- 948 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
Bitmeyen Borç
1994 yılının Nisan, ya da Mayıs aylarıydı.
S.Arabistan’ın Medine şehrini, Kızıldeniz kenarındaki Yanbu’ya bağlayan, yer yer çıplak dağlar, yer yer de kumluk düz araziden oluşan kıraç bölgede, ekmek parası peşinde koşuşturduğum, doğanın zorlukları ile boğuştuğum günlerdi...
Biliyorsunuz Kızıldeniz, dünyanın en tuzlu denizidir.
Bu tuzu bol denizin suyunu, önce petrol yardımı ile arıtarak içme suyuna dönüştürüyor, daha sonra da 227 km uzaklıktaki Medine’ye borularla aktarmaya çalışıyorduk. Zahmetli, sıcak ve bolca terli bir işti yaptığımız...
Su, ahali tarafından kutsal sayıldığından, şehre su getirmek için çaba sarf eden biz Türkler, en basit tarifi ile gerçekten el üstünde tutuluyorduk.
Issız ve çorak vadilerde, yorgun argın iç kovalamaya çalışırken, genellikle yabancılardan uzak durmayı yeğleyen bedevi ailelerden çokça içecek su, yiyecek ekmek yardımı almışızdır.
Eşim ve çocuklarım Medine’de yaşıyorlardı.
Medine’de hayat, Türkiye’de alışa geldiğimiz yaşama biçimi ile kıyaslandığında, gerçekten biz yabancılar için çok değişik ve oldukça da zordu.
Mesela, bizim bildiğimiz anlamda evlerin balkonları yoktu orada. Pencerelerde, alışageldiğimiz beyaz tül perdeler asılmıyor, onun yerine ahşap panjurlarla dış dünyadan evi tecrit ediliyordu.
Ya da, evin etrafını 3-4 m yükseklikteki duvarlarla çeviriyor, yaşayanlara biraz daha özgür davranabilme imkanı sağlanıyordu.
O tür bir evde yaşayamayacağımıza kanaat getirince, değişik alternatifler aramaya başladık ve etrafı yüksek duvarlarla çevrili, girişinde bekçisi olan, sadece yabancıların yaşadığı bir sitede, güzel bir müstakil konut bulduk.
Filistin, Mısır, Sudan, Lübnan, Suriye ve Türkiye gibi ülkelerden gelen ailelerin kaldığı, yabancı bir şirketin, geçmiş yıllarda aileleri için inşa ettikleri bir kamp yeriydi burası.
Dışarıdaki dünya ile kıyaslandığında, bilhassa bayanlar açısından oldukça rahattı kampın içindeki hayat.
Kendi ülkelerindeki normal yaşama biçimlerini burada rahatlıkla sürdürebiliyorlardı.
Toplanıp sohbet edebilecekleri sosyal alanları, spor tesisleri, hatta bir yüzme havuzları bile vardı.
Medine’ye, Müslüman olmayanların girmesinin yasak olduğunu, bilmeyen okurlarımız için hatırlatayım burada.
İşim gereği Yanbu’da bulunuyordum genellikle ve ailem Medine’de yalnız kalıyordu.
Orada, evin reisi sayılan erkek olmadan kadınlar sokağa çıkamıyor, markete-pazara flan gidemiyorlar. Zaten kimlikleri de olmuyor, eşlerinin kimliklerindeki bir sayfaya yapıştırılan resimleri ile belgeleniyorlar.
Araba kullanmaları da yasak kadınlara S.Arabistan’da.
Bu nedenle, haftada iki kez Yanbu-Medine arasındaki uzun yolu kat ediyor, akşamları evime geliyor, ihtiyaçlarını karşılıyor, sabah tekrar işimin başına geri dönüyordum.
Bizler için gerçekten çok zor ve zahmetli günlerdi.
Eşim gün boyu yalnızdı ve konuşabileceği, komşuluk yapabileceği tek bir Türk aile dahi yoktu.
O günlerde, uydu antenleri de bu günkü kadar çok gelişmemiş. Televizyon da yok ki kadıncağız vakit geçirsin.
Bir kaç ay sonra psikolojisi bozulmaya başladı. Aylarca kimseyle konuşmadığınızı düşünün bir...
Bir Sudan’lı komşumuz vardı. Acımış, davet etmiş bir gün yalnızlığını fark ederek. Ortak dilleri yok ama, öylece oturup bakışmış, vücut dili ile anlaşmış, çay içmişler beraberce. Buna da şükretmişti eşim.
Daha sonraları birkaç Türk aile geldi de kampımıza, günlerimiz daha renkli geçer oldu.
İşte tam bu günlerde gelişen ilginç bir olay, zaten oldukça hareketli geçen hayatımızda hoş bir hatıra olarak yerini aldı.
Kader, tesadüflerin bazen unutulmaz güzellikleri, beklenmedik anlarda, ya da tam ihtiyaç duyulduğu zaman dilimlerinde hayatımıza taşıdığını bu olayla bir kez daha gösterdi.
Sıcak bir ilkbahar günü nihayetinde, elimde yiyecek paketleri, yorgun argın kendimi evime attığım bir zaman diliminde, ilk kez eşim tarafından tebessümlerle karşılandım.
- Hayrola? Çok neşelisin!...
- Sorma!...Çok güzel bir olay gerçekleşti bu gün!...
- Merak ettim doğrusu!...Ne oldu?
- Hac kafilelerinden biri, Medine’de kalacakları otelin telefon numarası yerine, yanlışlıkla bizim evinkini vermiş Türkiye’deki tüm hacı yakınlarına.
- Ya!...Eeee?
- Sabah erken saatlerinde biri aradı bu gün. Bizi arayan pek olmaz ya, şaşırdım ilkin işin doğrusu. Üstelik de Türkçe konuşuyordu.Aramızda şöyle bir konuşma geçti;
- Bir isim vereyim de, hacımızı çağırıver bacım!...
- Ne hacısı?
- Orası Medine değil mi?
- Evet!...
- Sen Türk değil misin?
- Türküm!...
- Orası otel değil mi?
- Hayır!... Burası benim evim!...
- Dalga geçme benimle kardeşim, işim gücüm var!...
-Ne dalgası? Yemin ederim burası benim evim!...
- Ama otel numarası olarak bunu verdi şirket bize!...
- Yanlışlık olmuş galiba!...
- Ben şimdi dünyanın bir ucunda, yanlışlıkla bula bula bir Türkü mü buldum?
- Öyle oldu galiba. Benim açımdan da güzel oldu!...
Bu ilginç olayı biraz ilgi, biraz şaşkınlık, biraz da sevinerek dinledim eşimden.
- İşte böyle!...Gün boyunca bir çok Türk ile buna benzer şekilde sohbet ettim bu gün. Günüm çok renkli ve çok güzel geçti!...
- Allah, acımış sana galiba!...
- Galiba!... İçlerinden birisine çok üzüldüm ama!...
- Neden?
- Samsun Terme’den aradı. babası ve annesi hacdaymış ve babası kalbinden rahatsızmış. Günlerdir onlardan haber alamamış, merak ve endişe içindeydi. Babasının ve geldiği turizm şirketinin adını verdi bana. Çok yalvardı gidip bulun babamı, benimle görüştürün diye.Yapabilir miyiz?
Çok yorgun olmama rağmen, gelişen bu güzel olayın verdiği moralle kabul ettim.
- Tamam, gideriz!... Siz de bir hava almış olursunuz!...
Yemekten sonra beraberce çıktık.Verilen adres evimize yakın bir yerdeydi zaten. Gittik bulduk hacı amcayı.
Misafirin var deyince bayağı şaşırmış. Öyle ya, Medine’de ne misafiri bu böyle?
Ak saçlı, ak sakallı, güler yüzlü, şirin görünüşlü bir yaşlı dedeydi aradığımız. Önce elini öptüm, sonra da olayı özetledim.
- Şimdi seni posta haneye götüreceğim ve oğlunla görüşeceksin!...
- Sağ ol evladım!...
O günlerde, iletişim oralarda pek gelişmemiş. Telefon açmak hem zor, hem de oldukça pahalı.
Onu arabama aldım, postaneye götürdüm, oğlu ile görüşmesini sağladım.
Vedalaşırken, kırmızı yanaklarında yaş damlaları belirdi... Bana, evladına sarılır gibi sıkıca sarıldı, arkamı sıvazladı, defalarca öptü... Bu sıcak ve yabancı ülkede öz evladını bulmuş gibiydi.
- Bak evladım!... dedi...Ben Terme’de kasabım. Seni hep bekliyorum oraya. sana bir yemek, bir pirzola ziyafeti borcum olsun. Yolun düşerse muhakkak gel, olur mu?
- Gelmeye çalışırım hacı amca!...
Hacı amcadan ayrılırken, içimizi gerçekten hoş bir duygu kaplamıştı. İnsanlara faydalı olabilmek, birilerine elinizden geldiğince yardım edebilmek güzel bir olaydı.
Doğru numarayı da oradan öğrendik ve sonradan arayanlara bildirdik.
Hoş bir hac mevsimi geçirmiş olduk böylece...
Aradan yıllar geçti.
S.Arabistan’daki işim sona erdi ve ailece Türkiye’ye döndük.
İstanbul’da çalışıyordum artık ve memleketim olan Trabzon’a sıkça aracımla seyahatler yapıyordum. Yolum da Terme’den geçiyordu.
Bu seyahatlerin birinde, aklıma hacı amca geldi, bir uğrayayım, hal hatır sorayım, elini öpeyim, borcu olan yemeği de yiyeyim diye düşündüm.
Küçük bir araştırmadan sonra, iş yerini kolayca buldum.
Kasap dükkanında genç bir adam hararetle çalışmaktaydı.
- Kolay gelsin!...
- Sağ olun!...Ne arzu etmiştiniz?...
- Müşteri değilim!... Bu dükkanın sahibini arıyorum!...
- Benim!...
- Hayır!... O, ak saçlı, ak sakallı, kırmızı yanaklı, sevimli bir ihtiyarcıktı!...
- O, benim babamdır!... Nereden tanıyorsunuz onu?
- Yok mu o?
- Babam, geçen yıl vefat etti!...
- Ya!... Çok üzüldüm doğrusu!...H,ç aklıma gelmemişti!...Allah rahmet etsin!...
- Siz kimsiniz?
- baban hacca gittiğinde, hani onlarla günlerce bağlantı kuramamış ve tesadüfen telefonda karşılaştığın bir Türk aile sayesinde görüşebilmiştin, hatırladın mı?
- Evet!...
- İşte, o kişi benim!...
Boynuma sarıldı, ağlamaya başladı... Kırk yıllık dost gibi, epeyce bir süre sohbet ettik.
- Babanın bana bir borcu var, onu almaya gelmiştim aslında!...
- Ödeyeyim hemen, kaç para?
- Para flan değil, bana pirzola borcu vardı!...
Babasının borcunu büyük bir zevkle ödedi.
Artık ne zaman o taraflara yolum düşse, borç tahsiline gidiyorum, o da sevinçle ödüyor.
Sanırım ikimizden biri ölmeden, bu borç tahsili asla bitmeyecek.
İnsanları sevmek, yardım etmek, dostluk kurmak güzel şey...
Bir gönülde yer bulabilmek güzel şey... Ve birilerine gönülde yer ayırabilmek...
Bir tutam hayat- 07.09.2013 Azerbaycan
YORUMLAR
Ah! ah!
ben de o kadar iyilik yapıyorum
ve hep denize dökülüyor..
Neden kader bana pirzola yiyeceğim bir iyilik yapmamı sağlamaz ki....
Hele şöyle süt kuzu...
ya da biraz yağlı olacak. Izgarada kızarırken cızzz sesini duyacaksın... acıktım da....
tebriklerimle dostum
bakıyorum her yerde karnını doyuracak bir mekanı ıska geçmiyorsun...
darısı benim başıma.
Ha yazı!
güzeldi...
güzel ama pirzola....
Kadınlar...
Kimlikleri bile yok
markete bile giremiyorlar yani canları dondurma istese, eşi eve gelemediyse yiyemeyecek
Ekmek bitse çocuğu büyükse alıcak. Ya da komşunun kocasına rica etmek gerekecek:)
ZATEN...
durum böyle olunca araba kullanmalarının yasak olmasına şaşırmamak gerek. O eğlencesi kalacak işin. Zaruriyet mevzu bahis bile olamaz.
Tv de yokmuş üstelik. İnsan ordan kazanılıcak para yerine soğan ekmek yer, memleketinde oturur. Psikolojisi tabi ki biter.
Bir türk ile tanışmanız ve o evi bulmanız bunca kabusun içinde çok güzel olmalı.
ve hacı amca ölüyor demek :((((
Pirzola hı:(
Diyecek söz bulamıyorum okurken nutkum tutuldu.
Çok güzel bir yaşam öyküsüydü.
Niye bir tutam hayat olmuş... şimdi bu ismi seçiminizi daha iyi anlıyorum.
Her hikayeden sonra daha da iyi
Tebriklerimle bir tutam hayat.
insanların en hayırlısı insanlara faydası olandır..Kabe ye gitseniz belki bu kadar sevabı olmazdı darda kalanın imdadına yetişmek..ve rabbim kimseyi gurbet elde bırakmasın.gariplik çok zordur...o yüzden Muhacirlik, Allah katında yüce bir yer teşkil eder..güzel bir anı.....kalemin daim olsun çok güzeldi..saygılarımla esen kalınız..