- 1224 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ZERÊ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
ZERÊ
Son günlerde hızlı bir şekilde boy atmayla çok hızlı bir şekilde gelişmişti köyünün güzeli, ana babasının nazlı çiçeği, cihana değiştirmeyecekleri Zerife… Altın sarısı saçlarından olsa gerek Zerife’yi köy yerinde kısaca Zerê diye çağırırlardı.
Tarlaları saran yeşillikler ve rengârenk kır çiçekleri arasında allı morlu, dallı güllü entarisiyle, mavi boncuklarla bezekli sarı saçlarını savura savura koşar dururdu kızıl gül goncası dudaklarında çocuksu gülücükler, saçındaki mavi boncuklarla daha da bir mavi ışıltıyla ışıyan gözlerini güneş ışınlarının etkisiyle kırpıştırarak yavru ceylan ürkekliğiyle koşar dururdu kuzuların ardında gün boyunca köy yerinde.
Zerê, kaderin yaşam dönemecinde kendisine kurduğu tuzaktan habersizce pür neşe içinde yaşıyordu köyündeki her genç kız gibi tezek kokularının arasında, koyun memelerini sağarken kendi koynunda gelişen misket elması büyüklüğünde memelerinin baş kaldırışından dahi habersizce…
Zerê, adaklıydı, çocukları olsun diye çalmadık kapı bırakmamışlardı annesiyle babası. Dünyaya geldiği zaman yedi koç kurban edilmiş, köy bayram yerine dönmüştü adeta. Annesi Zerê’sine kıyamaz, iş yaptırmazdı ama Zerê gayretli bir kızdı arada ev işlerinde annesine yardım eder, duasını alırdı. Adaklı Zerê’den sonra altı çocuk daha doğurmuştu annesi sanki kesilen yedi kurbanın her birine bir çocuk olmuştu. Yedi kardeşin en büyüğüydü. Kardeşlerinin bakımı için de annesine yardım ederdi. Annesi dışarı işlerine gitmişse, o evde kardeşlerinin karnını doyurur, uyutur ya da sırtına alır gezdirirdi, köy yerindeki büyümeden büyük olan her çocuk gibi…
İşte günler günleri aylar ayları bu şekilde kovalayıp giderken Zerê’nin yaşamını bir karabasana çeviren olay günü geldi çattı. Anne ve babası koyunları kırkmak için yaylaya gitmiş evi ve kardeşlerini Zerê’ye teslim etmişlerdi. Zerê, kardeşlerinin karnını doyurup uyuttuktan sonra bezleri yıkmak için dereye gitti. Topladığı çalı çırpıyla yaktığı ocağa, köy halkının ortaklaşa kullandığı kazanı bırakıp doldurduğu suyun ısınmasını beklerken serinlemek için iç gömleğiyle dereye daldı. Su çok güzeldi, Zerê da çocuktu, çocukça oynuyordu çağıl çağıl çağlayan derenin serin sularıyla kaderin kendisine oynayacağı oyundan habersizce. Sudaki çakıl taşlarını su üstünde yüzdürürken birden karşı tarafta kendisini iğrenç gözlerle gözleyen hiç tanımadığı birini gördü. Bu hayvansı bakışların anlamını kavramamakla beraber gayri ihtiyari sudan çıkmaya çalıştı. Adam sinsi bir hayvan gibi dişlerini göstererek gülüyor, fırıldak gibi dönen gözbebeklerine yerleşen kaplan yabaniliğindeki bakışlarla sudan çıkmak için çabalayan, çabaladıkça vücuduna yapışan iç gömleğinin altında daha bir baş döndürücü güzellikte görünen körpecik vücudunu süzüyordu Zerê’nin. Bu bakışları gören Zerê, sırtından körpe bedenine doğru dağılan korkunç bir ürpertiyle titredi. Sudan çıkmak içip çırpınırken adam, hayvani bir istekle ve yavaşça kendisine doğru yaklaşıyordu. Zerê dere kenarındaki giysilerine doğru eğildiği anda adam onu saçlarından kavradığı gibi acımasızca sırt üstü yere fırlattı ve daha ne olduğunu anlamadan bir çırpıda üstüne abandı.
Zerê’nin tüm yaşamını karartan o beş dakikalık “AN” saat kadranında işlemeye başlamıştı ne yazık ki… Gemsiz kalan şehveti hayvancasına azgınlaşan adamın ağzından akan salyalar henüz açmakta olan bir çiçeği zehirleyerek soldurmaya yetiyor artıyordu bile. Zerê çığlık çığlığaydı. Kızın sesi çıkmasın diye salyalı pis dudaklarıyla dudaklarını kapamış, ellerinden biriyle memelerine ulaşırken diğer eliyle de Zerê’nin iç gömleğini parçalamaya çalışıyordu. Körpecik vücudu binlerce tonun altında kalmış gibi adeta eziliyor, başını şiddetli devinimlerle sağa sola çevirerekten dudaklarını kurtarmaya çalışıyordu ama nafile! Attığı ama çıkmayan sessiz çığlıklar göğüs kafesini zorluyor, beyni durmuş, ruhu cehennem ateşinin korunda buhar olup uçuyordu. Tüm çırpınışları boşunaydı her şey ama her şey bitmişti o beş dakikalık “AN” da…
-------------------------------------------------------------
Vücudunun her zerresinden, ağzından, burnundan kulaklarından fışkıracak kadar pisliğe bulaştığını düşündüğü bedenini güçlükle doğrulttu zavallıcık. Dere ölüm sessizliğine bürünmüştü adeta, kimsecikler yoktu. Aralarında bekâretinin nişanesiyle pisliklerin en lanetlisinin bulaştığı bacaklarını dövüyor, saçını başını yoluyor, attığı çığlıklar ıssız derede yansıyarak kamçı gibi yüzüne vuruyordu. Cehennemin akla zarar çukurlarının birine düşmüş, üşüyordu. Çene kemikleri birbirine vuruyor elektriğe tutulmuşcasına titriyordu. İç gömleği lime lime olmuş, yüzü gözü çamur içindeydi. Paramparça bedenini dizleri üzerinde dengelemeye çalışarak güçlükle ayağa kalktı, bedenindeki pisliklerden kurtulmak için kendini dereye attı. Aslında bedeninin yok olmasını istiyordu, dere alsın götürsündü, nereye götürürse götürsün yeter ki bu pislikten kurtulsundu. Ama derenin suları bedenini götürecek güçte değildi. Çaresizce apış aralarını yıkıyor, ağlıyor, haykırıyor, derenin içinde kendini yerden yere atıyordu.
Neden sonra annesinin sesini duydu. Yayladan dönen annesi evde kızını göremeyince merak edip dereye doğru gitti. Zerê’yi derede bulabileceğini umut ediyordu. Zira o bunu hep yapardı. Annesi bir yere gidecek olsa bir bahaneyle mutlaka dereye gider, derenin berrak sularıyla oynardı. Dereye yaklaştıkça kızının sesine benzer bir ses duydu. Evet, bu Zerê’sinin çığlıklarıydı. Şaşkınlık içinde dereye koşan annesi:
-Ne oldu Zerê, neye bağırıp duruyorsun orada? diye sordu.
Son perdeden oldukça acı bir çığlıkla:
-Anne!!! Ölmek istiyorum, öldür beni, öldür beni! Hemen şimdi, şimdi!
Evet, her şey ortadaydı. Yüzüne bakmaya kıyamadığı Zerê’sinin, hayatından değerlisinin hayatı karartılmıştı, tecavüz edilmişti… Peki kimdi, kim kıymıştı Zerê’sine???
Ne sorabildi ne de Zerê bir daha ağzını açabildi. Annesinin kollarında baygın bir şekilde hiç uyanmayacakmış gibi uyudu kaldı. Çok geçmeden babası da geldi dereye, manzara her şeyi anlatıyordu. Zavallı adamın dizlerinin bağı çözülmüşü. Olduğu yerde diz üstü çökerek başını iki elinin arasına alıp çektiği ah û vahlarla sormaya başladı:
-Eyvah, evim yıkıldı! Kim yaptı, kim kıydı gonca gülüme? Ah bahtı karalım söyle bana, aç gözlerini söyle babana! Gidip ciğerlerini sökeyim, ciğerimizi dağlayan hayvanın.
Çekilen ahlara ve sorulan sorulara sadece ağacın birinde tüneyen baykuşun yanıtından başka ses veren olmadı cehennem sessizliğine bürünen derede. Ne o gün ne de ondan sonraki günlerde kimin yaptığına dair sorulan tüm sorular yanıtsız kaldı. Faille ilgili en ufak bir ip ucu dahi bulunamadı. Yapan hayvan sırra kadem ortadan kayboldu.
Zerêlerin evi ölüm evi görünümündeydi. O küçücük kardeşler çıtları çıkmadan, elleri yüzlerinde, toprak zeminli odanın duvarlarına dizilmiş, başını siyahlarla bağlayan annelerinin dizinde uyuyan ablalarına bakıp bakıp iç çekiyorlardı. Ancak bu içli iç çekişleriyle anlayamadıkları kötü bir şeyin olduğunu ifade edebiliyorlardı zavallıcıklar.
Zerê tam yirmi dört saat bir ölüden farksız uyudu. Ertesi günün akşamında annesinin dizlerinde gözlerini açtığında annesinin ağlamaktan kan çanağına dönmüş şiş gözlerini görünce anımsadıklarıyla yeni bir krizin içine düştü. Sarsıla sarsıla ağlarken başını yerlere vuruyor, annesinin yakasından babasının yakasına yapışarak:
-Ölmek istiyorum, öldürün beni, öldürün! Neden öldür müyorsunuz?
-Yavrum, annesinin gülü, mavi boncuğum, yapma, etme! Kara bahtlı kızım, kendine acı biraz! Kadersizim, hangi kul kaderin sırrını çözüp, verdiği hükümlere karşı koyabilmiştir ki biz koyalım?
Zerê’nin ruhunda öylesine yakıcı çöl rüzgârları esiyordu ki anlatımı olası değil. Ruhundaki kasırga tiksintiden öfkeye, öfkeden gazaba dönüşüyordu sanki. Haklı isyanıyla tüm bedeni deprem olmuşcasına sarsılırken acı feryadı beyaz badanalı oda duvarlarında yankılayarak yüzüne acı ve şiddetli bir tokat gibi iniyordu kirletilmişliğin verdiği acıyla.
-Hayır, ne kaderi? Kader mader tanımıyorum. Kaderse kaderimde ölüm de vardır. Siz yapmayacaksanız ben yaparım!
Yorgun bedenine yenik düşen gözleri kapandığında ise dipsiz kuyular, uçurumlar, kocaman karanlık boşluklarda o hayvani bakışlar canlanıyor ve kendi kendine sorular sorup duruyordu uyku ile uyanıklık arasında. Yaşadıkları kötü bir rüya mıydı? Keşke rüya olsaydı. Neden başına bu gelmişti sanki? Tanrı kendisine neden bu kadar zalim davranmıştı? Neden?
-------------------------------------------------------
Bedeninden iğrenişinin tiksintileriyle istem dışı, hayvanice bir arzunun kurbanı olarak, genç kızlığını yaşamadan. girmişti çocukluktan kadınlığa. Zaman denen kavram, direncinin altında gizlemeye çalıştığı ruhundaki fırtınalarla korkunç durgunluğa ve sessizliğe itmişti Zerê’yi. Öylesine bir sessizlik ki ölülerinkinden daha ölü bir sessizlik ve yaşam. Yaşam denirse tabii bunun adına…
Zerê’nin köydeki yaşamı bu olaydan sonra çok sürmedi. Tecavüz olayı köy yerinde kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı bile. Köy halkı tarafından evleri lanetlenmişti. Kimseler kapılarının önünden geçmiyor, damlarının gölgesinde daldalanmıyordu. Köy meclisi Zerê’nin babasının gıyabında toplanıp ölüm fermanını çıkarmışlardı bile: Babası öldürecek, silahı küçük kardeşinin eline vererek cezadan da kurtulacaktı. Nihayet bir gün muhtar ile aza kapıya dikilip fermanı babasına bildirdiler. Nasıl yapsındı, nasıl kıysındı nazlı çiçeğine? Biri toprağa, diğeri hapishaneye. Hayır yapamazdı, kendini öldürür yine de evlalarına kıyamazdı. Uykusuz geçen gecelerde çareler arayan annesi ve babasının imdanına şehirde oturan teyzeleri yetişti. Çocuğunun olmadığını, yalnız yaşadığını, Zerê’yi yanına alabileceğini söyledi. Ve Zerê için yeni bir hayat başladı hiç bilmediği, alışık olmadığı, dillerini bilmediği kalabalıklarda. Yeni bir zelzeleden çıkmış felaketli ruh haliyle insan içine nasıl çıkacaktı Zerê kızın posası haline gelmiş Zerê kadın?
Şehirli teyze çok becerikliydi, çalıştığı için de oldukça geniş bir çevresi vardı. Kısa sürede Zerê’ye iş bulundu. Zerê’yi çalışmaya ikna etmek zor olmadı. Zira bu ev içindekilerle beraber Zerê’yi boğuyordu adeta. Kaygıları yok değildi: Şehirde yaşamaya alışık değildi, şehirliler gibi konuşmayı bilmiyordu. Zira Türkçe’yi okulda öğrenmişti, çok akıcı konuşamıyordu. En kötüsü kirletilmişti, ya birileri onu tanırsa, köyden birileriyle karşılaşırsa, ne yapardı? O zaman bu koca şehir de ona dar gelirdi. Nereye giderdi? Tüm bu kaygılara rağmen can simidi gibi sarıldı çalışma teklifine.
Tekstilde çalışıyordu. Çok çalışkandı, işine dört elle sarılmıştı. Yapacağı işi bir kez anlatmıştı ustabaşı Zerê’ye. Hemen kapmıştı işini. Mesai sonunda herkesten daha çok iş çıkarıyordu. Bu durumdan çok memnun olan patron, fırsat buldukça Zerê’yi takdir ederek, diğer çalışanlara örnek olarak gösteriyordu. Aradan geçen bir yıl içinde iş bitirme hususunda bir hayli ilerledi. İşverenlerin beğeni ve takdirini topladı. Birkaç kez annesiyle babası onu görmeye geldiler. Tüm acısını içine gömerek onlara iyi görünmeye çalışıyordu. Köye dönüşlerinde özlemleriyle yanıp tutuştuğu kardeşlerine hediyeler gönderiyor, kalan parasını da habersizce babasının cebine yerleştiriyordu. Her gelişlerinde bir kardeşini de beraber getiriyorlar böylece Zerê de kardeşlerini bir bir görüyor, özlem gideriyordu. Ama her nedense kendisinin bir küçüğü olan erkek kardeşi hiç gelmemişti. Annesine sorduğu zaman da kaçamak cevaplar almıştı her defasında. Çok özlemişti, burnunda tütüyordu kardeşi. Ah bir görseydi, ne kadar büyümüş yakışıklı bir delikanlı olmuştu şimdi. Belki de aşık olmuş, sevdalısından ayrı kalmak istemiyordu. Kim bilir?
İş yeri kaldığı eve çok uzak değildi. Yürüyerek gidip geliyordu. Kimselerle konuşmuyordu. Onun bu gizemli hali meraklılarda bir hayli merak uyandırmıştı. Hele ki güzelliği; iş yerindeki kadınları kıskandırıyor, erkeklerin de bakışlarını üzerinde topluyordu. Kendi halinde olan patron bir iş için yanına yaklaşmaya görsün. Hemen fısıltı gazetesi iş başına iş başına geçiyordu.
-Kıza nasıl baktığını görüyorsun?
-Şans buna denir, anasını sattığım. Dün bir bu gün iki, tavladı Vallahi bizim hergeleyi.
-Aaa sen kaçırdın, dün kızı odasına aldı. Bir görseydin nasıl da yüzü gözü ışıdı?
-Vallahi helal olsun kıza.
-Ama adamda suç yok ki. Bu kızın cazibesine hiçbir erkek dayanamaz ki anacım.
Aralarında vicdanlı biri ise Zerê’den yana konuşmaya görsündü:
-El insaf! Birazcık vicdanınıza dayanarak konuşun! Ayıptır, günahtır, ne istersiniz şu zavallı günahsız kızdan? Hem görmez misiniz adam beş vakit namaz kılan ehlisünnet biridir. Yanılıyorsunuz ben patronu çok iyi tanırım bir baba şefkatiyle yanaşıyor Zerê’ye. Şehvet ve ihtiraslarının esiri olacak biri değil hem de evli barklıdır. Kuru iftira buna derler. Kıskançlığınızdan kuduracaksınız.
-Sen de başımıza hoca kesildin ha. Zaten ne çıkarsa hacı hocadan çıkar. Kız da her haliyle davetiye çıkarıyor adama baksana.
-Balı olan bal yemez mi abla? Boş versene sen, kızın kıçından çıkmıyor, kız da dünden razı zaten.
-Alan razı, veren razı, bize laf düşmez. Ne halleri varsa görsünler. Kokusu çıkar, çok sürmez. Yarın bir gün karnı çıkarsa sen o zaman evlidir, yok ehlisünnettir, yok kız günahsızdır de bakalım.
-Namaz kılanın, gözü gönlü yok mudur? Görünen köy kılavuz istemez kızım. Bu cilve bu naz bu kızı daha da çok ihtiraslı bir hale sokuyor. Adamlar ona bakmaktan iş çıkaramıyorlar. Verim düştü adamlarda.
-Allah sizi iflah etsin, siz diz boyu kokuşmuşluğun içine batmış yüzüyorsunuz, ne anlarsınız ki iç alemden? Adamın kıza duyduğu ilginin gömülü olduğu derinlikteki cevhere ulaşmanız mümkün değil. Boşa kulaç atarsınız.
Oysaki başına gelen talihsizlikten sonra her anlamlı bakıştan yüreği ağzına gelen Zerê iş yerine korkulu tedirginliklerle gelip gidiyor, çok sade giyiniyor, kimselerin yüzüne bakmıyor ve yakınlaşmıyordu. Kadınların yüzüne imalı bakışları, fiskosları onu son derece üzüyordu. Off of! Ne yapmalıydı, nereye gitmeliydi, kime anlatmalıydı içindeki kocaman karanlık boşluğa hapsettiği acısını, yalnızlığını? Yok, yok! Anlatamazdı, anlattığı zaman ona farklı gözle bakanlara gün doğardı. Kara talihinin başına ördüğü ağı ellerine vermiş olur, böylece bu ağla kara kefenlere bürürlerdi Zerê’yi. Geceleri karabasan gibi rüyalarını saran, onu derin uykulardan sessiz çığlıklarla uyandıran ışıklı neyonlarla süslü genelev tabelalarının asılı olduğu kapılardan zorla da olsa içeri sokarlardı orospu diye…
Kör talih onu adım adım takip etmekten vazgeçmiyordu bir türlü. Kahrolası güzelliği başına belaydı. Felek onu kara bir yazgının uçurumuna yuvarlamış çırpındıkça tükenmişliğin dibine vuruyordu. Kahpe felek “erkek” denilen bir hayvanı gençliğinin ilkbaharında yoluna çıkarmış, çağıl çağıl çağlayan yüreğini buz dağına çevirmişti. Öylesine nefret ve isyan doluydu ki gözleri hangi erkeğe baksa karşısında hayatını karartan, onu kadından bir posa olarak bu acımasız hayatın kollarına atan o hayvanı görüyor ve buzdan yüreğinden dağ gibi bir çığ kopup tüm yolları kapatıyordu, kendine sorduğu tüm soruları yanıtsız bırakıyordu.
Son günlerde genç biri onu gözleriyle takip ediyordu. Bakışlarından rahatsız olduğu bu genç meğerse patronun kardeşiymiş. Kader bu kez de patronun kardeşi olarak yolunu kesecekti. Otuzlu yaşlarda, atletik yapılı, oldukça yakışıklı bir gençti Ali. Başka bir iş yerinde çalışmasına rağmen her öğlen paydosu ve iş çıkışlarında buradaydı. Gelir Zerê’yi görebileceği bir yerde dikilerek gözleriyle Zerê’yi yiyecek gibi bakardı. Biraz da patronun kardeşi olmasından kaynaklanan güven ve pervazsızlıkla gizlemeye gerek duymadan orada çalışanların da dikkatini çekecek şekilde bu bakışları Zerê’nin canını iyiden iyiye sıkıyor ve kadınların dedikodularına yeni malzeme oluyordu. Akşamları iş çıkışında eve kadar sessizce Zerê’yi takip ediyor, Zerê kapıdan içeri girinceye kadar bekledikten sonra gidiyordu. Bu takip teyzenin de dikkatini çekmişti. Zerê’yele bu konuyu enikonu konuşarak düşünmesini önerdi. Zerê, geçmişi acıyla bulanıp yoğrulduğu için bu konular onu utandırır hiç konuşmazdı. Yine öyle yaparak odasına çekildi ama içinde garip bir şekilde hiç tanımadığı bir şeylerin kıpırdadığını da hissederek tatlı bir uykuya daldı. O sabah çok mutlu bir şekilde uyanarak aynı mutlulukla iş yerine gitti. İçi kıpır kıpırdı. Yemek saatini heyecanla bekledi. Aslında yemek saatini bekleyişi acıktığı için değildi. Çok tuhaftı ama Ali’yi bekliyor gibiydi. Yemek molasında diğer kadınlar sigara içerken, makinesinin başına geçip işe devam etti. Heyecanı doruktaydı. Makineyi zor çalıştırıyordu. Yanı başında bir nefes gibi bitiverdi patronun genç kardeşi. Ali o denli yakınındaydı ki aldığı her nefesi duyuyordu. Zerê’nin yüreği ağzından çıkacak gibiydi. İçindeki o kocaman karanlık boşluklar yerini sıcak ve tatlı bir heyecana bırakmıştı.
-Damdan düşer gibi olacak ama ben size deliler gibi aşığım. Neden bana karşı bu denli kayıtsız görünüyorsun? Ben sizi çok beğeniyor ve evlenmek istiyorum. Çok ciddiyim. Ağabeyime de açtım bu konuyu, o da sıcak bakıyor. Yakında gelip ailenizle tanışacağız.
Aile sözü geçince; zavallıcık zangır zangır titreyerek başını önüne eğip cevap bile veremedi. Yine içindeki o kocaman ve karanlık boşlukta depremler olmaya başladı. Bu hali yüzüne de yansımış olacak ki Ali:
-Ne oldu, sizi incitecek bir şey mi söyledim? O güzel yüzünüz gölgelendi, gözleriniz daldı gibi. Bakın beni araştırıp sorabilirsiniz, iyi bir işim var, ailemi rahat ettirecek bir gelirim var. Kötü hiçbir alışkanlığım yok, bu konuyu düşünmenizi ve ailenize açmanızı istiyorum. Teklifimi kabul ederseniz beni dünyanın en mutlu erkeği edersiniz.
Ali şehir kültürüyle yetişmiş çok kibar bir çocuktu. Çok da güzel konuşuyordu. Zerê ise Ali’ye nasıl cevap vereceğini bile bilmiyordu. O kadar çok şey söylemek istiyordu ki ama nasıl söylenirdi onu bilmiyordu. Öncelikle kaderin ona vurduğu damgadan söz etmesi gerekiyordu. Ali’nin duyduğu güvene gölge düşsün istemiyordu. Ne zaman ve nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Bir an durakladı, söyleyeceği sözcükleri kafasında bir araya getirdikten sonra ancak konuşabildi.
-Teşekkür ederim, teklifinizi düşüneceğim. Ama zamana ihtiyacımız var.
-Neden? Birbirimizi tanıyoruz. Nişanlılık döneminde daha iyi tanıma fırsatımız olur.
-Acele etme lütfen! Beni iyi tanıdığını düşünmüyorum, zamana benden çok senin ihtiyacın olacaktır.
Bu konuşmanın ardından, Ali’nin kafası karışmıştı ama Zerê’ye öylesine tutkundu ki sağlıklı düşünmesi olanaksızdı. Zerê, o geceyi uykusuz geçirdi, beyninde fırtınalar kopuyordu. Konuyu ailesine açacaktı ama ailesi neredeydi? Kendisi sığınmacıydı. Ali’nin ailesi köylerini görmek istemeyecekler miydi, köydeki evden davul zurnayla telli duvaklı gelin olarak çıkmayacak mıydı? Ali öğrenince ne yapacaktı? Bu ve buna benzer sorular beynini kemiriyor uykusuz geceler birbirini kovalıyordu. Uykusuzluktan soldukça soluyor, iş yerinde baygınlıklar geçiriyordu. Kara yazgısından yediği damgayı her akşam yarın Ali’ye söylerim planıyla geçiriyor, sabah olunca cesareti kırılıyor, söyleyemiyordu.
Geçen günler Zerê ve Ali’yi daha bir yakınlaştırdı artık akşamları yan yana yürüyerek evin önüne kadar geliyorlardı. Mahalleli nişanlı gözüyle bakıyordu artık bu iki gence. Anne ve babası yine gelmişlerdi. O akşam teyze konuyu açacaktı ama ikisinin de canı çok sıkkındı, vazgeçti. Bir daha ki gelişlerine söyleme kararı aldığı halde bunu Zerê’den gizledi. Zerê, anne ve babasına söylendiğini ve onaylandığını biliyordu. Yatma zamanı annesi Zerê’yle yatmak istedi. Ana kız kucak kucağa yattılar sabaha kadar. Sabahleyin anne ve babasına sımsıkı sarılarak evden ayrıldı. Ayrılırken de büyük kardeşini görmeyi çok istediğini söyledi ve sırtını dönerek yola koyuldu. O, yola koyulurken annesinin hıçkırıklara boğulduğu görmedi, görseydi belki de kaderin ona oynadığı bu dramın son perdesinin başoyunculuğunu kabul etmez, oyunu bozabilirdi ama görmedi, görmemesi gerekiyordu kaderce…
Zerê, korkuyla karışık bir mutlulukla geldi işyerine. Mutluydu çünkü seviyordu, korkuyordu çünkü damgalıydı. O gün içindeki her şeyi Ali’ye söyleyecekti. İşinin başına oturdu ama yapamıyordu. Yüreği kıpır kıpır ama korkudan da beyni zonkluyordu. Hiç konuşmayan Zerê, o gün herkesle konuşuyor, selamlaşıyor, şakalaşıyordu. Zamanın çabuk geçmesi için olmadık şeyler yapıyordu. Bir an önce içini boşlatmak istiyordu. Dili çözülmüştü sanki, iş yerindekilerle konuşarak Ali’ye söyleyecekleri için ön hazırlık yapar gibiydi. Hatta bir ara köyünden dilinde kalan bir türküyü anadiliyle söyleyince herkes hayretler içinde ellerindeki işi bırakarak onu dinlemeye başladı.
-Kız Zerê, ne güzel sesin varmış senin. Bunca zamandır neden söylemedin? Bizi bu güzel sesten mahrum ettin.
-Ne bileyim be abla, bugün içimden böyle geldi. Köyümü çok özledim çok! Yakında gideceğim. Hatta size vasiyetim olsun, köyüme gitmeden ölürsem, beni köyümün sularıyla yıkayın, köyümün toprağıyla gömün beni.
-Sus be! O nasıl konuşma? Ağzından yel alsın. Daha dur bakalım seni gelin edeceğiz Ali’ye.
Derken fabrikanın paydos zili çaldı ve Ali karşındaydı. Yine utandı, kızardı ama Ali çok rahattı. Etrafındakilere hiç aldırış etmeden ateş gibi yanan dudağını uzatarak Zerê’yi anlından öptü ve ekledi:
-Zerê’m, Zerife’m, karım olur musun?
Dedi ve elinden tutarak alkışlar arasında kapıdan çıktılar. Beş on adım atmıştılar ki Zerê:
-Ali!
-Evet Zerê’m seni dinliyorum.
-Hani sana demiştim ya, zamana ihtiyacımız var. İşte o zamanın sonuna geldik. Şimdi beni iyi dinle!
Yutkundu Zerê, sözcüleri bir araya getirmeye çalışırken kalabalığın arasında kulağını sağır eden bir ses.
-Zerê! Orospu bacılı olmaktan kurtuluyorummmm!!! Al sana!!!
Duyulan iki el silah sesinden sonra yere yıkılan Zerê’nin üstüne hıçkırıklarla boğularak abanan eli silahlı genç; bir zaman sonra iki jandarma arasında hapishaneyi boylarken kısacık çileli ömründe sadece o gün Ali’sinin alnına kondurduğu buse ve tuttuğu elinin sıcaklığıyla o kadarcık bir mutlulukla gözlerini yummuştu ZERÊ…
Birsen İNAL 03.09.2013