ESKİ VAPUR BÜFELERİNDE AKŞAMCILAR
ESKİ VAPUR BÜFELERİNDE AKŞAMCILAR
Sevgili okur, bu haftaki sohbetimiz de, bir asır önceki vapurlarla bir gezinti yapacağız. Efendim bu vapurların artık tarihe karışmış olan “İçkili Büfe”leri ve bu büfelerin devamlı müşterileri “Zevk Ehli” akşamcılarından sizlere söz edeceğiz.
Şimdiler de, Boğaziçi, Adalar, Kadıköy seferlerini yapan gemilerde de büfeler var, ancak bundan 80-110 yıl önceki büfelerle, bu günkü büfeler arasında şu fark vardı: Günümüzün vapur büfelerinde kahve, çay, gazoz, iyi su, çikolata, sandviç, badem kurabiyesi, çiklet, nane, limon, okaliptüs şekerleri satılırdı. Yazın ise buzlu limonata, bazı Boğaziçi vapurlarında sakız leblebisi, pandispanya, simit bile bol bol satıldığı halde rakı, votka, bira gibi keyif verici alkollü içkilere artık rastlanmıyor. İyi ki de satılmıyor. Çünkü jiletli, tinerli, edep ve terbiyeden yoksun yeni kuşağın bazı gençleri, o vapuru savaş meydanına çevirirlerdi, alimallah.
Eski Boğaziçi vapurlarının büfelerin de, düz rakı, mastika, bomontisi, draher’i, spaten’i, nektar’ı ile biranın çeşitlisi satılırdı. Tek tük rastlanan batı hayranı müşterileri de boş çevirmemek, onların da gönüllerini hoş edebilmek için, amer, vermut, konyak gibi, o devirde pek de rağbet görmeyen, dışalımlı batı içkileri satılırdı. Meşrutiyetin ilânından sonra her nedense konyak kullananlar da çoğalmıştı. Artık rakı gibi fazla meze gerektirmediği için midir nedir, üç yıldızlı Fransız Martel, Yunanlıların meşhur Metaksa konyağı da fazlaca içilmeye başlamıştı. Yine Yunanlıların mahut çam kokulu reçine şarapları da o zamanki vapur büfelerinde sıkça rastlanan bir içki idi.
Devir Abdülhamit’in baskı rejimli ve sıkıyönetim devri, Akdeniz adaları, Midilli, Rodos, Limni, İstanköy hatta Girit bile bizde. Bu adalardan “Marmaris kayıkları” denilen güverteli barakalarla bu adalardan düz rakının en âlâsı, anason yerine mis gibi sakız kokan mastikanın okkası, (1.280 Kg) gümüş para üç, dört kuruş, iki kuruşluğu da varmış ama iyi çekilmemiş diye, zevk sahibi akşamcılar bunu pek istekli içmezlermiş.
Sevgili okurlar, işte içkinin yerlisi, yabancısı, kibarı, adisi sudan ucuz bir fiyata satıldığı bir asır önceki İstanbul’da Boğaziçi vapurlarının büfelerinde de rakı, mastika, konyak ve bira satılırdı. Küçücük kadehlerle müşterilere sunulan bu içkilerin mezeleri de küçümencik kahve fincanlarına yerleştirilir, iştah açıcı bir tarzda düzenlenirdi. Daha büyükçe bir tabakta da, lokma lokma dört köşe kesilmiş ekmek parçaları sunulurdu. Mezeler genellikle, biraz kaşar peyniri, bir sardalye, kehribar gibi sapsarı salamura, minnacık sivri biberler, bir iki tane kalamata zeytini, bir dilim sucuk, zar gibi ince kesilmiş iki dilim pastırma, yağlı Edirne peyniri, mevsiminde patlıcan kızartması veya ezme salatası, “kornişon” dedikleri minik ve dikenli Rus salataları, sakız leblebisi, tuzlu leblebi, badem, şamfıstığı ve balık filetoları gibi şeylerdi.
Vapurların çoğu yandan çarklı oldukları için, vapurun baş tarafına doğru, çarkın yanındaki büfeler oldukça geniştiler. Müşterilere gelince onlar ya ayakta tezgâh başında demlenirler veya açılır kapanır iskemleleri büfenin yanına çekip, gelip geçene mani olmayacak bir şekilde otururlardı. Bir taraftan Boğaz’ın zümrüt gibi yeşil korularını, pırıl pırıl parlayan beyaz boyalı ahşap yalılarını, rıhtımlarda, iskelelerde gezinen insanları seyrederler, bir taraftan da tatlı tatlı çakarlardı. Sevgili Çengelköy, bu müşteriler o kadar edepliydiler ki, öyle sulanmak, cıvımak, şuna buna sataşmak gibi durumlar asla görünmezdi. Şimdi soruyorum size, günümüzde sigaranın bile yasak olduğu vapurlarımızda, eğer içki satılsaydı ne olurdu? Katliam olurdu, katliam… O zaman haliyle şöyle bir durum ortaya çıkıyor. Belki Türkiye ekonomik olarak gelişmiş olabilir, ancak terbiye, edep, saygı ve sevgi bakımından yüz yıl öncesinden de çok gerilerde kalmıştır. Üzülerek söylüyorum ki, bunun da sebebi, politikacılarımızın “oy kaygısı” nedeniyle, hiçbir zaman “Sosyal Devlet” olmamamızdandır.
Efendim, o zamanlar gençler gençliklerini, yaşlılar da yaşlılıklarını bildikleri, ortada büyüğün küçüğe karşı babacan ve bir ağabey gibi yaklaşması, küçüğün de büyüğe karşı içinden gelen(aile terbiyesi) saygısı, bir hürmeti olduğu için, yaşlarını başlarını almışlar bir köşede; gençler de başka bir köşede aralarında tatlı tatlı sohbet ederlerdi. Türlü esprilerle, uyaklı şiirlerle şakalaşarak demlene demlene herkes köyünün iskelesine çıkar, bir saatlik vapur yolculuğu da böyle kahkahalar arasında, neşe içinde geçirilmiş olurdu.
İçki kullananların yüzde doksan dokuzu içkiyi ağzıyla içtiği, yani eski İstanbul terbiyesi gereği, sarhoşluğunu belli etmekten pek çekinirlerdi. Onlar şair olmayanlara bile şiir duyguları esinleten o cennet manzaraları seyrede ede minnacık kadehlerini kimselere belli etmemeye çalışarak, efendice bir demlenişleri vardı ki vapur büfelerinin bu özelliklerini, en büyük gazinolarda, en lüks meyhanelerde bile bulmak mümkün değildi.
Sevgili okur, sonraları ne oldu bilmem, o efendice içki içmeyi bilen Boğaziçili akşamcılar mı yok oldular, yoksa ateş pahasına fırlaya içki fiyatları yüzünde içkiler, vapur büfelerinde değil, koltuk meyhanelerinde bile içilemez hâle mi geldi? Yoksa İstanbul sınırlarında başlayan içki yasağı mı bu vapur büfecilerinin ocaklarına incir dikti? Her neyse bugün artık ne o eski akşamcılara, ne de empati kurabilen, centilmen bir hovarda havasında ki güzel insanlar, minimini kadehler ve kahve fincanı tabağıyla çeşitli mezelerini suna o eski büfeciler artık tarihe karıştılar ve birer hatıra oldular…
Hüseyin A. Tuna
T U N A C A N