- 543 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
uyumsuz
Uzun bir süre tartıştık. Arabayı sana vermeyeceğim diyordu. Otuzuna kadar araba alacak imkânım olmadığı için kendime kızıyordum. Ehliyetim olmasına rağmen araba kullanamadığım için kendimi hala ilkokulda okuyormuş gibi hissediyordum. Ayşe akıl veriyordu:
-Abi ne üzülüyorsun ya! Bizim Sedat’ın arabasını al, git nereye gideceksen. Hatta denize gideceğim diyordun, beni de götür, beraber gidelim.
Ayşe’nin bir de ikinci ismi vardı, Naz. Ayşe Naz garip bir isimdi. Ablası Cansu ve abisiyle beraber uzun zamandır o da görüşmüyordu. Küçüklükten beri ailesine zıttı. Onu seneler önce, o on üç yaşındayken tanımıştım. Pazarda tezgâh kurduğumuz yerin arkasında perdeci dükkânı vardı. O dükkân babasına aitti. Genelde dükkânda annesi dururdu. Gülnaz Hanım o zaman otuz altı yaşındaydı. Üç çocuktan mı yoksa yaşadığı hayattan mı bilinmez, çabuk yaşlanmıştı.
Dediği gibi yaptık. Sedat’tan arabayı bana getirdi. Salı günüydü. ‘Abi, hadi gidiyoruz’ diyordu. Dizlerine kadar uzanan askılı bir elbise giymişti. Hazırdı deniz için. Ayağındaki babet, saçların topladığı şapkasıyla sahil havasını şehre getirmişti.
-Hadi gel, sen süreceksin.
Şaşırmıştım. En yakın akrabalarımdan şehir içinde küçük bir mesele için arabalarını istediğimde vermezlerken, sadece muhabbetimizin olduğu, arkadaş sayılıp sayılmayacağından şüphe ettiğim bir genç kız erkek arkadaşının arabasını alıp getirmiş, ‘abi sen süreceksin’ diyordu.
Ayşe Naz 1.60 boylarında, en fazla 60 kiloydu. İki gün önce kazandığım paranın yarısından çoğunu Pazardaki tezgâhı koyduğum yerin sahibine verdiğimden canım sıkılıyordu ama Ayşe Naz beni rahatlamayı, hatta gururlandırmayı başarmıştı. Çevre yoluna inip, beşinci viteste ilerlerken, yüzüne baktım. Yol düzdü. O da gülüyordu. Sanki bir oyun oynuyorduk ve o benim yanımda ablacılık rolünü almıştı. Bana sürmem için uzaktan kumandalı bir araba getirmişti. Eğleniyorduk. Benim içimi hoş ettiğini için de mutluydu. Torpido gözünden birkaç cd çıkardı. ‘S.R.’ yazılı cd çalınacaktı. Merak etmiştim, ‘S.R.’ ne diye? S. , Sedat olabilirdi, peki ya R. ‘Sedat’ın records, Sedat ritim’ gibi saçma, uyduruk şeyler miydi? Ayşe Naz açıklık getirdi kafamdaki karışıklığa. Gözüm yoldaydı ama kulaklarım pür dikkat onun dudaklarından çıkacakları bekliyordu.
-Abi, ‘Soft Rock’ müzikler bunlar, deniz yolunda iyi gider.
Güldük. Her ne kadar burnu dik, asabi bir kız da olsa, Ayşe Naz eğlenceli biriydi. Bazı insanlar vardır, canları sıkkın olduğunda etrafında bulunan insanların kafalarını şişirip dururlar. Hep aynı şeylerden bahsederler. Yeni bir şey denemezler. Ama Ayşe’nin canı sıkılırken dahi farklıydı. ‘Eğlenceli bir insanın canı sıkılırken dahi eğlenceli bir şeyler yapmak için zekâsı vardır’ diye duymuştum bir aralar. Bir aralar evet, bundan birkaç yıl önce, belki yedi ya da sekiz sene önce, kitap okurken.
Ayşe Naz kitap okumayı da çok severdi. Bir ara yazar edasıyla dolaşırken etrafta, popüler kitap okumaktan nefret ettiğimi söylerdim. Ayşe için nefret edilecek kavram yoktu. ‘Hadi ya, dur bakayım’ derdi. Pozitif kızdı, her bir çiçekten bal çıkabilir mantığıyla yaşıyordu. Bir başkası seviyorsa, mutlaka o şeyden tamamıyla nefret edilmez fikrine onun sayesinde sıcak bakıyordum.
…
Kırk dakika sürmüştü arabayla yolculuğumuz. Boş bir şezlongu sırtlayıp getirirken, beni utandırmıştı. Her ne kadar onun sözde abisi de olsam, fazla yakın olmamız saçmalıktı. Üzerindeki askılı elbiseyi çıkarıp şezlonga uzanırken, marketten dondurma ve su almış, sahile geri dönüyordum.
‘Abi sen de kendine şezlong alsana’ dedi, başımı ‘hayır’ manasında salladım. Kuma uzanıp yatacaktım. Kış vakti yazın sıcak ve deniz kenarında geçireceğim günleri düşlerdim hep, ama gün gelip çattığında, yazın deniz kenarında o düşe kavuşunca da tüm hevesim yiterdi. Doldurulması güç çukur, yarım bırakılmış kitap, kabası yarı da kalmış dış cephe boyası, ağlayan insanlar ve bir daha gülmeyeceklerini bilmek… Neyin zindanını yaşıyor ki insan? Ya ben? Ne kadar sevimsiz bir soru: ‘Bu mu yaşamak?’ Denize girince Ayşe Naz’ın uyarısını dikkate almadım. ‘Fazla açılma abi’ dedi. Sağ işaret parmağına güneş kremini sıkıyordu. O göbeğini ve gerdanını kremlerken, denizde açılıp, ‘abi sırtımı kremler misin’ sorusuna muhatap kalmamak en iyi kaçış olacaktı. Yosunlar, beyaz deniz anaları, solucanlar, deniz kestaneleri, midyeler… Kulaç attıkça kollarım tükenişini beynime kabul ettirmeye çalışıyordum. Karşı da kayalıklar vardı. Oraya kadar yüzebilirdim.. Sırtüstü yüzme vaktim gelmişti. Gözlerimi açtığımda, ayaklarımı kayalıkların olduğu bölgedeki kuma değdirebiliyordum.
Sahildeki insanlara bağırsam bile sesimi duyuramazdım. Çok uzaklaşmıştım. Macera mıydı, su içinde susuz kalmış yüreğimin boşluğuyla bulut pembesi tenimin kırılan dallarını hayal ettim. Bulunduğum yer kayalıkların dibiydi ve yüzmekten, denizden, rahatlamaktan başka her türlü şey aklımdaydı. Düşünmekten kendimi alamıyordum.
…
Ayşe’nin yanına geri döndüğümde yürüyecek halim kalmamıştı. Ayşe Naz gülüyordu, ‘abi, yoruldun mu hemen ya?’ ‘Hamız kızım, uzun zamandır yüzmüyoruz, normaldir, sigarayı da düşün’ dediğim an, çantasından sigarasını çıkardı. Ayşe Naz’ın arka tarafında iri iri kadınlar şezlong üzerinde güneşleniyorlardı. Denize bakıyordum, ara sıra da gözüm Ayşe Naz’ın üzerindeydi. Henüz suya girmemişti. Bir ara denize bakmaya dalıp gitmişken, o askılı elbisesini tekrar giyinmişti. ‘Abi, kalk şurada bir şeyler içelim’ dedi. Şurada dediği yer üç masanın yan yana koyulduğu, tek göz bir odanın işletme haline dönüştürüldüğü bir yerdi. Sözüne ‘hayır’ diyemiyordum, kendimi özgür hissedemiyordum bir türlü ve benim velim gibiydi, her işime karışabilirdi. Deniz içinde çok açılmamı istememesi, istediği yere götürüp, oturmamız… Her şey onun istediği gibi oluyordu.
‘Ben bira içeceğim abi, sen ne içeceksin’ diye sordu. ‘Su’ dedim usulca. Kendisi açıklama yapma mecburiyetinde hissetmişti:’ Evde annem izin vermiyor, kullanmıyor diye içki karışıp duruyor bana. Böyle yerlerde rahat oluyorum. Dönüşte de rakı balık çeksek olur mu abi? Yani sen içmesen de ben içeyim ha? Ne güzel olur şimdi!’ Cevap vermedim. Birbirinden aykırı parmakları olan genç çiftin birbirlerine sarmaşık gibi sarılışları hoşuma gitmişti. Yan masada iri kadın türlerinden ikisi canlı olarak benim yaptığımın aynısını yapıyorlardı. Aslında biz masaya doğru gelirken, onlar zaten sandalyelerde oturuyorlardı. Onlar dediklerim zaten sahil köyünün ahalisiydi.
Diğer masada da yetmişli yaşlarda üç yaşlı adam oturuyordu. Biri gazetede eliyle sımsıkı tuttuğu yeri okuyordu:
‘ İnsan her gün yediyi on geçe otobüse binmeye alışıyor. Sonra Cuma günü çekirdek çıtlatıp film izlemeye de. Sonra cumartesi günü spora gitmeye de… İş eğer düzenli ve fazla yorucu değilse, yani iş hayatın kendisi haline gelmiyorsa, yani memur tarzı bir çalışma hayatınız varsa, bunun birkaç sonucu oluyor. Birincisi, hayalleriniz çürüyor. İkincisi, korkak oluyorsunuz. Üçüncüsü, hedeflerinizi küçültüyorsunuz. Dördüncüsü, her şeyi basit yaşamaya başlıyorsunuz. Beşincisi, yaşlanmıyorsunuz. Tabi yorulmuyorsanız. Altıncısı, bu basit ve sıradan ama güvenli hayatı yaşarken neden mutsuz olduğunuzu anlıyor ama yine de bunu küstahlık olarak görüyorsunuz. Yedincisi, bunaltılarınız bile ikiyüzlü oluyor.’
Yaşlı adamlardan bir diğeri itiraz edercesine işaret parmağını masaya koydu. İtiraz ediyordu ve büyük ihtimalle kendisi de emekli memurdu.
‘Ne yani, biz de memurduk, yalan bunlar, yalan. Hayat çok mu kolaydı? Bunlar yazıp duruyorlar, sadece yalan yazıp duruyorlar.’
Ayşe Naz oturduğu için elbisesi baldırlarına kadar açılmıştı. Zaten bikiniyle uzanmıştı az önce şezlonga ama o zaman farklıydı. Arkamızda ağaca bağlanmış pitbull cinsi köpeğe ciğer veren adamın gözleri Ayşe Naz’ın üzerindeydi. Rahatsız olmuştum. Oturup, yaşlı amcaları dinlemek istiyordum. Eski günlerimi hatırlamıştım. Eskiden iş çıkışı kahveye gider, arada birkaç el oyun oynar, sonra da bir köşede sigaramla çayımı içerken insanları dinlerdim. Yazıyordum o zamanlar. Yazmak dünyanın en masum, en kirlenmemiş tarafıydı. Ben öyle zannediyordum. Herkes yaşamaya devam ederken, kimsenin umurunda dahi olmazsın. Küçükken senin yanına gelen, seni seven, seni masum zanneden kediler köpekler dahi artık büyüdüğünde senden kaçarlar. Hangi yazı bu kaderi değiştirebilirdi ki? Birileri eğlenip, sıçarken, diğer tarafta hep birileri inleyecekti, kan akıtacaktı. Ve bu yüzden birileri de bağırmak, yazmak, söylemek zorunda olacaktı. Ama bu ile bile masumiyet haricinde pek çok kirli şey damlamıştı. Kendimi sevemiyordum, insanları yine de dinliyordum ama eskisi gibi yazığım metinlerde aklımı zenginleştirmeleri için değil!
…
Adamın bakışları beni çok rahatsız ediyordu. Ayşe’ye ‘hadi canım, gidelim şezlongun oraya’ dedim. ‘Yok abi, sen git, ben gelirim birazdan’ dedi. En iyisi uzaklaşmaktaydı masaların yanından. Pitbull’la uğraşan adamın giydiği slip mayoda iticiydi. Organını tüm ayrıntıları belli oluyordu. Arada pitbull’da diliyle adamın avuçlarını yalarken, sanki dilini aşağılara doğru kaydırmak istiyordu. Düşüncelerimden dolayı kendimden daha fazla tiksinecektim ki, yürüyüp, kumları eze eze tekrar denize kavuştum.
Bir yerde bir şeyler bitiyor ve bir yer de tekrar başlıyor. Doğum ve ölüm ikilisi dünyanın en sadık dostları… Kayalıklara tekrar geldiğim an, tahminimce Ayşe Naz’ın adamla oturup konuşuyordu. Yarım saatten fazla bir süre kayalıkların etrafında yüzüp durdum. Yosun da pek yoktu, deniz daha güzeldi. Geri döndüğümde tahmin ettiğim gibi Ayşe Naz’ı masa da adamla oturuyor halde gördüm. Ayşe Naz adama bir şeyler söyledi, elini sıktı ve masadan kalkıp tekrar şezlongun yanına geldi.
Tekrar elbisesini çıkardı ve şezlonga yüzüstü uzandı. Adamı düşünüyordu ve hatta şezlongun arasından adama baktığını biliyordum. Biliyordum, bir kadın ne düşünür iyi bilirim. Onun da ne düşündüğünü biliyordum. Daha yirmi dört yaşındaydı, belki de hayatının baharı denecek zamanda.
İri kadınlardan biri tankinisi üzerine tuniği giyip, gitmeye hazırlanırken, şezlonguna göz koydum
‘Şu karşıdaki adam var ya, o adam İngilizce öğretmeniymiş.’
‘Konuştunuz mu?’
‘Sen denizdeyken sohbet ettik adamla. Aslen buralıymış. Özel bir kolejde öğretmen, yazları da turistlere rehberlik ediyormuş.’
‘Burada turistin işi ne? Hepsi yerli buranın.’
‘Yok be abi, Araplar, Avrupalılar geliyor ya, Merkez’den alıp gezdiriyormuş. Burada evi var.’
‘Tam romanlardaki gibi desene. Yalnız adamı oynuyor. Issız men ha?’
‘Yok evliymiş Danimarkalı biriyle. Kadın Danimarka’ya ailesinin yanına gitmiş.’
…
Ayşe’nin ayakları kumun içinde kayboluyordu. Denize girecekti. Uzanıp güneşin altında, birazcık yanmanın beyaz tenime iyi geleceğini düşündüm. Kaybedilmişlik psikozunu taşıma ve yaşatma gücünü de bir yere kadar unutturan denizleydim. Bilmekle lanetli yaradılışımın etrafında bazen kendimi fiyakalı bazen de ezilmeye mahkûm midye gibi hissediyordum. Kim haklıydı diye düşünüyordum. Doğum mu yoksa ölüm mü?
Geri dönerken Ayşe’ye arabayı kullanmayacağımı söyledim. İtiraz etti ama diretemedi. Kim haklıydı diye tekrar düşüncelerimle boğulmak üzereydim. Haksızlığın güçle alakasının olduğu, özsaygının tahkim edildiği, mesafeli bakışların değerlendirme de ölçüt olduğu dünya da korku sinemasının en komik sahnesinde yaşıyordum. Ayşe Naz açtığı müziğin ritmine ayak uyduruyordu. Başını da vücudunu da şarkıya uyumlu halde sallıyordu. Önemli değildi. Hiçbir şey önemli değildi. İstediğim bu değildi. Sosyal bir hayvan olmamızın ya da en değerli canlı olmamızın bizi getirdiği nokta sadece çıkmazdı. O çıkmazda yaşamak, hiç okunmayan yazar, hiç dinlenmeyen müzik sanatçısı, hiç satılmayan tabloların sahibi ressam gibiydi. Çok fark vardı aslında aralarında.
‘Abi, giriyorum şu restorana. Kurt gibi acıktım valla. Rakı balık, yemeyen olsun kayık.’
Anlaşılmaz, kutu gibi bir sıkışıklığın içinde boğuluyordum. Ayşe Naz’ın iyiliksever, klasik dönemlerden kalma mutluluğunun da benim adıma getirisi yoktu. İçtikçe içesi geliyordu. Restoran çıkışı arabayı ben kullanmak zorunda kaldım. Hiçbir şey değişmemişti. Ayılana kadar birkaç saat daha şehrin tepe bir noktasında manzarayı seyrettim.