- 962 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
İSYAN-8-
Nesrin ve Perihan her gün iştahla yedikleri yumurtaya bu gün nedense ellerini bile sürmemişlerdi. Ayla Hanım yadırgadı bu durumu. Kızlarına baktı önce. Öyle hasta filan da görünmüyorlardı. O halde niçin yemiyorlardı yumurtalarını? Merakla sordu:
-Kızlar...Niçin yemiyorsunuz yumurtalarınızı?
Nesrin’in neredeyse midesi ağzına gelecekti. Öğürerek cevap verdi?
-Anne, bu yumurtalar tavuğun poposundan çıkıyormuş biliyor musun?
Ayla afallamıştı. Evet...Yumurtanın tavuğun poposundan çıktığını elbette biliyordu ama bunun bir gün karşısına bir sorun olarak çıkacağını hiç düşünmemişti. Öte taraftan Nesrin bu muhteşem bilgiyi kimden öğrenmişti ki acaba?
Perihan da lafa girdi.
-Beşinci sınıflardan Oya abla söyledi. Yumurta tavuğun popsundan çıkıyormuş. Ben de yemem popodan çıkan bir şeyi.
Teğmen İhsan karnını turatarak gülüyordu bu bıcırıkların isyanına. Tam ’ Siz sanki çok farklı bir yerden çıktınız bacaksızlar. ’Demeye hazırlanıyordu ki vaz geçti. Sabah sabah bu barbi bebek kılıklı yaramazlara nasıl dünyaya geldikleri hakkında anatomiki fizyolojik, biyolojik ve dahi tıbbi bilgi vermenin hiç de sırası değildi. Askerlik mesleğinde göreve geç kalmanın mazereti yoktu çünkü. Hem kızlar da okula gecikmemeliydi. Ne yazıyordu servis arabasının kaportasında? ’ Servis bekletilmez, beklenir .’
Kızlarına ’ Tavuğun gö...,pardon popsu temizdir. Oradan çıkan her şey yenir.’ Dedi. Bu sefer de Perihan yapıştırdı soruyu: ’ Kakası da mı yenir?’ Gülme sırası Ayla’ya geldi. ’ Yok...Tavuğun yumurtasını kızlar, kakasını babalar yer’ Dedi katıla katıla gülerek. Sonra sertçe emretti: ’O yumurtalar yenecek. O kadar.’ Kızlar İhsan’a baktılar. İhsan ’ Yenecek...Çare yok..Emir büyük yerden.’ Dedi.
Teğmen İhsan son lokmasını ağzına atıp üzerine bir yudum daha çay içtikten sonra son kez aynaya bakıp kılık-kıyafetini kontrol etti ve kapıya doğru yöneldi. Arkasınan gelen Ayla ile birlikte kapıdan çıktıktan sonra her günkü gibi karısını sevgi ile yanaklarından öpüp beklemekte olan askeri araca doğru yöneldi.
Komşuları Rükneddin Bey’in Hanımı Rümeysa Kocasına sitem etti bu manzarayı görünce:
-Bak Rükneddin...Bak da adamlık öğren biraz. Adam ne güzel her gün öpüyor karısını işe giderken. Bir kerecik de sen öpsen kıyamet kopar sanki değil mi?
Rükneddin bey şaşkın şaşkın karısının yüzüne baktı.
-Sen delirdin mi be kadın? El alemin karısını ne diye öpeyim? Yaşlandıkça bir hoş oldun vallahi. Adam asker görmüyor musun. Karısını öpeyim de oysun mu beni? Fe sübhanallah yahuuu.
Rümeysa Hanım öfkeli bir şekilde ’ Öküz ’ Derken tüm konuşmaları duymuş olan İhsan sert bir asker selamıyla selamladı bu sevimli ihtiyarları.
-Günaydın bahtı kara Rümeysa ablam...Günaydın öküz..Pardon, Rükneddin abim...Hayırlı sabahlar ikinize de.
İhsan gözden kaybolduktan sonra içeri giren Ayla, çocuklarının önündeki yumurtanın bitmiş olduğunu görünce bu popo sorununu da kazasız belasız savuşturdukları için sevinmişti. Kızlar nazlanmış, sızlanmış ama sonunda yemişlerdi.Daha doğrusu o öyle sanıyordu. Eğer pencereden dışarı bakmış olsaydı sokak köpeği Haydut’un bu -tavuğunkıçından çıkanı-koklayıp’ Acaba yesem mi yoksa yemesem mi?’ Diye kararsızlık içinde olduğunu görecekti.Uzun süredir o da bu diyetisyen denilen meslek sahiplerine fena halde bozuluyordu. Onların yüzünden millet dayanmıştı sebze, meyveye. Hani Kurban Bayramları da olmasa et ve kemik yüzüne hasret kalacaktı neredeyse.
Ayla duvar saatine baktı. Servis minibüsünün gelmesine çok az zaman kalmıştı. Gelecekte her birisi çok canlar yakacak olan güzeller güzeli kızlarını son bir kez daha süzdü. Önlük, yakalık, boyunlarına asılı silgileri, sırt çantaları, beslenme çantaları her şey tastamamdı. Her ikisinin de yanağına koca br öpcük kondurup onlardan da öpcükler aldıktan sonra her ikisini de servis minibüsüne bindirdi ve tekrar içeri girdi.
Nesrin ve Perihan ilk okula o sene başlamışlardı. Pek çok çocuk okula ilk başladıkları gün zırıl zırıl zırlayıp annelerini bir türlü bırakmak istemzlerken onlar sanki kırk yıllık öğrenciymiş gibi okula hiç yabancılık çekmemişler, öğretmen ve arkadaşlarıyla hemen kaynaşmışlardı. O yüzden de Ayla, ilk gün hariç hiç bir zaman çocuklarıyla birlikte gitmemişti okula. Ara sıra Öğretmen Beyle görüşmek için gittiğinde de yine kızlarından ayrı gidiyordu.
Kahvaltı masasını toplarken yılların ne kadar çabuk geçtiğini düşündü Ayla. Daha dün gibiydi kayın babası Kemal Bey ile Kayın validesi Fatma Hanımın ’ Allah’ın emri, peygamberin kavliyle Kızınız Ayla’yı oğlumuz İhsan’a...’ diye ezilip büzülerek kendisini baba ve annesinden istemeleri. Babasının sanki ondan kurtulmak istermişçesine hiç nazlanmadan ’ Verdim gitti komşu ’ Demesi. Annesinin, babasının baldırını koparırcasına çimdik atıp ’ Yahu ne yapıyorsun kız evi naz evidir sözünü hiç mi duymadın’ Demesi.
Ayla’nın babası dümdüz bir adamdı. Biliyordu kızının İhsan’ı sevdiğini, İhsan da kızını seviyordu. Eeee..bu durumda ’ Yok birader, veremem, bekletip turşusunu kuracağım’ mı demeliydi yani?
İhsan ve Ayla , İhsan’ın asteğmen arkadaşlarının çektiği kılıçların arasından Yusuf ve Züleyha gibi ilerlerlerken her ikisi de yürümüyor adeta mutluluktan uçuyorlardı. O kadar heyecanlıydılar ki nikah memurunun karşısına oturur oturmaz İhsan -daha kendisine bir şey sorulmadan- ’Eveeeetttt’ Diye bağırınca Ayla gülmekten neredeyse sandalyeden düşecekti.
Hazreti Adem ile Havva cennetten kovulmadan önce ne kadar mutlu idiyseler Ayla ile İhsan da o kadar mutluydular. Ama bu cennetin sadece bir ay süreceğinin her ikisi de farkındaydı.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Düğünden bir ay kadar sonra İhsan’ın ilk görev yeri olan Mardin ili Dargeçit beldesine tayinleri çıkmıştı. Cennet kadar olmasa da bu vatan toprağı da değişik doğası, etrafını çevreleyen dağları, değişik beşeri yapısıyla kendi çapında küçük bir cennet sayılabilirdi. Tabii ki -neredeyse her gün- bir terörist ya da şehit cenazesi kaldırılmıyor olsaydı bu topraklardan.
Asteğmen İhsan ve karısı Ayla Dargeçit’e doğru yola çıkmadan önce tüm akraba ve tanıdıklarının ellerini öpüp onlardan helallik almışlar, son olarak da her ikisinin de öğretmenleri olan Sami Bey’in ellerini öpmek için kapısını çalmışlardı.
Sami Bey asık suratlı ve ciddi görünüşlü bir öğretmen olmakla beraber aslında çok gırgır, şamata bir öğretmendi. Tüm öğrencileri onu çok sever o da öğrencileri kendi oğullarından ayırt etmezdi. Şimdi de pek belli etmese de gözleri gururla parlıyor ama aynı zamanda da içi ürperiyordu. Sadece bir gece kalmıştı o Dargeçit denilen yerde. Evet sadece bir gece ama ne gece...
Batman’da görev yaptığı yıllarda Dargeçit Belediye Başkanı’nın oğlu Mahmut, Sami Bey’in öğrencilerinden birisiydi. Her öğrenci gibi Mahmut da sevmişti Sami Öğretmeni ve sık sık ’ Hocam sizi bizim oralara götüreyim. Misafirimiz olun.’ Diyordu. Sami Öğretmen kötü bir üne sahip olan bu beldeye gitmek istemiyordu aslında ama öte taraftan Manavgat’ta görev yaparken tanıdığı Abdullah Öğretmen de Dargeçit’te görev yaptığı için en azından onu görmek için bu teklife sonunda ’ Evet’ Dedi ve Mahmut’un babasının özel olarak gönderdiği belediyenin resmi aracı ile Dargeçit’e gittiler.
Mahmut’un özel bir işi olduğu için önce Midyat’a uğradılar. Anadolu’nun neredeyse sonu sayılabilecek olan bu ilçede bir kilise görmek Sami Öğretmeni şaşırtmıştı. Mahmut anladı hocasının şaşkınlığını ’ Süryani Kilisesi Hocam...Kürdün Hristiyan olanına Süryani denir.’ Diye açıkladı durumu.
Taş binalar, her birisinde çok değişik ve muhteşem gümüş işlemelerin, süs ve takıların satıldığı dükkanlar ile Midyat çok çok değişik bir ilçeydi ve elbette ne doğunun Paris’i Batman’a ne de güney’in incisi Manavgat’a hiç mi hiç benzemiyordu. Bu da bir inciydi ama öyle nadide bir inciydi ki onu sadece ve sadece burayı görerek, burayı yaşayarak, burayı soluyarak anlamak mümkündü. Yazmakla, çizmekle, hele hele de hariçten gazel atmakla ne anlatılabilir, nede anlaşılabilirdi.
Midyatta işleri bittikten sonra hızla Dargeçit’e doğru yol almaya başladılar. Yarım saat geçmişti ki karşılarına nereden çıktığı belli olmayan bir araç çıkarak önlerini kesti. Araçtan inenlerin ellerinde çok ağır ve uzun namlulu silahlar vardı. Asker desen askere benzemiyorlardı çünkü saçları sakalları birbirine karışmıştı bu adamların ve her birisi neredeyse iki klasik asker cüssesindeydi. Terörist desen o da değildi çünkü ne ayaklarında şalvar ne de başlarında poşu vardı. Mahmut ’ Özel harekat...Merak etmeyin, resmi araç bu. Sadece uyarı yapacaklar sanırım.’ Dedi.
Gerçekten de araçtan inen dağ aslanı ’ Arkadaş çok daha hızlı gidin, gece karanlığına yakalanmadan buralardan uzaklaşın. ’ Diye uyarısını yaptı ve yollarına devam ettiler.
Sami öğretmen ve hamile eşi üzüm bağlarının sağlı sollu uzandığı toprak bir yolu epeyce gittikten sonra Dargeçit’e vardılar. Gerçekten de dar bir geçitti burası.
Sami Öğretmen yolda giderken anlatmıştı Mahmut’a burada Abdullah adında bir arkadaşının öğretmenlik yaptığını. Tabii ki Mahmut’un Abdullah’la çok da fazla bir ilgisi yoktu ama tanıyordu.
Sami Öğretmen Mahmut’un tüm itirazlarına rağmen o geceyi Abdullah’ın evinde geçireceğini söyleyerek ondan bir nevi izin istedi. Sonra da Mahmut’un Rehberliği ile Abdullah’ın evine gitti. Ev dedim değil mi? Pardon, tavuk kümesine...
Dışarıdan bakıldığında bizim Orta Anadolu’nun ekmek fırınlarına benzeyen ufacık, kubbeli bir yapıydı Abdullah’ın evi.
Kapıda birdenbire Sami Öğretmeni gören Abdullah sevincinden ne yapacağını şaşırdı. İki genç kurt hasretle sarıldılar birbirlerine. Sonra içeri geçtiler. Bu tek göz oda Abdullah ve eşinin hem yatak odası, hem oturma odası, hem mutfağı, hem de banyosuydu.
Manavgatlı (Aslında Aksekili) Abdullah ile Aksekili eşi işte bu minicik yerde yaşıyorlar ve Abdullah böyle bir yerde yaşıyor olmasına karşın o kendine özgü kalın sesiyle kah kahh kaahhh kahkalar atıyordu. Aksekili yenge de Sami Öğretmenin Fethiyeli eşi gibi karnı burnundaydı...Sami öğretmen ile Abdullah önce bir marş tutturdular: ’ Ötüken yolu yokuştur/ Kafaları tokuştur.’ Sonra da adetleri üzre kafaları tokuşturdular. Hatunların kafa tokuşturma gibi bir lüksleri yoktu koca karınları yüzünden. Onlar da karınlarını tokuştururken karınların içinde olan Sami’nin Cihangir’i ile Abdullah’ın oğlu da kafaları tokuşturdular annelerinin karnından. Ama sessizce tabii ki...Bu memlekette kafa tokuşturmak, hele hele de yüksek sesle ’’Ötüken yolu yokuştur.’ Demek ölüme davetiye çıkarmak gibi bir şeydi.
Hava iyice karardığında Sami öğretmen Abdullah’ın artık ışığı yakmasını bekledi. Abdullah duvarda asılı gaz lambasını aldı. Şişesini çıkarıp fitilini yaktı. Şişeyi tekrar haznesine yerleştirirken de fitili iyice içeri çekerek ışığı olabildiğince kıstı. Sami Öğretmen tam yirmi sene öncesinde söndürmüştü o fitili. Şimdi burada, yirmi sene sonra üstelik de bir Manavgatlının ellerinde gaz lambasını görünce bir acayip oldu. Sırtı kaşındı. Çünkü Erzurum’un Pasinler’inde az mı tahta kurusu öldürmüştü o gaz lambasının şişesi içinde.
Hoşbeş faslından sonra sıra yemeğe gelmişti ki kapı çaldı. İki genç daha geldi bu küçücük odaya. Biri okulun öğretmenlerindendi öteki ise Dargeçit Sağlık Ocağının doktoru. Sami Öğretmen bir doktorun, bir öğretmenin evine misafir gelmesine pek şaşırmadı. Manavgat’ta olsalardı bir doktor, bir öğretmenle pek aynı ortamda olmazdı. Her birinin ayrı lokali, ayrı ayrı takıldıkları arkadaş grubu olurdu ama böyle yerlerde ayrı ayrı takılmak gibi bir lüksünüz asla yoktu.
Sami Öğretmenin bu evde en garibine giden şey herkesin adeta fısıltıyla konuşuyor olması ve her birisinin dışarıdan gelecek bir sese karşı adeta teyakkuz halinde olmasıydı. Hele hele de Abdullah’ın o gün okulda yediği halttan sonra...
Abdullah’a bir başkası ’ Kaşının üstünde gözün var ’ diyemezdi. Ama Sami Hoca her bir şeyi diyebilirdi. Aralarında öyle bir hukuk vardı.
-Ulan sen delirdin mi arkadaş. Tamam anladık manyaksın, kendini yakmak istiyorsun. Bu zavallı yengenin suçu ne. Onu niçin ateşlere atıyorsun a geri zekalı?
-Yahu ne yapayım? Ufacık bir velet, iki tane tokat attım diye bana ’ Sen göreceksin gününü. Bak bakalım seni ne hale sokacağız’ Deyince dayanamadım. ’ Dağdaki itlerinize mi güveniyorsun. Buyursun gelsinler. İşte buradayım ’ Deyiverdim.
-İyi bok yedin. Ulan bir tırnak çakın bile yok kendini savunacak. Ya gerçekten de gelirlerse?
-Fena mı. Şehit olurum ne güzel.
-Naaahhh şehit olursun. Bok yoluna gidersin resmen. Kusura bakma yenge...Benim ağzım bozuktur az.
Sami Öğretmenin ağzı az bozuktu ama hiç kimsenin umrunda değildi bu. Millet ölümü değil de o anda yedikleri tavuğun ne kadar lezzetli olduğunu, yengenin ne kadar mahir bir aşçı olduğunu konuşuyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde bekar doktor ve öğretmen evlerine gitmek için kalktılar. Bu durumda yapılacak tek şey kafayı vurup yatmaktı. Sami Öğretmen sordu:
-Tuvalet nerede? Çişimizi, kakamızı yapıp yatalım artık.
Bir taraftan da ’ Ulan nerede yatacağız bu minicik odada?’ Diye düşünüyordu.
Abdullah bir el feneri alıp evin bir kaç adım ötesindeki bir metrekare alana knuşlanmış dört tahta duvarı gösterdi. ’ Tuvalet orası. İşini hallet ’
Sami öğretmen içeri girince Abdullah feneri söndürdü. Kulağı dışarıdan gelecek en ufak seste olarak arkadaşının def-i hacet eylemesini bekledi. Daha sonra Sami öğretmen bekledi Abdullah’ı...Sonra da kadınlar bekledi birbirlerini. Sıra artık yatmaya gelmişti. Abduullah yere bir döşek serdi ve üzerine yorganı örttü. Sonra da hem yatak hem de kanepe olarak kullandıkladı kendi yataklarını gösterdi. ’ Siz burada yatacaksınız.’
Abdullah ve eşi Sami Öğretmen ve eşinin pijama ve geceliklerini giyip yatağa girmesi için kapının dışına çıktılar. Az sonra da ’ Tamam girebilirsiniz sesi üzerine içeri girdiler ve Abdullah yine o kalın sesiyle kah kah gülmeye başladı.
-Arkanızı dönün de biz de giyelim pijamalarımızı, geceliklerimizi.
Genç evliler denileni yaptı. Abdullah’ın eşi yatağa girdikten sonra o gaz lambasına üfledi ve eşinin koynuna girerken yine kah kah gülmeye başladı.
-Sakın yaramazlık yapmayın ha?
Sami bir taraftan gülerken öte taraftan ’ Hastir lan manyak ’ Dedi ve kendini uykunun kollarına bırakmak istedi ama uyumak ne mümkün. Her çıtırtıda, her tıpırtıda yatağından doğruldu durdu sabaha kadar. Abdullah ise ilk ses için ’ Kedidir o kediiii’ Dedikten sonra karısının kıçına sarılıp çoktaaan deliksiz bir uykuya geçmişti bile. Eşi de öyle...
Şimdi gururla seyrettiği öğrencilerine: ’ İşte böyle bir yere gidiyorsunuz çocuklar. Umarım benden yıllar sonra oralar çok değişmiş olsun ve umarım siz orada mutlu, hem de çok mutlu olursunuz. Bana ’ Böyle bir yerde nasıl mutlu olunur Hocam?’ Diye sormayın. Abdullah nasıl mutlu olduysa, o zor şartlara rağmen nasıl neşesinden hiç bir şey kaybetmediyse siz de aynen öyle mutlu olursunuz inşallah. Yolunuz açık, Allah yardımcınız olsun.’ Diyerek iki kınalı kuzusunu Allah’a emanet etti.
DEVAM EDECEK
YORUMLAR
Sami Hocam, bu bölümü okurken hiç sıkılmadığım gibi devamını merak ederek bir solukta okudum. Bu seri güzel bir roman olacak. Romanın içinde günü yaşarken, dünü de irdelemek çok güzeldi. aynı zamanda yurdumuzun değişik yörelerini tanımak da ayrıca tat verdi.
Tebrik eder, selam ve saygılar sunarım.
Özenle yazdığım yorum gitti. Daha doğrusu öykünün anımsattığı anılarımdı. Küçükken çocuklarıma nasıl yumurta yedirdiğimi..tavuk gibi gt gıtlayarak yumurtanın tavuktan nasıl çıktığını anlatarak. Tabii tiyatral bir biçimde..
Bu bir seri öyküymüş. daha önce okudum mu hatırlamıyorum. Geçmişteki öğretmenlik günlerinizdeki öğrenci ve öğretmen arkadaşlarınızı anlatarak yazmışsınız. baştaki yumurta yedirme faslına gülümsedim.
Çocuklarıma nasıl yumurta yedirdiğimi de anımsayarak..
tebrikler,
selâm ve sevgilerimle..