- 1607 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SAÇLARI SAMAN SARISI KİRPİKLERİ MAVİ
Nazım Hikmet’in ilk eşi Nüzhet Hanım’dı. Nüzhet, ittihatçı bir ailenin kızıydı ve Nazım’a duyduğu derin aşk yüzünden ta Moskova’ya gelmişti.
O gelmeden şairin Moskova kadınları arasında epey ilişkileri vardı. Bunlardan biride güzel sesli, cömert ruhlu Sofya İsk idi. Kadın- erkek arkadaş sofraları kuran Sofya Hanım’ın baş konuğu derin hisler beslediği Nazım Hikmet’ti. Nüzhet Hanım gelince şairin bu sofradaki yeri boş kaldı. Bir daha oraya dönmedi.
Gün görmüş Sofya İsk, aylardır süren saadetinin böyle ansızın yok oluvermesi karşısında isyan etmemek vakarını gösterdi.
Sofya İsk bu konuda şöyle diyordu:
’ Büyük şairin ebedi olarak bana kalması zaten imkansızdı. Hep düşünürdüm. Bu kadarı bile talihin hediyesidir. ’
Nazım, Nüzhet’e büyük bir aşkla bağlıydı. Fakat genç kızın yakın akrabası olan ittihatçı, şairin çok aleyhindeydi. Kıyılan nikaha rağmen, yeni gelini etkiden kurtarıp aile evine döndürmek için defterleri dolduracak mektuplar yağdırıyordu Moskova’ya:
’Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş, bu adamla senin gibi munis, ve uysal bir kız geçinemezsiniz. Hevesin daha sürecekse bile, yaz tatilini geçirmek üzere Kafkasya’ya gel. Annenin, ablanın çok göresimiz geldi seni. Hasretimizi dindirelim, yine kocanın yanIna dönersin.’manasında mektuplar yolluyordu.
Nazım Hikmet ve Nüzhet Hanım Tiflis ’e beraber gitti. Ama orada bir çatışma oldu aralarında. Nüzhet Hanım bu telkınlerin etkisinde kalmıştı.
Nüzhet Hanım, şaire, ’ Bizim de herkes gibi bir yuvamız olsun ,’ demiş ve nasıl cicili bicili bir ev istediğini anlatmıştı.
İşte karısının bu masumane isteği şairi çileden çıkartmış ve ona bu konuda sazına yeni bir-yarı şaka-hiciv teli ilave ettiren şu meşhur şiiri yazmıştır:
Sen
benim minare boyunda çam gövdeme,
yumuşak
beyaz
bir kurt gibi girdin,
kemirdin!
Ben
barsaklarında solucan Makdonaldı besleyen
İngiliz amelesi gibi taşıyorum
seni içimde!
Biliyorum
kabahat kimde!
Ey ruhu lordlar kamarası kadın!
Ey uzun entarili tüysüz Puankare! İlh...
Ve ayrıldılar...Nüzhet Hanım Türkiye’ye döndü bir profesörle evlendi. Muntazam bir hayat kurdu. Ve çocuk sahibi oldu.
Nazım Hikmet, aşk hakkındaki düşüncelerini Bursa Cezaevi’nde yatarken şöyle anlatıyordu:
’ ....Mesela ben 45 yaşımı bitirdim. Ama her gün biraz daha aşık oluyorum. Karımdan, sanattan, tabiattan, insanlardan, idealimden tut da kanaryama kadar her şeye dolu dizgin aşık oluyorum. Ve çok şükür aşığım. Bu aşk mistik manada filan değil.Platonik aşk değil. Her birine ayrı ayrı pratik tezahürleriyle faal bir aşk...Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün ormana, tek bir düşünceye, fikre, bir çok düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak yaşamak değildir.’
Nazım Hikmet’in şiirlerine kök salmış sürekli evliliği Piraye Hanım iledir. İşte 22 Eylül 1945’te ona yazdığı bir şiir:
’Kitap okurum:
içinde sen varsın,
şarkı dinlerim:
içinde sen.
Oturdum ekmeğimi yerim:
karşımda sen oturursun,
çalışırım:
karşımda sen.
Sen ki, her yerde "hâzırı nâzır"ımsın,
konuşamayız seninle,
duyamayız sesini birbirimizin:
sen benim sekiz yıldır dul karımsın...’
Şiirlerinin birinde, ’Çamlıca’da bir köşkte’ oturduğundan söz ettiği yine karısı Piraye Hanımdır. Piraye Hanım, Altunizade semtine ismini veren bir aileye mensuptu. İlk kocası, sanat aleminde tanınmış Vedat Ürfi’ydi. Eleştirmeci Memed Fuad, böylelikle Nazım Hikmet’in çok sevdiği üvey oğlu olmuştur. Piraye’yle müşterek bir çocukları doğmadı. Bu yüzden şair, 1950’de Piraye Hanımdan ayrıldı. Bu evlilik aşağı yukarı 20 yıl sürmüştü ama, Nazım Hikmet, bu sürenin 13 yılını hapisanelerde geçirmişti.
Dayısının kızı olan Münevver Andaç, şair hapisanedeyken onunla çok ilgilendi. Büyük şefkat gösterdi. Gönül tahtını da böylece işgal etti.
Nazım Hikmet’in Münevver Andaç’tan bir oğlu oldu. Adını Memet koydular. Şair Münevver Andaç’a bir çok şiir yazmıştı. Nitekim kendisine gönderdiği bir mektubu şöyle şiirleştirmişti:
Canım,
uzandığın yerde yazıyorum,
yorgunum pek,
aynada yüzümü gördüm, âdeta yeşil.
Havalar soğuk, yaz gelmeyecek.
Haftada otuz liralık odun lâzım,
Başa çıkılır gibi değil.
Demin, sofada iş görürken
battaniyemi aldım sırtıma.
Camlar, çerçeveler kırık,
kapılar kapanmıyor.
Burda barınmamız imkânsız artık,
taşınmalı,
ev yıkılacak üstümüze.
Kiralarsa dehşetli pahalı.
Sana bunları ne diye anlatırım?
Üzüleceksin.
Derdimi kime dökeyim?
Kusura bakma.
İsınsa, iyice ısınsa ortalık ama,
hele geceler.
Bıktım usandım üşümekten.
Rüyalarımda Afrika’ya gidiyorum.
Cezayir’deyim bir sefer.
Sıcaktı.
Alnımı bir kurşun deldi.
Bütün kanım aktı,
ama ölmedim.
Bana bir hal geldi,
çok ihtiyarladığımı hissediyorum,
-halbuki biliyorsun
henüz kırkıma basmadım-
çok ihtiyarladığımı hissediyorum,
söylüyorum da,
söyleyince de kızıyorlar,
konferans dinliyorum herkesten.
Her neyse bu bahsi kapat.
Filme alınmış Çehof’un ’Ağustosböceği’.
Paris’te de göstermişler. Beğenilmiş.
O zavallı hoppa kadında mı bütün kabahat?
Ben doktoru hem severim,
hem affetmem eşeği.
Eninde sonunda kim daha bedbaht?
Kim kimin yüzünden?
Paraguvay halk türkülerini çaldı radyo.
Bunlar, dikenli bir yaprağın üzerine
aşkla, güneşle, insan teriyle yazılmış,
acı da, umutlu da.
Bayıldım Paraguvay türkülerine.
Adviye’den mektup aldım,
beni çok göresi gelmiş,
beni hiç unutamıyormuş...
Şaştım da kaldım.
Yıllardır, sen memleketten kaçıp gittin gideli,
ne kapımı çaldı
ne bir haber yolladı hattâ,
hattâ sokakta karşılaştık,
bir bayram sabahı,
başını çevirip geçti.
En yakın arkadaştık.
Ama, arkadaşlık ağaca benzer
Kurudu mu
yeşermez artık.
Neye yarar?
Evime bile gelse şimdi,
söyleyecek lakırdım yok.
Düşmanlığım da yok elbet.
Otursun güle güle,
zengin bir koca bulmuş.
Hastalıklı bir şeymiş adam,
manyağın biri.
Halbuki Adviye ne canlı kadındır.
Gidip baktım oğlumuza,
pembe, kumral, uyuyor mışıl mışıl.
Yorganı açılmış. Örttüm.
Bir kara haber de verdi bu akşam radyo:
Iren Jolio Küri ölmüş.
Daha gençti.
Yıllar var
bir kitap okudumdu
ölenin anası üstüne yazılmış.
Bir yerinde iki kız çocuğundan bahseder,
-satırlar gözümün önüne geldi-
sarışın iki Yunan heykeli gibi, der.
Işte bu çocuklardan biri öldü.
Bilmem ki nasıl anlatsam,
büyük bilgin, büyük adam,
ama şimdi lösemiden ölen
o sarışın kız çocuğu da.
Bu ölüm bana çok dokundu.
Iren Jolio Küri için
ağladım bu akşam.
Ne tuhaf.
Iren, deselerdi, Iren,
öldüğün zaman,
deselerdi.
Istanbullu bir kadın,
hem de hiç tanımadığın,
ağlayacak arkandan,
deselerdi,
şaşardı.
Kocası geldi aklıma,
bir mektup yazsam,
başsağlığı dilesem
diye düşündüm.
Adresini bilmiyorum ama.
Paris, Frederik Jolio Küri, desem,
gider miydi?
Bir de Fıransız yazarı öldü,
gazetede okudum.
Adını bile duymamışsındır.
Çok ihtiyardı zaten,
Üstelik de egoist,
sinik,
cenabet herifin biri.
Her şeyle alay etmiş ömrü boyunca,
hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş,
bir köpeklerle kedileri,
ama yalnız kendininkileri.
Mülakat vermiş ölmeden birkaç gün önce,
ölümü alaya alıyor aklınca,
ama belli dehşetli de korkuyor.
Resmi de var,
büyük annemizi erkek yap,
tepesine bir takke koy,
işte herif.
Korkunç bir yalnızlık içinde
sıska bir ihtiyar.
Ona da acıdım.
Belki büyük annemize benzediğinden,
belki de yalnızlığına.
Acıdım,
ama aynı acıma değil elbet,
acıyorsun Iren Küri’ye,
çocuklarını düşünüyorsun, kocasını,
ama daha çok dünyaya acıyorsun
büyük bir insan öldü diye.
Sana bir müjdem var:
okumayı öğreniyor tembel oğlun,
epeyi söktü kerata:
tut, koş, kitap, kalem çanta...
Mükemmel değil mi?
Her harfi bir şeye benzetiyor:
A bir evmiş,
B göbekli bir adam,
T bir keser.
Ödüm kopuyor tembel olacak diye.
Hep ona iş yaptırmak istiyorum.
Kız olsaydı kolaydı.
Kadınların her yaşta her iş gelir elinden.
Ama beş yaşında bir oğlan
ne becerebilir?
Ah bir ısınsa havalar...
İsınacak.
Uzadıkça uzadı mektubum.
Kendine iyi bak,
bana hemen cevap ver,
beni unutma.
Bana hemen cevap ver.
Akıllıdır Münevver,
nasıl olsa, ne yapıp eder,
falan filân diye kendini avutma.
Sensiz perişanım.
Beni unutma.
Kendine iyi bak.
Gözlerinden öperim canım.
Güzel geceler.
Kendine iyi bak.
Bana hemen cevap ver,
Dertlerimi aklında tutma,
unut,
beni unutma...
Ülkeden ayrıldıktan sonra, Türkiye’yi, çocuğunu ve kadınını acı bir hasret karışımı haline getirerek bir çok şiirler yazdı.
Bu şiirlerden biri de Yılbaşı adlı şiiriydi:
Yağdı bütün gece yağdı kar
Yıldızlarla aydınlanarak
Bir şehir bir sokak bir ev var
Ahşap bir ev uzak mı uzak
Yatıyor minderde bir çocuk
Benim oğlan sarışın tombul
Misafir yoktu kimseler yok
Pencerede fakir İstanbul
Öttü acı acı düdükler
Hapislik gibidir yalnızlık
Kapadı kitabı münevver
Ağlayıverdi yumuşacık
Bir şehir bir sokak bir ev var
Ahşap bir ev uzak mı uzak
Yağdı bütün gece yağdı kar
Yıldızlarla aydınlanarak
Nazım Hikmet, Türkiye’den ayrıldıktan uzun yıllar sonra ’ Vera ’ adlı çok güzel bir kadınla evlenmişti Moskova’da.
Nazım Hikmet son eşi Vera’ya yazdığı şiirde şöyle diyordu:
Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm