz, okul tatile girdiğinde arkadaşlarımızdan ayrılırken yalansız gözyaşlarımız vardı. Kaç kardeş olursak olalım; annemizin babamızın bir tanesiydik. Konaklara, saraylara lâyıktık. Davulcuya - zurnacıya gitmememiz için gözleri daima üzerimizdeydi. Sıkılsak da isyan etmek aklımızın ucundan geçmezdi. Bu zapturaptı sevildiğimize yorardık ve biz de ailemizi çok severdik.
Dandini dandini danaylık
Benim oğlum on aylık
On olmasın, beş olsun
Güzellere eş olsun
Eee eee eee e!
Çamaşır suyunda ağartılmış, çivite bastırılmış, üç kere durulanmış çamaşırlarımızın iki ağaç arasına gerilen sicimlere, rengârenk mandallarla tutturularak asılmasıyla, ipler arasında koşturmamız bir olurdu. Ta ki durumu fark eden annelerimizin eline terlik alıp bizi kovalamasına kadar, çamaşırları çekiştirip dururduk. Onca tembihe rağmen ağaçların tepesine tırmanıp kaç kere düşmüşüzdür, Allah bilir! Uf olan yerlerimize üflene üflene tentürdiyotlu pamukla pansuman yapılmıştır. Bizler anne öpücüğüne boğulmuş yaraları olan, şanslı çocuklardık. Babamızın omuzlarına bindiğimizde aşağıya sarkan ayaklarımızı tutan o güçlü ellere hayrandık. Kardeşlerimizin yaramazlıklarını -tüm itiraf ısrarlarına rağmen- gizler, birbirimizi ele vermezdik. Küçükler, ağabey ve ablalarının küçülen elbiselerini hiç gocunmadan giyerdi. “Eski olmadan yeni olmaz.” mantığını o küçük yaşlarda benimsemiştik. Bu yüzden, irili ufaklı kare yamaları kafamıza takmazdık. Kızların sıkıca örülmüş saçlarını çekip kaçan oğlanların “İleride çapkın olacak.” teşhisiyle hoş görülerek, oğlanların kollarını ısıran kızların ise “Bu kıza dikkat etmek lazım. Şimdiden böyle yaparsa…” diye uyarılarak muhabbetlere konu edilmesini dert edinen feministlerin daha hayatta olmadığı o yıllarda, çokça güzel rüyalar görürdük ve hepsi de renkliydi.
Devran nasıl böyle hızlı döndü, bugüne ne ara ışınlandık; hiç bilemiyorum. Aslında şu anı anlatmak da değil derdim. Kendimi ninniye kaptırdım, yazıyorum. Uyuyup da büyümeyen ve hep çocuk kalan yüreğimin köşesinden, muhabbetle…
Mücella Pakdemir
YORUMLAR
Beni de çocukluğuma taşıdı bu güzel anılarınız.
Şu söz dinleme veya öğüt kısmına takıldım.
Kişi zararlarını anlattığı ve bu nedenle yapılmamasını istediği davranışı kendisi yapıyorsa inandırıcı olmuyor.
Tabi ki sigaradan söz ediyorum.
Bizler zararları nedeniyle kaçınmak ne kelime, sigara içmeyi büyüklük kabul ederdik. Merhum dedem köydeki eve verdiği 10 paketlik sigara siparişini götürürken her bir paketten ikişer sigara içerdim.
Nedendir bilinmez bu sigara bende asla bağımlılık yapmadı.
Delikanlılık çağımda yaşıtlarımın çoğu içerdi ve bana da ikram ettiklerinde geri çevirmezdim.
Ama hayata atıldıktan sonra hiç ihtiyaç duymadım...
Bizim köyde "yaramaz" yerine "feşel" derlerdi. Bu kelime Giresun'a özgü olmalı. Giresun'dan ayrıldıktan sonra hiç duymadım...
Çamaşır suyunda ağartılmış, çivite bastırılmış, üç kere durulanmış çamaşırlarımızın iki ağaç arasına gerilen sicimlere, rengârenk mandallarla tutturularak asılmasıyla, ipler arasında koşturmamız bir olurdu. Ta ki durumu fark eden annelerimizin eline terlik alıp bizi kovalamasına kadar, çamaşırları çekiştirip dururduk. Onca tembihe rağmen ağaçların tepesine tırmanıp kaç kere düşmüşüzdür, Allah bilir! Uf olan yerlerimize üflene üflene tentürdiyotlu pamukla pansuman yapılmıştır. Bizler anne öpücüğüne boğulmuş yaraları olan, şanslı çocuklardık. Babamızın omuzlarına bindiğimizde aşağıya sarkan ayaklarımızı tutan o güçlü ellere hayrandık. Kardeşlerimizin yaramazlıklarını -tüm itiraf ısrarlarına rağmen- gizler, birbirimizi ele vermezdik. Küçükler, ağabey ve ablalarının küçülen elbiselerini hiç gocunmadan giyerdi. “Eski olmadan yeni olmaz.” mantığını o küçük yaşlarda benimsemiştik. Bu yüzden, irili ufaklı kare yamaları kafamıza takmazdık. Kızların sıkıca örülmüş saçlarını çekip kaçan oğlanların “İleride çapkın olacak.” teşhisiyle hoş görülerek, oğlanların kollarını ısıran kızların ise “Bu kıza dikkat etmek lazım. Şimdiden böyle yaparsa…” diye uyarılarak muhabbetlere konu edilmesini dert edinen feministlerin daha hayatta olmadığı o yıllarda, çokça güzel rüyalar görürdük ve hepsi de renkliydi.
Devran nasıl böyle hızlı döndü, bugüne ne ara ışınlandık; hiç bilemiyorum. Aslında şu anı anlatmak da değil derdim. Kendimi ninniye kaptırdım, yazıyorum. Uyuyup da büyümeyen ve hep çocuk kalan yüreğimin köşesinden, muhabbetle…
MERHABALAR GÖNÜL DOSTU İNSAN ;
KIZ OĞLAN FARKETMREZ HEPİMİZ AYNI HAMURUN MAYASINDAN ÇOĞALMIŞTIK..NE GÜZEL ANLATMIŞINIZ ADINI YİTİK YAŞANMIŞLIK KOYDUĞUM HAYATI..ORTAK PAYDAYI..SANAL SAHTE DEĞİL HAKİKİ DOYUMSUZLUKLARA GÖTÜRDÜ KALEMİN MAHARETİ BENİ..ÇOK GÜZEL VEDE ÇOK ANLAM YÜKLÜ BİR DUYGU PAYLAŞIMIYDI ...YÜREĞİNİZ DERT VE HASRET GÖRMESİN..KUTLUYORUM EMEĞİ VEDE KALEMİ.. SELAM VE SAYGIMLA