"O"
Güneşin son ışıkları düşüyordu yeryüzüne. Deniz yine hırçındı, köpük köpük dalgalar vuruyordu kıyıya. Saatlerce çalışmanın ardından tüm simitlerimi satmış olmanın verdiği mutlulukla tezgahımı toplamaya başladım. Ağır hareket ediyor, çevreyi gözlüyordum. Bir iki saat öncesindeki yoğunluk yerini sessizliğe bırakmış, caddeler boşalmıştı. Denizin kenarındaki banka kaydı gözüm. Hala oradaydı. Ben bu semte geldim geleli her sabah bu banka gelir, güneş gökyüzünde kaybolana dek burada kalırdı. İyi giyimli, şık bir beyefendiydi. Yaşlıydı, sakalsız yüzündeki derin kırışıklıklar acı geçen yılların bir hatırasıydı adeta.
Evet, istisnasız her gün buradaydı. Elinde mutlaka bir demet pembe gül olurdu. Sabahları taze olan güller akşama doğru –tıpkı beyefendinin umutları gibi- solmaya başlardı. Ama yeni günde, taze güller yarenlik ederdi o’na. Belli ki sebatlıydı. Yahut sevdalı...
O’nun bu rutin bekleyişlerine karşı özel bir ilgi oluşmuştu bende.
Kimdi, kimi bekliyordu, niye bekliyordu…
Hiçbir cevabım yoktu bu sorulara. Buna karşın delicesine bir merak vardı yüreğimde. Ve bu iflah etmez duygu her geçen gün katlanarak artıyordu.
İşte bugün de, o yaşlı, sabırlı beyefendi her zaman ki yerinde oturuyordu. Mimikleri sürekli değişiyordu. Yüz kaslarının her hareketinden ayrı anlamlar çıkarıyor, kendimce yaşlı adamın hayatını kurguluyordum. Neden sonra onun da bana baktığını fark ettim. Belli ki rahatsız olmuştu. Utançla indirdim başımı. Yüzümün kıpkırmızı olduğunu hissettim. Tam da o sırada seslendi bana;
“Küçük! Gel buraya…”
Korku, endişe, utanç, heyecan, sevinç…
Tüm bu duyguları aynı anda hissettiğimi söylesem abartmış olmam. Evet, korkuyordum, endişeleniyordum ve utanıyordum. Ve sevinçliydim. Aylardır gözlediğim bu adam benimle konuşacaktı!
Titrek ama bir o kadar da hızlı adımlarla yaklaştım. Gözleriyle oturmamı işaret etti. Uzun bankın kenarına oturdum. Bir süre suskun kaldı. Konuşmadan geçen her an yaşlı adama gizem katıyordu. Ne kadar sürdü bilmiyorum, belki iki belki on dakika… Benim için asırlar süren bu bekleyişten sonra konuşmaya karar verdi. Hafifçe öksürdü önce, ardından kalın fakat tatlı bir sesle konuştu;
“Seni dinliyorum, küçük. Sor ne soracaksan…”
Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir şey beklemiyordum. Çekinerek yanıtladım yaşlı adamı;
“Anlayamadım efendim.”
Geniş bir gülümseme yayıldı yüzüne;
“Tezgahını buraya kurdun kuralı beni gözlüyorsun. Besbelli merak ediyorsun beni. İşte fırsat, sor…”
Bu şık giyimli beyefendinin amacını çözememiştim. Kim tanımadığı bir çocuğa durduk yere kendinden bahsetmek isterdi ki !? Bu soru birkaç saniye kafamı kurcaladı. Yine de merak duygum galip geldi ve pervasızca sormaya başladım…
Neden burada beklediğini, kimi beklediğini, tükenmez sabrının sırrını ve beklediğinin niye gelmediğini…
Teker teker cevap verdi sorularıma. Tatmin edici cevaplar değildi bunlar, bir yahut iki kelimelik, zamirle(rle) örülü cümleler. Hemen hepsinde “O” diyordu.
“O’nu bekliyorum…”
“O’nu seviyorum…”
“O’nu özlüyorum…”
…
Yaşlı adamın öznesi de birdi yüklemi de. Çepeçevre kuşatılmıştı “o” tarafından. Ve nereye kaçsa yine “o”na çıkıyordu tüm yollar.
Evet, o gün hemen hemen tüm sorularımı yanıtlamıştı. Biri hariç…
“O”nun neden gelmediği…
Bu can alıcı soruyu duymamış gibiydi. İnatla yineledim sorumu, tam da kalkıp gidecekken. Buruk bir tebessümle baktı gözlerime;
“Küçük!” dedi, durakladı. Ve gizli bir sır veriyormuş gibi mırıldandı;
“Pür-ateşim açtırma benim ağzımı zinhar
Zalim beni söyletme derunumda neler var…”***
***
Bir daha hiç görmedim yaşlı adamı. O akşam benimle konuşmasının sebebini hala merak ederim. Sır gibi gelip, sır gibi gitmişti. Ve hatta sırlarıyla gitmişti. Giderken de seneler evvelinden kopan bir beyitle veda etmişti…
***Şair Leyla Hanım