"Susuyordu Küçük Kız"
“SUSUYORDU KÜÇÜK KIZ…”
Fırat...
Anadolu’nun bağrında doğup Basra’ya kadar uzanan akarsu.
Fırat...
Berrak suları buram buram hüzün kokan nehir.
Fırat...
Geçtiği her diyardan binlerce öykü toplayan sadık dost.
Ve Fırat,
Leyla’nın buruk öyküsü...
***
Ilık bir bahar gecesi dünyaya gelmişti Leyla. Büyük, koyu kahverengi gözleri, hafif kıvırcık saçlarıyla dikkat çekiciydi. Doğduğu ana mukabil Leyla denmişti adına. Kim bilir belki de bu yüzden en çok geceyi severdi Leyla. En çok geceleyin huzur bulurdu ruhu. Gökten damlayan yıldızları seyretmek büyük bir mutluluk kaynağıydı onun için. Zaten zorlu yaşamında ona neşe veren nadir şeylerdendi gece ve yıldızlar. Bir de Fırat…
Ne hayaller kurardı nehrin kenarında, ne umutları vardı. Küçüktü yaşı, on yahut on iki. Ve küçüktü dünyası, otuz hanelik köyü kadardı en fazlası. Daha ötesi yoktu onun için. Bir tek Fırat’ın kıyılarındayken daha büyük bir dünyanın var olduğunu kurgulardı muhayyelinde. Özgür bir kuş gibiydi adeta. Ülkelerden geçer, okyanusları aşardı. El değmemiş diyarları gezerdi. Kimi zaman bir uçağın gürültüsüyle kendine gelir, sonra tekrar düşler âlemine dalardı. Bu kez göklerde dolaşırdı. Hayalleri hudutsuzdu elbet. Kimsenin ulaşamayacağı kadar hem de... Bir nevi, hayalleriyle yaşıyordu.
Evet, gayet monotondu geçen günleri. Sabah namazıyla uyanır, tavukları beslerdi. Kahvaltının hazırlanması, ev işleri, hayvanların bakımı... Yaşına rağmen onu bekleyen çok iş vardı. Narin bedeni sorumluluklarının altında ezilir, bitkin düşerdi. Buna rağmen bir şey söyleyemez, durmaksızın çalışırdı.
Bazen de bir boşluk bulur, koşarak nehre giderdi. Bir köşeye oturur, saatlerce Fırat’ın akışını seyrederdi. Ve hayallere dalardı umarsızcasına. Hürdü ruhu…
Neden sonra kendine gelir, güneşin batmaya başladığını görürdü. Koşarak gelirdi eve. Şanslıysa azar işitmekle kurtarırdı. Yine de aldırmaz, asude bir şekilde işlerine bakardı. Her şeye rağmen mutluydu işte.
Okula gitmemişti hiç. "Kız kısmının ne işi varmış okumakla..." sözünün muhatabıydı. Oysa ne de çok seviyordu kitapları. Üç yaş büyük ağabeyinin kitaplarını karıştırırdı bazen. Gizlice elbette... Okuyamasa da resimlerine bakar, teker teker okşardı sayfaları. Hatta bazen okuyormuş gibi yapar, kendince öyküler türetirdi. Bunlar genellikle küçük bir çocukken, ablasından dinlediği hikâyelerin türevleriydi. Ve hemen hepsinde bir prens vardı, bir de prenses. Çoğu kez mutlu sonla biterdi öyküler, çünkü o zamanlar "hüzün" kelimesi yoktu lügatinde. Umutla doluydu kalbi, kedere yer yoktu.
Ama gün geldi; mumun alevi söndü, Leyla’nın yüzü soldu.
Bir gece, yine yıldızları seyrederken penceresinden annesi girdi içeriye. Mutluydu, yüzü gülüyordu. Heyecanla verdi haberi; "Gelin oluyorsun kız..." diyordu, "Hem de İsmail ağaya..."
Devamını duyamadı Leyla. Bir şey takıldı boğazına, yutkunamadı. Başının döndüğünü hissetti, zorlukla oturdu tahta iskemleye. Kendinden onlarca yaş büyük İsmail ağa geldi gözünün önüne. İtiraz edemedi, istemiyorum diyemedi. Sustu Leyla. Sadece sustu.
Hemen ertesi gün sözü kesildi.
Tepkisizdi...
Mutsuzdu...
En kötüsü de, artık “Umutsuzdu…”
Gece boyunca ağladı Leyla. Hıçkırıklarla düğümlendi boğazı.
Babasının ışıldayan gözleri geliyordu aklına, susuyordu.
Kendisi için ödenen hayvanlar geliyordu aklına, susuyordu.
Hayalleri geliyordu aklına, yine susuyordu.
Leyla’ya duvak kara görünmüştü, ona düşense; “susmaktı”.
Hayatının en kötü gecesiydi o gece. Binlerce düşünce geçmişti aklından. Ve binlerce hisle yorulmuştu kalbi. Gün ışımaya başlarken kararını çoktan vermişti. Sessizce süzüldü dışarıya. Alacakaranlıkta koşmaya başladı. Bıkmadan usanmadan koşuyordu. Yolu belliydi, Fırat’a gidiyordu. Ağlayarak, hıçkırarak gidiyordu.
Çok sürmedi, soluk soluğa vardı nehre. Ağlamaktan kızarmış gözleriyle baktı suya. Tüm benliğiyle titriyordu. Binlerce duyguyu aynı anda yaşıyordu. Kısacık ömrü geldi gözlerinin önüne. Son kez hıçkırdı. Çok düşünmedi, düşünemedi. Ağır aksak adımlar attı ileriye doğru. Gözlerini sıkıca yumdu. Sessizliği dinledi bir süre. Belki de son kez huzur bulmak istiyordu bu nehirde. Ilık bir yel vurdu yüzüne, bahar kokularıyla birlikte. Hafifçe tebessüm etti.
Belli belirsiz mırıldandı sonra; "Fırat..." dedi, "Soylu nehir... Beni de götür, gittiğin diyarlara. Ve sil gözyaşlarımı, serin sularınla..."
***
Fırat;
Talihsiz öyküsüyle birlikte kucaklıyordu Küçük Leyla’yı...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.