- 1117 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
“BİR ÇİFT GÜVERCİN HAVALANSA”
Nereden duymuş ya da okumuştum, Will Durant mı söylemişti “Gerçeğin besleme gücü anlıktır… Hayal öyle mi ya… Öncesizlik ve sonrasızlıktır… Ezelden gelir, ebediyete gider… Gerçek cimridir, hayal cömert” diye… Yaz, uzun gündüzlerinin boğucu sıcağında, kısa gecelerinin ılık esintilerinde kişinin kendisini sorguya çektiği ve anıların yakamıza yapışıp bir türlü düşmek bilmediği bir yalnızlığın adı mıdır? Zamanın cellâdı bir başka gülümsüyor da…
O yaz, bir gazetenin iç sayfalarında, kenar sütunu haberlerinde beş altı satırlık haber sende deprem etkisi yapmış, evin tavanı bir sağdan sola, bir soldan sağa gidip gelmeye başlamıştı. Sonra olduğun yere yığılıp kalmıştın. Evinizde kalan, yaşı sana göre küçük olan liseli çocuk ayakta başucundaydı, gökyüzüne uzayıp giden eğri büğrü, boyu yüzlerce metreyi bulan devasa ağaçlar gibi görünüyordu… Beynin olanı kabul etmedi, retçiydin. Bu bir kâbustu ve onunla zaten buluşmak için de geç kalmıştın. Birkaç dakika sonra hep yaptığı gibi yüz metrelik mesafeyi bayrak yarışı koşup gelecek ve boynuna atlayacaktı… Ayağa kalkmayı denedin… Kolların bacakların sana ait değillerdi ve bu isteğini kabul etmediler. Suat seni kaldırmaya çalıştı… Halsizdin. Yüzünü yıkamak için lavaboya Suat’ın yardımıyla gittin, yığılıp kaldın oraya… Sonrasını hatırlamadın. Yine sinir krizi geçirmiştin…
Aradan tam otuz dört yıl geçse de senin için olayın etkisinin daha dün olmuş gibi taze olduğunu, olayı anlatırken yüzündeki ifadeden, yüz ve mimik hareketlerinden anladığını Suat anlattı bana… Hatta bir suçlu gibi başın öne eğik ve gözlerin dolu doluymuş… Suat yaşananın bölük pörçük parçalarının tanığı ve bana anlattığı da olayın bütününü kapsamıyor, parça bölük… Suat’ın dışındaki arkadaşlardan dinlediğim de öyle, olayı bütünlük içinde kavramama yetmiyor… Amacım seni o melun güne geri götürmek değil, bu genç kızı, bu ateş parçasını tanımak, tanıtmak onu anlatmak ve anlamak bir borç ve bir görev… Bu kızın insan ve devrimci yanından hepimizin öğreneceği ve hepimizin onur duyacağı çok şey olsa gerek… Gerçi bu olayı anlatmanı senden birkaç kez istedim ama kaçındın. Haklı sebeplerin vardı. Öncelikle olayın bir yanı da sensin, uzun yıllar yargılanmaların var, hapisliklerin var… Anlattığın olayın zaman aşımının dolmaması nedeni var… Var oğlu var… Bir de bu kızla özel ilişkini düşününce fazlaca da ısrar etmek saygısızlık gibi geldi bana… Suat’ın anlatımları içimdeki bu uhdeyi yeniden diriltti… Biliyorsun ben hukukçuyum ve zaman aşımı çoktan doldu… İstersen bir yerlerden başla… Anlatmayı istemediğin, kendi özelinize ilişkin bölümler varsa oraları atla…
Gönülsüzdün anlatmakta, bunca yıldır sır gibi sakladığın şeyleri anlatacaktın, kolay değildi elbette senin için, ama ısrarımı da kırmak istemedin. Daha başlarken yine o suçluluk psikolojisi içinde başını öne eğdin… Nereden başlayacağını kestiremez kırık bir ses tonuyla kesik kesik başladın anlatmaya.
“Öğrencilik çağlarımızdı. Ben, normal olarak üçüncü sınıfta olmam gerekiyordu ama okul faşistlerin işgali altındaydı ve Türkiye’deki bütün okullar gibi biz de boykottaydık ve okula gidemiyorduk. Gidemiyorduk dediysem normal eğitim-öğretim yapamıyorduk. Yoksa okulu faşistlere terk etmeye hiç de niyetli değildik… Senin de bildiğin güzergâhlardan toplu olarak gidip geliyorduk… Devrimcilerin elinde birkaç fakülte ile bir kaç yurt kalmıştı… Yılın en güzel mevsimlerinde bile bu şehir sis olurdu hep, ya da bana öyle gelirdi… Bazen kendimi astım hastaları gibi hissederdim, nefes alamazdım, boğulurdum… Hiçbir gün olmaz ki, falanca şehirde, filanca kasabada şu kadar devrimci öldürülmüş, poliste filanca isimli devrimci işkenceyle öldürülmüş, kahveler taranmış, mahalleler basılmış… Düşünebiliyor musun, polis baskınlarında yakalanıp da öldürülmeden cezaevine kapağı atan arkadaşlar için derin bir oh çektiğimizi… Karşı devrim bütün cephelerden saldırıdaydı ve biz bu fillerin ısırmaya çalışan karıncalardık. Bütün devrimcilerin canını dişine taktığı yıllardı… Sadece faşist saldırılar mı? Mitingler, boykotlar, işgaller, grevler… Onca olanaksızlığımıza rağmen her yerdeydik ve asla zaman mefhumumuz da yoktu… Yani günün yirmi dört saati devrimci hareketin bize ihtiyaç duyduğu her yerdeydik… Kimsenin özel hayatı yoktu, daha doğrusu özel yaşamımızı düşünecek zamanımız yoktu…
Anlatımın burasında araya giriyorum: Eski arkadaşlarla-diyorum- sohbetlerde, birçok kez bu durum yakınma konusu oluyor. Yeni kuşaklar da o dönemin devrimcilerine tepki gösteriyorlar… Mesela filtreli sigara içen, kız arkadaşıyla el ele dolaşan devrimciler hoş karşılanmazmış, tepki gösterilirmiş… Hatta yasaklanırmış bu tür şeyler… Böyle bir ortamda sen bu ilişkiyi yaşayacak zamanı ve yeri nereden buldun? Hafifçe başını sallıyor, söylediklerime sesiyle değil hareketleriyle tepki gösteriyor… Anlatmaya devam ediyor.
Bak diyor, kimseyi kırmaya niyetim yok ama eğer bunları söyleyen eski devrimci arkadaşlar ise, o azman bu arkadaşlar o dönemin içinde yaşamış kişiler, o kaygıları endişeleri, tedirginlikleri algılama duyarlığına sahip kişiler olamazlar. Demek ki onların da kuyruk acıları varmış… Bunlar, o dönemin içinde değil, olan biteni tribünden izlemişler… Sahanın içinden haberleri bile yok demek ki… Sen o dönemin içinden gelen birisin, söylenenlerde iğne ucu kadar vicdan kırıntısı var mı? Bana öyle geliyor ki, devrimci hareketin yenilgisiyle birlikte, adamlar öylesine bir “muhalif insan” tipi yarattılar ki, bunların sistemle, sömürüyle, emperyalizmle, kapitalizmle, faşizmle hiçbir sorunları yok… Adam kıçına teneke bağlıyor “hit muhalif” oluyor, acayip kılıklara bürünüyor “hit muhalif” oluyor, uyuşturucu müptelası oluyor “ hit muhalif” olarak itibar görüyor… Ülke satıcılarının, kan emicilerinin, ölüm tacirlerinin yalamaları bu ülkenin “en muhalif insan tipi” olarak piyasaya sürülüyor… Bunlar sistemden besleniyor ve sistem de bu zavallıları tepe tepe kullanıyor… Devrimciler elbette bunların dışındadır ve öyle kalacaklardır. Yarattıkları ucubenin içine tıkamadılar ya bizi, şimdi hasbelkader o dönemi zaman itibariyle, düşünce ve eylem itibariyle asla değil, yaşayanları da sözüm ona devrimciler adına konuşturuyorlar… Ağzımı bozmak istemiyorum ama bu zibidiler ne zaman devrimci olmuşlar da bu ülkenin yüz akı insanları adına söz söyleme, güya eleştirme haklarının kendilerinde görüyorlar… Eee, Tüsiadı, Müsiadı, ırkçıları, irticacıları, Amerikancıları, AB, Soros kuruluşları gibi veledi zinaların fon yalayıcıları bu ülkede sivil toplum kuruluşları olarak kabul gördükten sonra, bunların muhalifliğine kim ne diyebilir ki… Amaçları öylesine açık ki… Şimdi kalkıp da o dönemde faşist saldırıları örgütleyip bu gün sol adına birisini konuştursalar, inandırıcı olmayacaklarını bilirler. İşte bu tipler düzenbazların en seçilmiş tütsücüleri… Duman üfle uyuştur… Yaptıkları bu… Başarısız da sayılmazlar… Ama namussuzluklarını, alçaklıklarını asla örtemeyeceklerini de onlardan daha iyi kimse bilemez… Düşünsene, Ankara’nın o insanın içine işleyen soğuğunda sabahın beşinde altısında toplu taşım araçlarının duraklarına giderdik… Birçok arkadaşımızın cebinde otobüs dolmuş parası yokken oturdukları gecekondulardan yaya gelirlerdi… Kışın o dondurucu ayazında sırtlarında parkaları pardösüleri olmayan birçok arkadaş vardı, soğukta titremekten dişleri birbirine vururdu… Okula gitmeye çalışan ara unsurları vazgeçirip, boykotun ayakta kalmasını sağlayacaklar… Polis bu taktiğimizi öğrenmişti… Çeşitli kılıklarda yanı başımızda biterdi… Kimi seyyar satıcı kılığında, kimi dilenci… Yakalanırdı birçok arkadaşımız, doğru cezaevine… Gördükleri işkenceden söz bile etmeye gerek yok, çünkü işkence zaten olağanlaşmıştı… Nöbete geldiğimiz bu durakları ya faşistler basar, ya da polis… Aleni bir işbirliği… Adamlar iç içe… Belki çatışacaksın, belki kaçacaksın… Adamların elinde her türlü olanak mevcut, ama senin cebinde yol paran yok… Gece olur kalacak evin yok… Yurtlardan atılmışsın, okullardan kaydın silinmiş, bursun kesilmiş, aile fakir kendine hayrı yok ki, sana üç kuruş göndersinler… Elimizde bir iki yurt var, ö dönemin malum polis ekipleri her gün yurtları basar, bir bahaneyle alıp götürürler. Bak, senin o dönemdeki devrimci hareketteki rolünü, fonksiyonunu biliyorum, biz yılların arkadaşıyız. İçinde bulunduğun hareketin en ileri gelen unsuruydun… Sığınacak yer bulamadın da o otelin kömürlüğünde üç gece kaldın… Senin durumun buysa, devrimci harekette yer alan diğer militan arkadaşlarımızın ne durumda olduğunu bir düşünsene… Neymiş, filtreli sigara içmeye yasak getirilmiş de, kız arkadaşlarıyla el ele tutuşmaları yasaklanmış da… Yavşak herifler… Millet polisten kaçmaya otobüs dolmuş parası bulamasın, siz gel keyfim gel… Bu kadarı fazla… Bir de utanmadan bunları yüzsüz yüzsüz söyle ha… Ben tanık oldum, bulunduğum okulda ortam son derece gergin… Okulun bahçesi ağaçlık… Faşistler etrafımızı çeviriyor. Okulda o malum ekip var… Faşistlerle birlikte saldırıyorlar… Diken üstündeyiz… Elimizdeki olanaklar-polis-faşist işbirliği çetenin olanaklarının yanında olanak bile sayılmaz… Tüm amacımız ölü ve yaralı vermeden okuldan çıkabilmek… Gerek daha önceleri, gerekse okula her gelişimizde bu tür davranışlardan kaçınmaları için uyarıyoruz bu tipleri, adeta yalvarıyoruz… Toplu durun, bir yere ayrılmayın diye… Kaldı ki, bugün açık açık söyleyeyim, bunlar devrimci filan da değil… Bize sığınarak okullarını bir an önce bitirmeye çalışan, bizimle faşistler arasında sıkışmış kalmış tipler üstelik… Ama buna karşın onların can güvenliğini sağlamak, zarar görmelerine mani olmak için canımızı dişimize takıyoruz… Bulunduğum yere yakın bahçenin içinden çıtırtılar gelmeye başladı… Faşistlerin ağaçlardın yararlanarak buradan saldıracaklarını düşündüm… Silahımı çevirdim, ateş edeceğim… Yine de temkinli davrandım, çıtırtıya yaklaştım… İşte bizim uyardığımız tiplerden biri… Kız arkadaşıyla ağaçların arasında… Yalan mı söyleyeyim, kıza da erkeğe de birer tokat vurdum… Şimdi bunun adı bizim “demokrat” olmadığımız mı oluyor… Valla artık şu imal edilen “demokrat”lık iyice sinirlerime dokunmaya başladı… Akmaz kokmazlığın adı, bırak akmaz kokmazlığı egemen sınıflara secde etmenin adı demokratlık olmadı mı ya…
“Evet diyorum, ağır mücadele koşullarında, canhıraş yaşanan faşizm döneminde birileri yok filtreli sigara içmemiz yasaklandı, yok sevgililerimizle el ele tutuşamadık diye yakınıyorsa… Ve bu türler kalkıp da bu dönemin yiğit devrimcileri adına konuşma haklarını kendilerinde bulabiliyorlarsa… Ne denilebilir ki… Galiba ar, hayâ meselesi”… Peki diyorum bu kızla tanışmanız… Sözümü kesiyor, anlatacağım, konu bölündü diyor… Yine kısık, mecalsiz bir ses tonuyla kaldığı yerden devam ediyor…
Biliyor musun diyor, bu park, bu bahçe, bu kuğular o günden bu güne hiç anlamını yitirmedi… O günün Kuğulu parkı ile bu günün Kuğulu parkı arasındaki fark, artık buralara yalnız geliyorum, yanımda Sena yok… Daha doğrusu gelemiyorum… Ne bileyim onsuz buraya gelmek….
Onu burada tanıdım… Tesadüfî bir tanışmaydı… Ben o zaman varlıklı, aristokrat denecek kadar üst perdeden bir kızla nişanlıydım. Aristokrat dediysem kızın ailesi öyleydi, etkili ve seçkin bir aile… Ama kendisi tam zamane kızıydı… Kötü bir insan değildi ama karakter ve mizaç farklılığımız daha ilk günden ortaya çıkmıştı… Hani siz iki kişi nişanlı ya da sözlü olursunuz, ya da öyle sanırsınız ya, aslında gelenekçi toplumlarda bu dış görünüş ile işin iç yüzü tamamen farklı… Hele benim gibi ayağının tozuyla ücra bir köyden gelip hiç bilmediği bir sınıfın içine karga tulumba dalanlar için durum daha da vahim… Sınıfsal farklılıklar öylesine kalın çizgilerle ayrılmış ki, istesen de uyum sağlayamıyorsun… Bizim bu kızla sözlülüğümüzde bu faktörler belirleyici oldu. Benim ailem çok yoksuldu. Babam benim ortaöğretime girdiğim yıl öldü. Beni bu aile okuttu… Ortaokulu, Liseyi… Gerçi yatılı Lise öğrencisiydim ama iş bununla bitmiyordu… Hani cebinde bir çay simit parası da olsundu… Rahmetli babamın sağlığında pek çay simit param olmadı ama bu ailenin benim eğitimimi üstlenmesiyle cebimde hiç param eksik olmadı… Anama bile bu paradan biriktirir harçlık verirdim… Kızın Babası da yoktu, ölmüştü. Annesi akademisyendi ve mükemmel bir insandı… Doğrusu onun hakkını ödeyemem… Yaz tatillerinde ben bu ailenin evine gelirdim… Daha sonra sözleneceğim kız da benimle aynı yaştaydı ve öğrenciydi… Aynı evin iki çocuğu gibiydik… Yazın işte parklara, bahçelere giderdik, eğlenir zaman geçirirdik. O zaman Gençlik Parkı revaçta bir eğlence yeriydi, daha sonra it kopuk yatağı oldu, sık sık uğrardık Gençlik Parkına… Gerçi birkaç gün sonra sıkılır, bizim köylülerin amelelik yaptığı Altındağ semtine kaçardım… Düşünsene, bu evde yediğini arkanda, yemediğin önünde, hiçbir maddi sıkıntın yok… Ama nedense ben kendimi burada rahat hissetmezdim… Çaktırmadan doğru Altındağ’a, bizim köylülerin olduğu semte kaçardım… Altındağ’da sekiz on kişi bakımsız, rutubetli bir göz odada yatar, kalkar, yemek yapardı… Düşünüyorum da…( Burada gülüyor, demek ki diyor ben rezilliği o zamandan beri seviyormuşum…) Derken, Lise son sınıfa geldiğimde aileler arasında bizim evlenmemize karar verildi… Ancak, ikimiz de henüz öğrenciydik ve önümüzde üniversite eğitimi vardı… Bu evlilik benim ailem için hayati bir meseleydi… Kızın ailesi oldukça varlıklı… Benim bu kızla evlenmem, ailemin de geleceğinin garantisi demekti… Kardeşlerimin okuması, ya da ne bileyim ellerinde ekmekleri demekti… Kendi ailem adeta ısrarcıydı ve bunu bana hem hissettirirler, hem de açıkça söylerlerdi… Çünkü bu kızla benim evlenmem onların kurtuluşu demekti… Hayır demeniz olası değildi, rahmetli anam gözümün içine bakardı, yan çizeceğim diye de endişelenirdi… Bunu, bana bakışlarından anlardım… Bu öylesine bir yüktü ki, ailenizin bu yoksulluk belasından kurtulması için bu yükü taşıyacaktınız, başka çareniz de yoktu… Hele, örgütsel faaliyet nedeniyle Lise son sınıfta hem yatılıdan hem de okuldan atılmamla bu aile öylesine yakınımda oldu ki… Artık yatılının masraflarını da karşılamaya başladı… Bunun ötesinde müstakbel kayınvalide benim moral hocamdı, dedim ya harika bir insandı… İşte, böylece her ikimiz de liseyi bitirdik, üniversite sınavlarına girdik… Ben Tıp, o Kimyacılık kazandı… O yaz ailelerimiz bu kızla bize birer yüzük taktılar, ama bu söz yüzüğü müydü, nişan yüzüğü müydü, valla kestiremiyorum… Ama kızın ailesinin belki de maddi sorunu olmadığı için üniversite eğitimine başladıktan sonra evleneceğimize ilişkin sohbetler olduğunu hatırlıyorum… Biz sözlendik… Artık geleceğin karı-koca adaylarıydık ve birbirimize daha yakındık… Onun yaşadığı evdeydim ve onun çevresiyle uyum sağlamam gerekiyordu… Ama ne çevre… Kızın arkadaş çevresinden söz ediyorum… Zeytinyağı ile su gibi asla birbirimize karışmıyoruz… Ben örgütlüyüm, aklım fikrim miting, grev, boykot vs. adamların böyle bir derdi yok… Eve doluşuyorlar, gramofona bir plak koyuyorlar, başlıyorlar tepinmeye… Valla o güne kadar ben böyle bir eğlence türü görmedim… Nereden göreyim, TV filan da yok ki… Ben halay kültürünün ürünüyüm, gerçi onu da sevmem ya… Bunların eğlencesine bir türlü aklım yatmıyor… Plağın sesi mahalleyi çınlatıyor… Gecenin bilmem kaçı… Bizim oralarda o saatlerde insanlar ertesi günün işi günü için yataktan kalkmış olurlar… Buralarda hala yatmak şöyle dursun, tepin Allah tepin… Türkçe bir şey dinlediklerine tanık olmadım, hep İngilizce… O dönemde Ruhi Su’nun “Seferberlik Türküleri” yeni çıkmış, içime işliyor… Gittim o plağı satın aldım, gramofona yerleştirdim, dinliyorum… Onlar da kızlı erkekli arkadaşlarıyla salondalar… Birkaç kez ikaz ettiler beni, yeter, başka plak koyalım diye… Başka plaktan kasıtları o anlamadığım zırtapoz havaları… Ben de inat ettim, takmadım… Delikanlılardan biri epeyce kızmış bana, hışımla geldi, plağı yerinden aldı, küfreder gibi “ yeter artık dedik sana” diye de bana çıkıştı… Beş altı kişiydiler… Bana çıkışan delikanlıyı tekme tokat dövdüm, salona girdim hepsini kovdum evden, sözlüm dâhil… Şimdi düşünüyorum da, cüret mi dersin, başka bir şey mi bilmem ama sınıfsal farklılık, köylülük böyle bir şey galiba… O akşam eve gelmedim, Altındağ’a gittim ama müstakbel kayınvalide durumu öğrenmiş… Oldukça soğukkanlı karşıladı ve kızını suçladı… Onların içinde bir tek adam bile yok dedi… Bu arada zaman içinde kayınvalidenin ilerici, demokrat bir aydın olduğunu anlamam uzun sürmedi… Rahmetli Aziz Nesin ve yanında o zamanlar kim olduğunu bilmediğim kadınlı erkekli insanlar gelirler, güncel meselelere ilişkin sohbet ederlerdi… Sohbetlerine ben de katılırdım… Hepsi TİP eğilimliydi ve görüşleri benim bıçkın devrimci hızlılığımla örtüşmezdi… Ben Tıpa başlamıştım ama pek öğrencilikle ilişkim yoktu… Ailemin ve sözlümün okulu bitirmemi çok istemesine karşın benim okulla pek ilgili olduğum söylenemezdi. Elbette bu durumu aileden gizlemek zorundaydım… Dediğim gibi aile gerçi demokrat ama onlar için okulumun bitirilmesi, benim doktor olmam çok önemliydi… Oysa Tıpa doktor olmaya, diploma almaya gelmemiştim. O zaman mensubu bulunduğum örgüt “Tıp fakültesini kazanırsan çok iyi olur, ihtiyacımız var” demiş, ben de Tıp’ı tercih etmiştim… Aile elbette bu durumdan habersizdi ve ben her gün düzenli şekilde okuluna giden öğrenci rolünü eksiksiz oynamak zorundaydım, durumdan haberleri olmamalıydı… Her günkü gibi sıradan bir gündü… Faşistlerin Hacettepe’yi basacaklarına ilişkin bir söylenti çıkmıştı ve oraya gitmiştim… Gerçekten faşistler beklemediğimiz şiddette saldırdılar… Arkasından polis saldırdı… Çatışma çıktı… Üstümde silahım eksik olmuyordu ve kaçmam lazımdı… Kuğulu Park polisin en son basacağı yerdi, varlıklı aileler otururdu civarda… Kuğulu Parka kadar koştum, bahçe duvarının üstüne oturup nefeslenmeye başladım… O arada sözlümü gördüm, arkadaşlarıyla buluşmaya gelmiş… Kızlı erkekli bir grup… Beni tanıştırdı “ nişanlım, Tıpta okuyor” dedi… Gruptakilerden ikisi yabancı değildi, gözüm ısırıyordu… Eve gelenlerdendi… Muhtemelen içlerinde üniversite öğrencileri de olmalı ki Hacettepe’deki çatışmadan söz ediyorlardı… Söz ettikleri olay onlar için bir heyecan unsuru, bir seyirlik oyundu… Kendilerini pek ilgilendirmiyordu, tavırlarından bunu çıkardım… İçlerinden sarışın, çilli yüzlü, ufak tefek sayılabilecek bir kızın olaya ilgisi diğerlerinden farklıydı… “Faşistler mi basmış” dedi… Yanındakiler “sağ sol çatışmasıdır” dediler… Özel bir konuşma engeli yoksa şivesi biraz değişikti… “Evet, faşistler basmış” dedim… Yanıma daha çok yaklaştı, ölü ve yaralı olup olmadığını, yakalanan olup olmadığını sordu… Kayıtsız göründüm, “bilmiyorum dedim, ben de Kızılay’da duydum”… Yaa, dedi… Yapması gereken bir işi varmış da, unutmuş, ansızın aklına gelmiş gibi, telaşla arkadaşlarından izin isteyip gitti… İçinde bulunulan dönemin psikolojik özelliğinin ağır basmasından mıdır nedir, bu tanımadığım bozuk şiveli, çilli sarışın kıza karşı bir sıcaklık, bir yakınlık duydum… Bunun öyle bir erkeğin bir kadına duyduğu yakınlıkla ilgisi yok… O çevreden devrimci harekete yakınlık duyan bir kız… Pek akıl alır şey değildi… Dedim ya o çevreyi, o çevrenin gençlerini, kızlarını erkeklerini tanımaya başladım… Okul dışında sosyal yaşamları eğlence, partiler filandı… Akşam hani diskoya gidilecekti… Beatles mıydı, Pink-Flyod muydu vs. Mücadelenin yoğun olduğu okullarda okuyan öğrencileri aileleri okula göndermezlerdi, fırtınanın geçeceğini, bu durumunun gelip geçici olacağını, polisin olay çıkaranları yaka paça içeri atıp, eğitim öğretim ortamını sağlayacağına inançları imanları kadar kuvvetliydi. “Solculardan” söz ederlerken, gayri memnunlukları yüzlerinden okunurdu… Bu kız da bu çevrenin bir parçasıydı… Sahi, çatışmayı duyunca acele acele niçin gitti, nereye gitti… Unuttuğu bir işi yapmak için gitmiş olabilir mi… Bu çevrede herkesin bir sevgilisi var, güzel bir kız, onun niçin olmasın, belki de sevgilisiyle buluşmaya gitmiştir… Her ne sebeple gitmişse gitmişti ama bu kıza karşı ilk duyduğum sıcak içten ilginin başlangıcı budur….
Sözlüme, bu kıza ilişkin hissettiğim yakınlığı sezdirmemek için alaycı bir tavırla “ bu çilli kız kim dedim, boyundan büyük işlere pek meraklı galiba”… “ Öyledir dedi, içimize pek karışmaz, ortak bir iki arkadaşımız var, ara sıra buralarda rastlaşırız”… Sözlümün arkadaşı-sanırım Pakistan büyükelçisinin kızıydı- esmerce güleç yüzlü, güzelce bir kız “ Lübnan sefirinin kızı dedi… Sena… “Şivesi ondan bozuk galiba dedim, biraz peltek konuşuyor”… “Yoo dedi, şimdi daha iyi, ilk geldiklerinde şivesini anlayamazdınız bile, çok çabuk toparladı Türkçeyi, kurslara gitti”…
Bu çilli kız hakkında o gün edindiğim bilgi bu kadardı… “Lübnan Büyükelçisinin kızıydı ve adı Sena’ydı”…Bir iki tesadüfî karşılaşmadan sonra, ilerleyen günlerde Kuğulu Park ve civarında daha sık karşılaşıyoruz… Selamlaşıyoruz… Aramızdaki yakınlık her geçen gün biraz daha artıyor… İkimizde çekingenliğimizi yendik… Adını koymasak da ikimiz de Kuğulu Parka birbirimizi görmeye geliyoruz… O gün ayrılırken ertesi günkü buluşma için sözleşiyoruz… Yanıma koşarak geliyor, kucaklaşıyoruz… Ben ayrılıncaya kadar ayrılmıyor yanımdan, sohbet yelpazemiz oldukça geniş… Genellikle o günün güncel sorunlarını tartışıyoruz, devrim, sosyalizm, savaşlar, faşizm, sanat, edebiyat… Batı edebiyatı konusunda oldukça birikimli… Nazımı duymuş ama Türk edebiyatı konusunda pek bilgisi yok… Ona Nazımdan, Ahmet Ariften şiirler okuyorum… Bahar, bütün haşmetiyle hissettiriyor kendini Ankara’ya… Çay-simit buluşmamızın neredeyse simgesi oldu… Yakınlığımız her geçen gün biraz daha artıyor… Kuğulu parka gelmediğim günlerde sitem ediyor, “filanca saate kadar seni bekledim, gelmedin, sana bir şey olmasından korkuyorum”…
O gün, Sözlümün bulunduğu grupla Gazi Osman Paşa yoluna doğru yürüdük… Sözlüm imalı şekilde “Senayla arkadaşlığınızı kıskanıyorum bak diyor, bana ayıracak zamanın olmuyor ama Senayla pek hoş sohbetsiniz” diyor. Eve geldik… Müstakbel kayınvalidenin Üniversiteden öğrencileri vardı, onlarla sohbet ediyorlardı… Beni tanıştırdı, kızımın nişanlısı, Tıp’ta okuyor” dedi… Gelen öğrencilerden biri dikkatli dikkatli beni süzmeye, göz ucuyla bakmaya başladı… Sarışın, sarkık bıyıklı biriydi… İzin istedim, yanlarından ayrıldım, doğru Kuğulu parka… Güya öylesine buradaydım, öyle gözükmeye çalışıyordum ama!... Acaba, o çilli sarışın kıza rastlar mıydım? “Sahi adı, neydi?” Gülümsediğimi hatırlıyorum… Sena… Siyasalda diğer sol gruplarla tartışma vardı, bizim grup adına konuşmacı bendim… Zaman öylesine daraldı ki… Yoktu, gelmemişti. Çilli, sarışın kızı göremedim… Hızla, kestirmeden Siyasala geldim… Konferans salonu dolmaya başlamıştı ama henüz konferans başlamamıştı. Bizim gruba mensup arkadaşlarla buluştuk… Ön palana çıkmayan, illegalitede olan, kitle içinde bizim gruptan olduğu bilinmeyen liderimizle göz göze geldik… Gülümsedi, bana göz kırptı. Konferans salonuna girerken, evde göz ucuyla beni süzen, kayınvalidenin öğrencisi olan sarışın sarkık bıyıklı arkadaşla karşılaştık… “Senin (X) hanımın damadı olduğunu bilmiyordum, dedi. O çok iyi bir insandır. Bizim Fakülteden, hocamız”… El sıkıştık, memnun oldum… Böylesi ayaküstü bir tanışmanın, daha sonra can ciğer arkadaşlığa, yakın dostluğa dönüşeceğini kim bilebilirdi ki… Bu gün bu arkadaşla aynı sıcak, yakın samimi arkadaşlığımız hala sürmektedir.
Konferansa katılacak sol grupların konuşma sıraları kurayla belirlendi… İlk kura bizimdi… Üstümde, bu kadar geniş kitle içinde ilk kez konuşacak olmamın tedirginliği… Kürsüye çıktım, elimde hiçbir not, hazırlık yok… Doğaçlama konuşacağım, ama daha ilk sözcüklerde tutuldum… Sanki bildiklerimin tümünü unuttum, bütün bildiklerim konferans salonuna gelenlere “ merhaba, hoş geldiniz”… “ Değerli arkadaşlarım”… “Eeee,”…demekten ibaretti. Bir panik başladı… Konferans salonundan çıt çıkmıyor… Herkesin merak ettiği bir grubuz, öyle her yerde konuşmuyoruz… Kitle, devrimci harekete ilişkin görüşlerimizi merak ediyor, acaba ne diyoruz, ne diyeceğiz… Söze bir girebilsem gerisi gelecek ama sanki ağzımda çakıl taşları var… Sözcükler bir türlü çözülmüyor… İyi bir manevra yapıp konuya girdim… Arkası geldi… Konuşma süremiz iki buçuk saatti ve o gün iki sol grup kendi görüşlerini anlatacaktı… Bu iki buçuk saatin ne çabuk geçtiğini de pek anlayamadım… Konferansı yöneten arkadaş süremin dolduğunu, cümlemi tamamlamamı ikaz etti… Evet, gerçekten çok iyiydi, toparlamıştım… Liderimiz dinleyici olarak gelmişti ve beni orada da yalnız bırakmamıştı…. Sağ elinin parmaklarını yumruk yaparak ve başıyla onaylayarak “ çok iyi” olduğumu söyledi. Diğer fakültelerden arkadaşlarla kantine doğru yürümeye başladık… O dönemde babası sağcı bir partiden milletvekili olan ve hala o onurlu, vakur başı dik devrimci tavrından zerrece ödün vermediğini bildiğim bir bayan arkadaşımız “ kara çocuk dedi, şimdi çayı hak ettin”… Kızlı erkekli bir grup oturduk çaylarımızı yudumlamaya başladık… Çay deyip geçmeyin, cebinde beş parası olmayan bizler için gerçek bir ziyafet… Başımı kaldırdığımda ürkek, çekingen hareketleriyle karşımda “o” duruyordu… Sena… Onu görmek, karşılığı hiçbir şeyle ölçülmeyecek değerde bir hediyeydi benim için… “Merhaba” dedim, elini sıktım… “Çay içer misin?”. Yarı mahcup bir gülümsemeyle evet dedi. Çay ısmarlayan bayan arkadaştan bir çay parası daha alıp, bir koşu çayı kaptım, getirdim… Güya an arkadaşlarla sohbet ediyoruz ama ne yalan söyleyeyim göz ucuyla da ona bakıyorum… Onun da aynı şekilde çaktırmadan bana baktığını gördüm… Çay ısmarlayan bayan arkadaş o gruptaki arkadaşları dağıttı. “ Eee, arkadaşlar” dedi, “kara çocuğun sevgilisi başında bekliyor, siz esir almış bırakmıyorsunuz”… Doğrusu sevgili filan değiliz, aramızda duygusal bir yakınlaşma var ama bunun sevgili olmakla ilişkisi yok… Öncelikle ben nişanlıyım daha… Dahası o günlerde bir devrimcinin bir sevgilisinin olması çok kabullenilebilir bir şey de değil. Biraz mahcup bir tavırla “ sevgili değiliz” dedim. Bayan arkadaşımız çok anlayışlı biri… Beni kenara çekti, “zaten dedi sana vermem için para verdiler” deyip elime bir miktar para sıkıştırdı… Siyasaldan kurtuluşa doğru yürümeye başladık… Kurtuluş faşistlerin etkin olduğu bir yer, biliyorum ama bunu ona söyleyemedim. Kurtuluş Lisesini geçerken bir grup faşistin saldırısına uğradık… Dikkatsizlik işte, arkadan yanaşan bir faşist elindeki bir taşla gözüme vurdu, yere düştüm… O da benim üstümde… Ağzının burnunun kan içinde olduğunu fark ettim… Sayıları on beş yirmiyi bulan faşistlerle baş etmek zor… Hepsi birlikte saldırıyor… Tekme tokat… Yetinmediler. Birisinin bıçak çıkardığını gördüm… Nihayet elimi belime atacak fırsatı yakalamamla köpek sürüsü gibi kaçmaları bir oldu… İkimizde de yürüyecek takat kalmamıştı… Benim kaşımın üstünden kan sızıyor, onun ağzı burnu kan içinde… Kucaklayıp kaldırdım, özür diledim. Burası faşistlerin bölgesiydi ve daha dikkatli olmam gerekirken onun yanında rehavete kapılmıştım ve sonuç buydu… O halimize aldırmadan Kızılay’dan Kuğulu Park civarına kadar yürüdük… Elimizdeki yüzümüzdeki kanı görenler meraklı gözlerle bize bakıyorlardı… Kendi evlerine gitmemizi önerdi, çekindim, teşekkür ettim. Israr etti. Evlerine gittik, annesi hemen doktor çağırdı… Tuhaf gelmişti bana… Sonuçta birimizin kaşı kanıyordu, diğerimizin burnu kanamıştı. Vücudumuzun değişik yerlerinde darp izleri vardı… Canım bunun için de doktor çağrılmazdı ki… Küçüklüğümde her mahalle kavgasında, birinin attığı bir taş ya da vurduğu bir sert cisim kafamı yarardı da bir de anamdan kötek yiyeceğim korkusuyla eve bile gidemezdim… Akşam eve gelince anam, üstüm başımdaki kanı görür, öfkeli bir sesle “yine mi dövüştün gâvur çocuğu” derdi. Hemen kazanı kucaklar, yağlı karayı yara yere sürerdi… Bir iki gün yara zonklar, sonra bir şeycik kalmazdı… Bunların adedi ne kadar değişikti… Şunun şurasında bir iki sıyrık… Doktor aletlerini takarak bir iki test yaptı… Benim kaşımın üstünü dikti, ilaç sürüp pansuman yaptı… Senanın burnuna tıkaç yapıp ilaç verdi… “Dinlenin” dedi… Bana bir oda gösterip burada dinlenmemi söyledi… Kapıyı tekrar açıp çay isteyip istemediğimi sordu… Ayağa kalktım“ sıkıldım dedim, gitmem gerekiyor”… Ama doktor… Sözünü kestim “ her kaşım yarıldığında doktora uyarsam”… Şaşkın bir tavırla ne söyleyeceğini bilemedi… “Ben de gelmek istiyorum” dedi. Kuğulu parka geldik… Birer çay söyledik… Sohbetin arasına sorular karıştırdı… Gözümün altıdan onu inceliyorum… Dudağından gülümsemesi hiç eksik olmuyor… (……………)’in nişanlısıymışsın” dedi. Evet dedim, güldü… Ne diyecekti bilmiyorum, lafı ağzında kaldı. Uzun boylu, kilolu, esmer birisi bize doğru geldi, selam verip masaya oturdu. Sena “ Nişanlım, Muhammed” dedi. Ona da beni tanıştırdı… Parmağında yüzük olsa görürdüm daha önce, yoktu… Doğrusu uğradığım hayal kırıklığı ile izin istedim… Nişanlısı bir şey demedi, Sena oturmam için ısrar etti, işim olduğunu söyleyip ayrıldım… Vakit ikindiüstüydü, o halde eve gitmek istemedim… Bir yığın gereksiz soruyla karşılaşacağımı biliyorum… Tunalı Hilmi’yi takip ederek Küçük Esat’tan Kızılay’ı kestirme geçerek yurda geldim… Canım kimseyle konuşmak istemedi… Yurt kantininde bizim grubun dergilerinin satıldığı masaya geldim… Oralı olmamaya çalışıyorum, moral bozukluğumu gizlemeliyim… Devrimcilerin barındığı bu yurt sık sık polis baskınına uğrar, sudan sebeplerle devrimciler gözaltına alınır… Emniyete gidenin hali malum… Yükselen devrimci hareket içinde bulunduğum okulda karınca kararınca antifaşist mücadelede yer almaya çalışıyorum… Polis-Faşist işbirliği artık gizlenmeye bile gerek görülmeyecek kadar ayan beyan sürüyor… Faşistler her taşın altında beni arıyor, her olayda adım polise veriliyor… Bu nedenle sık sık kovuşturmaya uğruyorum, sık sık aranıyorum… O gün yurdu polis bastı, alıştığımız şey… Polis ekibinin şefi o günün koşullarında emniyet içinde MHP’liliği ile bilinen, devrimcilere işgal ordusunun generali gibi davranan, birçok devrimcinin işkencede öldürülmesinin sorumlusu, 12 Eylülde profesyonel işkencesiyle ünlenen DAL grubunun kurucusu zat… Allah’ı var, kendisiyle iyi tanışırız!… Kantine girmesiyle yemek masasının altına girdim. Masaların altından kapıya kadar ilerleyebilirsem kaçacağım. Kapı ağzına kadar geldim, beni gördü, üstüme atladı, yaka paça kollarımı arkama bükerek iki polise teslim etti. Başka devrimcileri arıyor… Hava serin… Polislere yurt odasından kazağımı alacağımı, isterlerse kendilerinin de gelebileceklerini söyledim. Birisi “git al” demesine karşın, diğeri “olmaz, kaçar” diyor. Kolumu kurtarıp hızla odaların merdivenlerine koştum… Ben önde onlar arkamda, koşuyoruz… “Dur, ateş edeceğiz” diye yırtınıyorlar. Arayı açtım, en son kata çıktım. Önümle gelen ilk odaya daldım… Gardırobun içine girip oturdum… Sesler yakınlaştı… Kurulmuş zemberek gibi “ kaçma, vururuz, kaçma vururuz”… İkisinin de tekrarladığı söz sadece bu… Bulunduğum odaya girdiler… Yatakların altını üstüne getirdiler ama elbise dolabının içine bakmak akıllarına gelmedi, dolabı açsalar yakalayacaklar, başka kaçacak yer yok… Derken kattaki tüm odaları aradılar, yatakların altını üstüne getirdiler… Sanki yastıkların altında parşömen kâğıdı arıyorlar… Bir süre bekledim, sesler kesildi. Dışarı çıkmak için seslere kulak kabartıyorum… Ansızın dolabın açılmasıyla bir zenci öğrencinin önce çığlığı sonra yere yığılması bir oluyor… Odada bulduğum bir yoğurt kabıyla su getirip yüzünü yıkadım, ayıldı. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor… Sakinleştirdim bizim zenciyi… Pencereye yönelip dışarı baktığımda ekip arabasının hala yurdun önünde beklediğini gördüm… Aşağı inmem olası değil, yakalanacağım… Yurdun arka kısmında kaloriferin katı yakıt atıklarının, yemek artıklarının atıldığı, zeminden iki metre aşağıda bir yer var… Orayı gözüme kestirdim… Bulunduğum odanın çarşaflarını toplayıp, uç uca bağladım… Bizim zenci bana suç ortaklığı yapıyor… Düğümleri sıkıştırıyor, kontrol ediyor… “ Düşer ölürsün” diye de endişesini dile getiriyor… “ Sen diyorum, peteğe bağlı çarşafa dikkat et, çözülmesin”… Çarşafları pencereden sarkıttım, yedinci kattan aşağı ineceğim… Birinci katın hizasını geçip zemine yaklaştım… Elimin kaymasıyla atıkların atıldığı çukura gömülmem bir oldu… Belime kadar yemek artıklarının, kül, toz-toprağın içinde buldum kendimi… Yerimden kalkamıyorum, bacaklarım kalçalarım ben de değil sanki… İnerken birkaç arkadaş görmüş, beni bulunduğum çukurdan çıkarıyorlar… Her yerim yemek artığı bulaşığı… Fena kokuyor… Bir yerlerimde kırık çıkık olup olmadığını bilmiyorum ama fena sızlıyorlar… Bir taksiye atıp tanımadığım bir eve götürüyorlar… Ev sahibesi nükteci bir kadın, orta yaşlı… Arkadaşımın teyzesiymiş… Böyle kaçak saklamaya alışık bir aile… Sıcak su, leğen, sabun getiriyor, pansuman yapacak. Gömleğimi filan çıkarmak istemiyorum, utanıyorum… Kendi eliyle gömleğime asılıyor “çıkakaaaar” diyor, beni tatlı-sert azarlıyor. “Zaten çok pis kokuyor”… Hiç beklenmedik bir kahkaha tufanı kopuyor evin içinde, herkes gülüyor, katıla katıla gülüyor. Kahkahaya ben de katılıyorum… Arkadaşım başlıyor dalga geçmeye… “Teyze diyor, bu arkadaşımız var ya kendini Malkoçoğlu sanmış, Kaleden kaleye atlarken…”… Kadın şefkatle, sevgiyle bana bakıyor. “Zaten diyor devrimcilerin bana borcu çok. Hele devrimi yapın da”.. Sözünde bir ironi sezinliyorum… “Bu gidişle siz daha çoookkk devrim yaparsınız” der gibi… Sıcak su ve sabunla kolumu bacağımı ovdu, bu evde iki gün kaldım. O gün sabaha karşı uyandığımda yatakta bir yanımdan diğerine dönemedim. Her yanlarım sızlıyor. Sabah üstümde başımda ne varsa çöpe atıldı, iç çamaşırlarıma kadar. Kadın kocasının iç çamaşırlarından, pantolon gömleğinden giysiler temin edip verdi…
Burada arkadaşımın sözünü kesiyorum “ demek ki diyorum kötü kokuyu o zaman algılamışsın ki, gömleğinin, pantolonunun kokması beyninin vicdanının kokmasını engellemiş”… Gülüyoruz.
Anlatı uzadıkça arkadaşımın yüzündeki gerginlik kayboluyor, yüzüne acı bir tebessüm yayılıyor. Kendini o günlerin coşkusuna kaptırıyor.
“Sizin örgüt” diyorum bildiğim kadar gizliliğe önem verirdi. Pek kimse kimseyi tanımazdı, ya da böyle olmasına gayret edilirdi. Sena, senin de tanımadığın örgütün bir unsuru muydu, yani sizinle ilişkili miydi?
“ Yok diyor” arkadaşım, Senanın bizim örgütle ilişkisi yoktu, tanışmamız tamamen sana anlattığım gibiydi, yani bir tesadüftü. Ama başka bir örgütün unsuruydu. “Anlatacağım dedi”. Derin bir nefes aldı, gözlerini ufukta belirsiz bir noktaya dikti. Anlatması zor geliyordu, farkındayım, yine iç çekişleri artmış, huzursuzluğu davranışlarına yansır olmuştu.
“İki gün sonra o evden ayrıldım, Kızılay’a geldim. Bir süre dolaştım, o sokak senin bu sokak benim… Beynimde yine O… Kuğulu Parka yanımıza gelen adamı tanıştırırken “ Nişanlım” deyişini farkında olmadan tekrarlar olmuştum, kendi kendime konuştuğumu fark ettim. “ Nişanlım, nişanlım, nişanlım”… Onu bir daha görmeyecektim, o parka gitmeyecektim… Zaten beynimde öyle bir yük olmuştu ki… “Oh be, kurtuldum işte”… İçtenlikle böyle olmasını istiyordum, söylediklerime inanmak istiyordum, ama söylediklerime kendimde inanmıyordum… Kavaklıdere’den Kızılay’a doğru giderken mümkün olduğunca o yöne bakmamaya çalıştım. Sözlümle burun buruna gelmiştim, “ne oldu dedi” benzin sapsarı geçmiş… Kayınvalide nerede kaldığımı merak etmiş, “eve gidelim” dedi… Eve geldik, sakin görünmeye çalışıyordum… Mutat hal hatır sormalar bittikten sonra sıkıldım, “işim var” dedim… Altındağ’da birkaç ilişki kurmam gereken kişiler vardı, onlara gitmeye karar verdim… Sözlümle akşam gezmeye çıkmak için anlaştık, Altındağ’a gittim. Buradaki görüşmelerim tamamlandıktan sonra geç denilebilecek bir vakitte eve geldim. Sözlüm hazırlanmış, gezmeye gideceğiz… Evden çıktık, arabası var. Gençlik Parkı, çay kahve filan ama sıkıntıdan patlayacağım… “Gidelim”. Kızılay’da, muhtemelen şimdiki Karanfil sokak girişi yakınında merdivenlerden alta inilen, girişi tenteli ve “Disko Gogo” denilen yere geldik… Arabasını uygun bir yere park etti, “Diskoya gideceğiz”… Bozuntuya vermiyorum ama Bu Disko dedikleri neme nem bir şey? İçerde ne yapılır, Daha önce yanımda konuşulanlardan anladığım kadarıyla oyun oynanan, dans edilen bir yer, ama ben ne oyun oynamasını bilirim, ne de dans etmesini bilirim. İçerde ne olacak, ben ne yapacağım. Muamma… Merdivenlerden inip içeriye girdiğimde birkaç dakika etrafımı göremedim. Ben deyim kırk, sen de seksen çeşit ışık bir yanıyor, bir sönüyor… Görmek için gözlerimi ovuşturuyorum. Gözümün önü açıldığında birkaç erkekle birkaç kızın vücutlarının muhtelif yerleri birbirine temas eder şekilde hareketli bir oyun oynadıklarını fark ettim. ( valla oyun dedim ya, oyun muydu, dans mıydı bugün bile bilmiyorum). Fırladım piste çıktım, sözlümün kolundan tutup sürüklercesine dışarı çektim, müdahale ettiler. Bıçağımı çıkardım… Sonrası malum… Yine sürüklercesine hızla arabaya getirdim, binip eve gittik. Beni kayınvalideye şikâyet etti, çok kaba davrandığımdan yakındı. Kayınvalidem kızının ağzının payını verdi, azarladı… Ertesi gün söz yüzüğünü iade ettim. Bir açıklama yapmadım… Rahatlamıştım… Gide gele Kuğulu parkın garsonlarıyla arkadaş olmuştuk, uğrama niyetim yoktu. Israr ettiler, “bir çay ısmarlayalım”. Çaydan bir iki yudum almaya kalmadan kafamı kaldırmamla onu karşımda bulmam bir oldu… Kalktım yer gösterdim, merhabalaştık. Adımı söylemek yerine “bey” diye hitap etti. Doğrusu yine aranmaya başlamıştım ve polisten tedirgindim, sürekli etrafımı kolluyorum. “ Neye bakıyorsun” dedi. “Bey arıyorum” dedim, güldü. “Sensin ya” dedi. “Yok dedim, kendim olmaktan memnunum, onu isteyene ver”. Bozuldu ama çabuk toparladı. Özür diledi, “alınacağını düşünmemiştim” dedi. “Hayrola dedim”, galiba nişanlınla buluşmaya geldin?. Ses tonumdaki kinayeyi anlamıştı. “ Hayır dedi, kaç gündür seni görmek istiyorum, ama bir türlü göremedim. Sözlünü gördüm birkaç kez ama ona da seni sormayı pek uygun bulmadım”. “Biz ayrıldık” dedim… Bir süre hiçbir şey söylemeden sustuktan sonra “ya” dedi… Sizi barıştırmak için yardımcı olmak isterdim. Teşekkür ettim, buna gerek yok dedim. “üzgünsün” dedi… “Evet dedim, insan nişanlısından sözlüsünden ayrılınca üzülüyor, senin üzülmeni istemem, sakın nişanlından ayrılma, emi! Sonra, nişanlı bir kızın yabancı bir erkeğin yanında ne işi var, nişanlın görürse kızar valla”… “ Merak etme “dedi, “üzülmeyeceğim”… Çay soğumuştu, bitirmeden kalktım, işim var gitmeliyim dedim. “Seni görmeye gelmiştim” dedi. “Başka zaman” dedim. Acelem var, gitmeliyim. “Seninle konuşmak istemiştim” dedi. Arkama bakmadan uzaklaştım… Yurda gitmeliydim, ülkenin dört bir yanından faşist saldırı haberleri geliyor. Burnumuzun dibinde faşist saldırıların üssü durumunda, her türlü devlet desteğine sahip oldukları bir yurt vardı, Site yurdu. İki de bir saldırılar düzenleniyordu buradan… Önde faşistler, arkada polisler… Faşistlerin püskürtülmesiyle polisler ateş etmeye başlardı… Birçok devrimci bu saldırılarda öldü, yaralandı… Yüreğim ağzıma geldi, sanki yine saldırmışlardı da ben neyle uğraşıyordum. Utandım kendi kendime, yüzüm kızardı… Hukuk yurduna uğradığımda bahçede dolaşır gibi yapan, aslında polisin aradığı arkadaşları uyaran birkaç arkadaş kaş göz işareti yaptı, polis beni arıyordu… Geri çark edip, Kızılay’a gittim… Sözlümle ayrılmıştım, artık o taraflarda işim yoktu, uğramam gerekmiyordu… Gerçi barınabileceğim sabit bir ev de yoktu. Olan bir iki evi de çok zorunlu haller dışında malum nedenlerle kullanmıyorduk. Müstakbel sözlümün ve kayınvalidemin aradıkları zaman haber bırakabilecekleri bir kitabevi vardı, oraya uğradım. Kayınvalide acele eve bekliyormuş, onu kıramazdım, eve gelirken mecburen Kuğulu parktan geçiyorsunuz. Akay kavşağına kadar yürüdüm, hiç aklımda yoktu. Kuğulu parka yaklaşınca içime bir ağırlık çöktü. Ya ordaysa!... Görmeyecektim, kararlıydım, Kuğulu parka yaklaştıkça kendi kendime yasak koyup başımı yerden hiç kaldırmadım, adımlarımı hızlandırdım, burayı bir an önce geçmeliyim… Parkı arkamda bırakıp caddeden karşıya geçerken yolun ortasında koluma girdi… O an’ın sevincini, şaşkınlığını, coşkusunu o gün anlatacak hiçbir sözcük bulamadım. Aradan bunca yıl geçti, hala o sözcüğü arıyorum… “Seninle kaç gündür hiç çay içmedik dedi, hem beni böyle güzel çay içmeye alıştırıyorsun, hem de çekip gidiyorsun”… Şaşkınım, söyleyebileceğim hiçbir sözcük gelmiyor aklıma, elimi koyacak yeri şaşırıyorum, adımlarım dolaşıyor, bakıyorum sadece, sadece yüzüne bakıyorum, gözlerine bakıyorum… Uçmam için kanatlara ihtiyacım yok, nefesim kesilecek… Hep oturduğumuz banka oturduk, hiç konuşmuyoruz… Elimi avuçlarının içine aldı… Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilmiyorum… Çok terleyen birisi değilim ama boncuk boncuk terliyorum… O gayet sakin… Giderek sıklaşan bir periyotta boynunu yarı büküp yüzüme bakıyor, gülümsüyor… Hava soğuk, farkında değilim… Akşamın epeyce ilerleyen saati.. Annen bekler diyorum, saat geç oldu. “Tamam diyor, kalkalım ama beni eve sen bırakır mısın”? Kızılay yönüne yürüyüp karşıya geçiyoruz… Yöneldiğimiz istikamet daha önce gittiğimiz evin istikameti değil, elçilik binası… Dış kapıyı hizmetçi olduğu hal ve davranışından anlaşılan birisi açıyor… “İyi geceler” diyorum, kolumu bırakmıyor. “Annem seninle tanışmak istiyor”… (Birkaç gün önce doktor çağıran annesi değil miydi yoksa…?) Çekingen davranıyorum “Gir içeri lütfen” diyor… O semti biliyorum, O zamanki İsrail elçiliğine yakın… Daha sonraki günlerde, yıllarda hatta bu gün bile düşündükçe yüzümü kızartan bir yığın olumsuzluk gelip üşüşüveriyor beynime… Yukarıda İsrail elçiliği, aşağıda Amerikan elçiliği…” Yani… Acaba… Tuzak?” Erkekliğe bok sürmüyorum, çaktırmadan silahımın kabzasını kavrıyorum, azdan az, çoktan çok… Dış kapıdan içeri giriyorum… Bina değil mübarek, Derebeyi şatosu, öylesine azametli, görkemli… Benim büyüdüğüm, yetiştiğim, arkadaşlarımla paylaştığım evlere hiç benzemiyor burası… Bizim köyün yarısı sığar buraya, öylesine büyük, geniş… Anne nezaketle karşılıyor beni, buyur ediyor… Daha önce gördüğüm bayan. Nazik ve kibar… Ailenin barınma mekânı olarak kullandığı bölüme bir köprü koridorla geçiyoruz… Esasen buranın arkada ayrı bir girişi varmış, ön tarafta elçilik hizmetleri görülüyormuş… Gerçi yaralandığımda buraya gelmiştim ama bu kez elçilik girişinden giriyorduk. Anne likör ikram etti, doğrusu sözlümün evinde görmüştüm ve yabancısı değildim… Vakit iyice ilerledi, uzak bir semte gitmem gerekiyor. Muhtemelen cebimdeki para dolmuş parasına yetmeyecek ve yürümek zorunda kalacağım… Yürüyeceğim yol güzergâhında faşistlerin ellerinde olan yurtlar, sokaklar var, buradan geçmek zorundayım… Bu gam değil de yol çok uzak, yürümem gerekecek… Teşekkür edip izin istiyorum… Sena izin vermiyor, bu saatte göndermem diyor. Anne sessiz kalıyor, “kalmamı istemiyor” diye düşünüyorum, bir de alışık olmadığım bir ortam, sıkılıyorum… Anne, “Senanın arkadaşısın, onu kırmayacağını umuyorum, kalın” diyor… Gece geç vakte kadar sohbet ediyoruz, Anne de sohbetimize katılıyor… Hizmetçi istemediler, … Birkaç kez tekrarlanan çay servisinin ilkini Sena yaptı, diğer servisleri anne yaptı, geç vakte kadar sohbet ettik, anne alttan alta soru soruyor, Sena bazen müdahale ediyor annesine, bazen gülümseyerek sessizce izliyor… Farkındayım, hep yüzüme bakıyor, annesi görecek diye de utanıyorum. O gece yan yana oturdukları annesinin yanından kalkıp yanıma oturdu, başını omzuma yasladı, sıkıca kucakladı… Annesi gülümsedi, dışarı çıktı… İyi de diyorum içimden “sen nişanlısın”… Sadece bu an varsın, sonra olmayacaksın ki… Sen yoksan benim bir anlamım da olmaz ki… Korkuyorum… Sabah olacak, ben kalkıp gideceğim, o da kalkıp gidecek, belki sabah erkenden nişanlısıyla buluşacaklar, birbirlerine günaydın diyecekler önce, sonra şimdi bana sarıldığı gibi ona da sarılacak!... “Bana sarıl lütfen diyor”… Hiçbir şey düşünmeksizin ona sarılıyorum, kucaklıyorum onu… Uzun süre ikimiz de suskun kalıyoruz… Elimi çilli yüzünde gezdiriyorum, ağlıyor sessizce… “Seni çok özledim diyor, beni bırakıp gitme”… Katı olmaya çalışıyorum, sesime öyle bir ton vermeye gayret ediyorum… “ Sabah nişanlın gelir, seni alır götürür” diyorum… “ Ben ayrıldım diyor, nişanlım yok artık”… Daha çok sokuluyor, iki eliyle belime sarılıyor… “Seni seviyorum” diyor… Hiç kımıldamadan duruyorum, yüzüne bakıyorum, omzumda uyuya kalmış…
Onunla sık sık buluşuyoruz. Her geçen gün birbirimizi daha iyi tanımanın, tanıdıkça da birbirimizden kopamayacağımızın farkına varıyoruz. Farklılıklarımız da belirginleşmeye başlıyor. Ben tipik kırsal kültürün ürünüyüm, diplomasi diline pek aklım da yetmiyor, aldırmıyorum da, yani dümdüz biriyim. Hangi olay, kişi ya da şey hakkında ne söyleyeceksem uluorta söyleyiveriyorum, kim alınır, kim darılır pek umurumda değil. O ise bütün hal ve hareketlerinde inceliğin ve nezaketin ürünü. Giderek onun çevresinden pek çok kişiyi tanıdım, pek ısınamadım doğrusu. O da bunun farkında. Bana “ soğuk davranıyorsun” diyemiyor, inceliği izin vermiyor buna. Çevresindekilerle beni kaynaştırmak istiyor. “O kız çok iyi birisidir, o çocuk çok efendidir” gibi laflar ediyor. Kızlı, erkekli hepsi tipik burjuva aile delikanlıları. Günün koşullarında bütün dünyaları müzik, dans, eğlence partileri… Bir gün bu tepki duyduğum türler için söylediği övücü sözler beni hiddetlendirmiş olmalı ki “Sena dedim, kendini fazla zorluyorsun. Bunların senin arkadaşların olduğunu biliyorum, ben içlerinde bir tane adam göremiyorum” … Benden böyle bir tepki bekliyor muydu bilmiyorum ama bozuldu, sesi değişti… Kendini çabuk topladı, yine o eksik etmediği gülümsemesini dudaklarına kondurdu… Bir süre sessizce yürüdük… “ Hadi çay içelim” dedi. Canım sıkıldı, soğuk davranıyorum, ellerimi tuttu. “ Sen çok farklısın, öylesine açık, öylesine durusun ki… Ama ben de çok zekiyim bak, çünkü seni keşfettim”… Söze nereden gireceğini bilemiyor, lafı ağzında döndürüp dolaştırıyor… Tevazu göstermedim “ Elbette farklı olacağım dedim, komünist olmak farklı olmaktır”… İmrenme mi alay mı olduğunu kestiremediğim bir gülümsemeyle cevap verdi, boynuma sarıldı. Açık bir yerde boynuma sarılmasını bizimkilerden biri görebilirdi, “bize yasak kendilerine serbest” diyebilirlerdi, kendimi geri çektim, kollarını boynumdan indirdi. “ Özür dilerim” dedi, “sana sarılmaktan kendimi alamadım”. Bir süre sessiz kaldık, elini tuttum, yüzüne yansıyan hüzün dağıldı. “Bizimkilerle” randevum vardı, gitmek için izin isteyemiyorum, kem küm ediyorum. Doğrusu birkaç saatliğine de olsa ondan ayrı kalmak benim de bütün dengelerimi alt üst ediyor, onu bir daha göremeyeceğim kâbusu çöküyor üstüme… “Gitmem gerek” dedim. “Akşamüzeri işin var mı”? “ Var dedi”, seni beklemekten daha güzel iş mi olur!... O gece malum görevlerden biri yapılacak. Benim üstüme düşen “iş” için gerekli görüşmeler yapılacak, araç gereçler verilecek… Görüşeceğim kişilerle görüştüm, gerekli uyarılar yapıldı… “İş”in tamamlanmasıyla her günkü gibi herkes normal yaşamına dönecekti… Bir arkadaş her göreve çıkıldığında aynı şeyleri söylerdi, “görev tamamlanınca herkes normal yaşamına dönecek”…Bir ara güldüğümü hatırlıyorum, “acaba bu arkadaşın normal yaşam dediği şey benimki gibi bir yaşam mı”?... Çünkü benim hiç normal yaşamım olmadı ki… Akşam gidebileceğim bir ev, bir insanın günlük yaşamında kendisi olabileceği bir ev düzeni… Bunlar bana hep yabancı şeylerdi, görevden sonra günlük olarak okullardan çıkışta devrimcilerin güvenliklerinin sağlanması, ertesi günlerin boykotları, grevleri, mitingleri… Normal yaşam dediği bu olsa gerek… Her zamanki uyarılar tekrarlandı. Gevezelik yasaktı, “iş” ile ilgili gerekli açıklamalar ilgili kişiler tarafından yapılacaktı… Talimatın, uyarıların bir an önce bitmesi için sabırsızlanıyorum, acelem var, hemen çıkmak için gözüm kapıda… O’nu özledim. Kapıya doğru yürüdüm. Liderimiz “acelen var galiba” dedi… Yüzü asıktı, bu onun çok görülen bir ruh hali değildi… Eliyle oturmam için işaret etti… “Sen dedi örgütümüz adına üstlendiğin fonksiyonun farkında değilsin galiba… Biz komünistler insan olmanın en yüce, en saydam erdemini taşırız… Âşık oluruz, ama yaşayamayız, yazın deniz kıyılarını, koyu gölgeleri özleriz, kışın rahat sıcak mekânlarda bir yaşamamız olsun isteriz, ama yatacak bir yatak, başımızı sokacak bir ev bulamayız. Çoğu kez cebimizde bir arkadaşımıza ısmarlayacak çay parası, dolmuş-otobüs bileti alacak paramız olmaz… Niçin? Biz mazoşist miyiz, Hint fakirleri gibi yaşamak çok mu hoşumuza gider… Bizimle diğer insanları ayıran şey şu: Ya kapitalizmin tüm insanlığı yavaş yavaş yok etmesine seyirci kalacağız, ya da bütün bunları kabullenip insanlara onur çağrısı yapacağız… Biz olanın ve olana çözümün bilincini taşıyan insanlarız, onun için komünistiz. Seçtiğimiz yolda yürürken içinde yaşadığımız düzen bizi köşeye sıkıştıracaktır, teslim almanın bin türlü alaveresini dalaveresini dayatacaktır. Olmadı, hapisler, işkenceler, darağaçları… İkisinden birisi… Seçim bizim elimizde, bizim irademizde… Ya görünümü ne olursa olsun sistemin bizi teslim almasına izin vereceğiz, ya da hayatımızı ortaya koyup savaşacağız… Unutma, bir devrimcinin en büyük düşmanı kendi içinde büyüttüğü, söküp atamadığı zaaflarıdır. Senin o kızla ilişkinin tertemizliğine hiç kuşkum yok, ayrıca oğlum ya da kardeşim olsaydın yaşamına müdahale hakkını da kendimde görmezdim… Ancak, örgütümüz içinde sahip olduğun konum, örgütün senden ileriye dönük beklentileri senin bir seçim yapmanı zorunlu kılıyor. Ya o güzel kızla birlikteliği seçeceksin, kişisel yaşamını yaşayacaksın, ya da düzenin bütün nimetlerini elinin tersiyle silkip attığın gibi duygularının da esiri olmaktan kurtulacaksın”… Sözün nereye geleceğini anlamıştım elbette, konuşmanın nereye varacağını merak ettim… Ancak bu seçimde senin yerine örgüt iradesini kullanacaktır ve bu kızla ilişkini derhal bitireceksin”… “ Sonra aynı alanda çalıştığınız arkadaşımız da senin bu kızla ilişkinden rahatsız”… “ Devrimci olmak” dedim kimsenin kimseye bir bahşişi değildir. Şayet devrimcilik babadan oğlu kalan bir miras olsa idi, bu dayatmaya karşı bu mirası reddederdim… Örgütün hiyerarşik yapısının elbette bilincindeyim ve aldığı kararlar harfiyen beni bağlar… Ancak, size bu kızla ilişkimden rahatsız olduğunu söyleyen arkadaş bu kızı sadece dış görünüşüyle tanımış, kişiliği ile tanısaydı… “ Zamanımız yok tartışmaya, kararını ver” dedi. “ Bu kızdan ayrılmayacağım, örgütümün bütün yaptırımlarına hazırım”… “ örgütün kararlarına karşı çıkmak geri dönüşü olmayan bir yola girmektir”… Belimden silahımı çıkardım, “gerek yok dedim, kendi işimi kendim hallederim”… Bir an paniğe kapıldı liderimiz, ayağa fırladı… “ Ölüm her zaman kahramanlık değildir” dedi, “Örgütümüzün ölülere değil dirilere ihtiyacı var”… Silahı eline tutuşturdum, “ sen ya da başka birisi”… “Bu sevginin önünde şapka çıkarılır, sana da bu yakışır” dedi, boynuma sarıldı. Bir an öylece kaldık… “ Bu şanslı kızı tanımak istiyorum” dedi… O gece şehir dışına gidecekti, buluşacağımız yeri ve saatini söyledim… O saatte geldi, bir çay içimlik sohbet ettik… Göz ucuyla onu izliyordu… Saatine baktı, gitmem gerek dedi. Ayağa kalktı, Senaya dönerek “ Bu deli oğlana sahip çık” dedi… Mutlu olmuştu, teşekkür etti. “Kim” der gibi gözüme baktı, sessiz kaldım cevap vermedim. “Biz de dedi bu tür şeyler olmaz, ne sıcak ilişkiniz var, birbirinizin özel hayatıyla bile ilgilisiniz. Sanki ağabeyin gibi, baban gibi ilgili seninle”… “Bak dedi, seni bana emanet etti, ona göre”… Muhtemelen gelen kişinin kim olduğunu anlamıştı, onun kim olduğundan daha sonra hiç söz etmedi. Ertesi gün buluşmak üzere tembihleşip ayrıldım. Hava epeyce kararmıştı… “ Bu gece “görev” var… Daha önceleri de sayısız kez yerine getirdiğim “görevin” riskini biliyordum elbette, “ölüm kalım” meselesiydi, ama nedense işin bu yönünü hiç düşünmemiştim. Zaten bir gün bu risklerden birisiyle nasıl olsa karşılaşacaktım. Bir polis kurşunu mu olur, bir faşist kurşunu mu olur… Ya da günlerce maruz kalacağın işkenceler, yıllarca yatabileceğin hapislikler… Hatta asılıp öldürülmem bile olasılık dışı değildi… Psikolojik olarak zaten hazırlıklı ve hazırdım. Bunun için pek umursamazdım ölümü, işkenceyi hapsi… Senayla ilişkim gün geçtikçe derinleşiyor… Ölürsem, ya da öldürülürsem onu bir daha göremeyeceğim… Bu düşünce öylesine boğuyor ki beni…
“Göreve” çıkarken, dikkat çekmemek için görev yerinin özelliği göz önüne alınarak bir kız bir erkek sarmaş dolaş çıkılır. Gelip geçenler bu iki cins arasındaki “yakın mesafe” ilişkisine kâh gıpta ederek, kâh ağızlarının içinde küfrederek tepki gösterirler, onların tepkileri duymazlıktan görmezlikten gelinerek sarmaş dolaş görev yerine doğru yol alınır, görev tamamlanınca uzaklaşıncaya kadar sarmaş dolaş o mahal terk edilir… O akşam yanımdaki kız arkadaşımla görevi tamamlayıp dönerken kafamı kaldırmamla onu karşımda görmem bir oldu… Yaşadığım şaşkınlık anlatılır gibi değil… “Bir kızla sarmaş dolaşım ve o karşımda”… Kafasını yere indirip bizi görmezlikten geldi… Yürüyüp geçtik, ileride kız arkadaşım ayrılıp gitti… Gecenin epeyce ilerlemiş geç saati olduğunu bile bile koşarak Kuğulu Parka geldim, belki beni bekliyordur… Ona anlatmalıyım, nasıl anlatacaksam, anlaması için hangi sözcükleri kullanacaksam o sözcükleri bulup anlatmalıyım… Yoktu, yoktu, yoktu… Epeyce dolaştım, zaten bu saatte yurda da gidemezdim, kalacak başka bir evde yoktu… Normal günlük kaldığım evlerden birinin kapısını çalmam da imkânsızdı gecenin bu saatinde… Orada bir banka uzandım, bir ara uyumuşum. Kalktığımda soğuktan her tarafım tutulmuş… Gece epeyce soğuk… Kızılay’daki bir sabahçı kahvesinde sabahlayıp, erkenden yurda gittim, boş bir yatak bulup hemen uyudum… Kalktığımda, akşamki olay beynime hücum etti, ne diyecektim, nasıl açıklayacaktım… Oysa bu tür görevlerde yanındaki kız arkadaşının kim olduğunu bilmediğin gibi ikinci görevde de bir başkası olurdu. Yani bu arkadaşımın kim olduğunu bile bilmiyorum ki… Belki bir daha hiç karşılaşmayacaksın… Suçluğumun telaşı içinde süklüm püklüm Kuğulu Parka geldim, dört tarafı kolaçan ettim, gelmemişti… Belki de artık gelmezdi… Yanılmıştım, işte geldi. “Merhaba” dedi… “ Yüzün solgun”… Neşesi yoktu. Her zamanki gülümsemesi yoktu… Gözlerime bakmıyor… “ Senden boynuma sarılmanı beklemiyorum ama beni dinlersen sevinirim”… “ Çok üzgünüm” diyorum “ ama sandığın gibi değil”… Sözümü kesiyor, “ bir şey sanmadım ki diyor, ama işte kadın zafiyeti, bunu kendime anlatamadım, beni çok sevdiğini biliyorum”… Açık yerde hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum sarılıyorum ona, iyice göğsüme bastırıyorum, saçlarından yanaklarından öpüyorum… Sanki bütün dünyanın ağırlığı üstümdeymiş de onun o sözüyle bütün bu ağırlıktan kurtulmuş gibi hissediyorum kendimi… Gülümsüyor yine… Dudaklarına kondurduğu bu gülümseme ne kadar yakışıyor ona… İlk kez görüyormuş gibi hayran hayran onu izliyorum… Farkına varıyor kendisini izlediğimin, dönüp yeniden sarılıyor, iyice sokuluyor göğsüme… “Beni seviyor musun diyor” biraz şımararak… “Yok diyorum, sen bir kızla yakalamadın mı beni”… Hiçbir şey düşünmedim diyor, bana olan sevgini biliyorum… O akşam yemeğini onlarda yemek için anlaştık… Misafirleri de olacakmış, gelmem için ısrar etti… Sofra epeyce kalabalık, birçoğu yabancı… Sofraya yan yana oturduk… Bir ara kalktı, annesinin azarlayıcı bakışlarına aldırmadan hizmetçiye yardım için mutfağa gitti… Sofra adapları bizden farklı… Herkes bir iple boyundan geçirilen daire şeklinde bir beyaz örtüyü boynuna geçirmiş… Benim dışımda kadın erkek herkes takmış… Sonradan fark ettiğimde iş işten geçmişti… Senaya baktım, onun da boynunda o örtü takılı… Ne yapacağımı şaşırdım, sağıma soluma baktım, görsem çaktırmadan alıp takabilirim, ama yok… Mutfaktaki işini bitirip yanıma oturduğunda kaşla göz arasında boynundaki o örtüyü çıkarmıştı… Koca masada ikimiz de örtüsüz yemeğe başladık… Bir ara göz göze geldik, “ göz kırptı”, “boş ver” der gibi… Beni kendisinin ayrılmaz parçası yapan, ağzımı açık bırakan ilk inceliği değildi onun… O inceliklerin, nezaketlerin insanıydı… Beni yolcu ederken evin dışına kadar geldi, sokakta biraz yürüdük, ona inceliğinden dolayı teşekkür ettim. “ Seni tanıdığıma öylesine mutluyum ki dedi, senden öylesine güzel şeyler öğreniyorum ki”… “Çok hassassın, duygu yüklüsün”… Eliyle yanağını işaret etti, yanağından öperken annesi gördü… Yüksek sesle “iyi geceler” diledi… Sena eve girip gözden kaybolduğunda yeniden dönüp arkama baktım, “acaba bir kez daha görebilir miyim onu?”… Öylesine bir tutku haline geldi ki, yirmi dört saatin her saniyesi onu görmezsem çılgına dönüyorum, yer ayaklarımın altından kayıyor sanki… Gecem gündüzüm onunla dolu… Her gün sabahtan akşama onunlayız… Akşam evine gidiyor… Sanki onu bir daha hiç göremeyecekmişim gibi bir tedirginlik basıyor beni… Evet, sabaha görüşeceğiz ama… Sabaha daha çoookkk var…
Kısa bir süre sonra evlerini elçilik mahallinden uzak bir yere taşıdılar, güvenlik sorunları varmış. Çok sınırlı kişiler dışında bu evin bilinmemesi gerekiyormuş… Bana adresi verip evi tarif etti… Babası birkaç günlüğüne ülkesine gidecekmiş. Teyzesi gelmiş, üçü kalacaklarmış evde… O günlerde arkadaşlarla sabaha kadar harıl harıl bildiri basıyoruz… Yirmi dört saat mesai… Gece nöbetleşe uyuyoruz…”Şikâyetçi” arkadaş da bizimle… Yine “o konuyu” açtı… Tartıştık… Kökü niyetli değil biliyorum, onun doğrusu o… Beni korumaya çalışıyor… Gecenin saat ikisi oldu… Onu düşünüyorum… Evlerinin güzergâhı faşistlerin egemenliğindeki mekânlardan geçiyor… Oradan geçmem lazım, başkaca da yol yok… Konuyu bilen arkadaşım nöbette, teksir kâğıdına bildiri basıyor… “Ben gidiyorum” dedim. Konuyu anlamıştı, bana söz geçirmeyeceğini biliyor. “Ben de geleyim” dedi, istemedim. Silahımı belime koyup evden çıktım… Ev çok uzak… Taksi param olsa!… Yürümek zorundayım… Faşistlerin yurdunun önünden geçerken konuşmalarını duydum, silahın ağzına mermiyi verdim, ne olur ne olmaz… Patırtı kütürtü çıkmadı, yoluma devam ettim… Yaz gecesi, Allahtan hava soğuk değil… Yol, sandığımdan uzunmuş, git git bitmiyor… Güneşin doğumuyla evlerini buldum… Sabahın ilk saatleri, henüz uykudalar… Apartman kapısından girinceye kadar oldukça rahattım, zili çalacağım, karşıma o çıkacak… Evin kapısına geldim, bir heyecan bastı beni… Parmağımı zile koyuyorum ama bir türlü zile basamıyorum, bir güç beni çekip alıyor… Apartman dışına çıkıyorum, geldiğim gibi geri gideceğim. Sabahın bu saatinde bu da olmaz ki… Kızıyorum kendime… Dışarı çıkıp birkaç metre ayrılıp geri dönüyorum, zile parmağımı dokunuyorum ama yine zili çalamıyorum… Sayısız kez tekrarlanıyor bu… Evden epeyce uzaklaştım, ayaklarım gitmiyor, onu görmeliyim… Kendi kendimi iyice motive ettim, “ apartmandan içeri girip beklemeden, düşünmeden zili çalacağım”… Apartmandan içeri giriyorum, zilin üstüne parmağımı koyup gözlerimi kapatıyorum… Olanca gücümle zile dokunuyorum… Kuşgözünden görmüş beni, kapıyı açmasıyla boynuma sarılması bir oluyor… Mutfağa alıyor beni… Korku ve şaşkınlığı aynı anda yaşıyor… Yüzüm bakıyor “ hayrola” der gibi… “Seni çok özledim, görmeden duramadım” diyorum… Yeniden boynuma sarılıyor… Tanımadığım bir kadın mutfaktan başını uzatıp geri gidiyor… Teyzesiymiş… Annesi geldi, konuşmalarımızı duymuş… Dünyanın en sevecen gözüyle beni izlediğini fark ettim, yüzündeki mutluluk görülmeye değerdi… Senanın, iyi ki o an uçmasına yetecek kanatları yoktu, yoksa sevinçten, mutluluktan bir serçe gibi uçup gidecek, onu görmekten mahrum kalacaktım… Girip çıkıp boynuma sarılıyor, bir yandan da ocağa çay koyuyor… Müdahale ettim, “ben seni görmeye geldim dedim, evdekilerin uykusunu böldüm. Benim için onlardan özür diler misin”? Bütün ısrarlarına rağmen on, on beş dakika kaldıktan sonra çıktım, Belediye otobüsüne binip Kızılay’a geldim, bir odaya çıkıp yattım… Erken denilebilecek bir saatte yurda geldi, yakın arkadaşım olduğunu bildiği bir arkadaşıma beni sormuş, arkadaşım beni uyandırdı… Kantine indim, evden kahvaltılık getirmiş…
O yılın Mayısıyla başlayan ilkbahar ayları, yaz ayları yaşamımda kapanmayan bir parantezdir, rüyada mıydım, düş mü görüyordum, Sena bir gerçeklik miydi, bilmiyorum… Hazirana tutkumun, Senanın o sabah koşa koşa evden kahvaltı getirmesinin, yarı ürkek gözlerle ve göz ucuyla durmadan beni süzmesinin, göz göze geldiğimizde tarifi imkânsız bir masumiyetle gülümsemesinin nedeni bu mudur? Yurttan birlikte ayrıldık, arkadaşlar dalgalarını geçtiler yine… Anlamıştı arkadaşların matraklarını… Yüzüme baktı, göz kırptım. “Sana sarılabilir miyim” dedi. “Sakın ha dedim, bizi tefe koyarlar yoksa”… Sanırım Türkçedeki bu deyimi pek anlamadı… Yolda sordu “tefe koymak” ne diye… Anlattım, en çok buna güldüğünü hatırlıyorum… “Ama aşk güzel şey” dedi… Sadece “evet” diyebildim… Üstelemedi… Yol boyu Filistin Kurtuluş hareketinden söz ettik… Şatila, Tel-Zaatar katliamlarından söz etti… Anlatırken yüzü gölgeleniyordu… Türkiyeli devrimcilerin Filistin halkıyla beraber savaştığını anlattım… Filistin’de şehit düşen Türk devrimcilerinin isimlerini söyledim… İsrail Filistinlilere karşı soykırım yapıyordu… Filistin’in birçok bölgesinde açlık susuzluk alışılmış bir yaşama dönüşmüştü… En çok da bundan kadınlar ve çocuklar etkileniyordu… Araplar Filistin’e yardım ediyordu… “Evet, ama dedim, birçok Arap ülkesinin de Demokratik-Laik bir Filistin’in kurulmasından ödü kopuyor, kendi halklarının ayaklanıp çağdaş, demokratik bir yönetim istemelerinden korkuyorlar… Bu nedenle bağımsız, özgür, demokratik bir Filistin’in kurulmasını istemezler, bunlar Amerikan uşağı” dedim… “Onlar olmasa Filistin savaşamaz” dedi… “Amerika olmasa da İsrail savaşamaz” dedim. Ortadoğu’da bu Arap ülkeleri Amerika’nın uşağı… Filistin’in ağzına bir parmak bal çalıyorlar sadece… Araplar “Amerika’ya hayır” deseler İsrail’in bir yıllık ömrü kalmaz… İsrail, Ortadoğu’da Amerika için koçbaşı… Ortadoğu’daki Emperyalizm karşıtı hareketlere karşı İsrail’i kullanıyor, Amerika olmasa İsrail olmaz’ı tekrarlıyorum”…
Güzün okulların açılmasıyla yine “yoğun mesai” başladı… Sabahtan akşama koşuşturma… Çatışmalar, boykotlar, mitingler… Polisin gözünde potansiyel suçluyum, beni kovalaması, takip etmesi, gözaltına alması için “suç” teşkil edecek bir eylemde bulunmam gerekmiyor, gördüğü yerde yakalamaya çalışması, yakaladığı yerde apar topar gözaltına alması hem polis için hem de benim için artık olağan bir durum halini aldı… Sürekli kaçıyorum… Kitlesel eylem alanlarından sürekli kaçarak kurtuluyorum polisin elinden… Hareket alanım iyice daraldı. Daha temkinliyim, pek göz önündeki yerlerde buluşmuyoruz… Her boykotta, her mitingde, okullara toplu gidiş gelişlerde sabahın köründe kalkıp geliyor, benim emniyet supabım oldu… Okul güzergâhında toplu gidişlerde aranıyoruz… Polisler iyi tanıyorlar beni… Hemen yaka paça edip aramaya başlıyorlar… Onlar gelirken silahımı onun çantasına atıyorum… Polis görüyor, çantasını aramaya kalkıyor… O güvercin uysallığındaki kız polise karşı atmaca kesiliyor… Hemen çantasından kimliğini çıkarıp gösteriyor polise… Polis aramakta ısrar edince “ lütfen elçiliği arayacağım” diyor… Polis çaresiz geri çekiliyor… Polisin, diplomat statüsündekileri ve ailelerini arama yetkisinin olmadığını o zaman öğrendim.
Haziran bitti. Okullar tatile girmek üzere. Ancak kitlesel “sollaşma” süreci ivme kazanıyor. Ülkenin her yerinde arka arkaya grevler patlıyor, polis-faşist işbirliği grevci işçileri sindirmede tam gaz devam ediyor. Yani anlayacağın bize tatil filan hak getire. Zaten okullar açıkken de kâh boykotlar örgütleniyor, kâh devrimcilerin okula toplu gidiş gelişlerinde onların can güvenlikleri sağlanmaya çalışılıyor, kâh mitinglerin uğraştırıcı ve yorucu yükü hepimizin omzunda. Kimsenin yorulmaya, dinlenmeye hakkı yok… Bu uğraşıların hemen hemen bütününde o da var… O yılın temmuzuydu. Sıcak bir yaz günü. Demir çekme atölyelerinde çalışan işçilerin grevlerine destek için bildiri dağıtırken bir araçtan üzerimize ateş açıldı… Artık bu tür saldırılardan korunma pratiğimiz var, hemen kendimizi yere atıyoruz… Attık kendimizi yere… Kısa bir sessizlik… Ardından bir kasa polis inip silahlarını çektiler… Üstümüze geliyor… Çaresiz kaçacağız… Çabuk davranmak ve hızlı koşmak zorundasınız… Ben oldukça hızlı ve çabuğum… Koşarken onu gözden kaçırmamaya gayret ediyorum… Kaçılabilecek, izini kaybettirecek sokakları pek bilmiyor… Bir süre nefes nefese koştuktan sonra polisle arayı epeyce açtık… Kalbi dışarı fırlayacak nerdeyse… Tık nefes oldu… Elinden tuttum “ koşmalısın” dedim, “yakalanacağız”… Tek tük araçlar geçiyor, durdurup binmek için ısrar etti… “Binelim” dedim sitem ederek, “ polis bize madalya taksın”… Şaşkın şaşkın yüzüme baktı… Sesimi yükseltip “koş” dedim, “gelen araçların polis olmadığını nereden biliyorsun”… Yorgun yorgun yüzüme baktı, elini uzattı, “elimi tutarsan koşabilirim”…Elini tuttum, bir süre daha koştuk… İkimizde de hal kalmadı… Şehir girişinde bir parka uzandık… Sitem etmeme içerlemiş, sen dedi yaşlanınca “ çekilmez bir ihtiyar olacaksın”… “Nerden bildin” dedim, güldü. Başını göğsüme yaslayıp uyuyakaldı… Uyanıncaya kadar bekledim, uyandırmadım. Düşünüyorum da Bugün elli yaşımı devirdim, ne kadar çekilir birisi olduğumu bilmiyorum…
Uyandığında nereye gideceğimize karar veremedik. Yurda gidemezdik, polis basmış olabilirdi… Hakeza Kuğulu Park da pek tekin sayılmazdı, Kızılay’da da dolaşamazdık… Benim arkadaşlardan haber almam gerekiyordu, bunun için yurda bir şekilde girmeliydim… Onu yurdun yanı başında bırakıp yurda gittim, kötü bir haber yoktu, herkes sağ salimdi. Yurda yakın bir yerde çok zorunlu haller dışında kullanmadığımız bir evimiz vardı, söz dinlemezliğime birini daha ekleyip onu eve getirdim… Evin odaları kilitliydi, yalnızca salon ve mutfak açık… Tavır ve hareketlerinden “ileriye dönük” konuşmak istediğini anladım. Daha önceden de birkaç kez denemiş, araya başka konuları serpiştirerek kapatmayı başarmıştım… O, yaşamımın bıçak sırtında olduğunun pek farkında değildi… Yarına sağ çıkıp çıkmama garantim bile yok. Yarının ne olacağını kestirmek pek olası değil… Egemen güçler bütün hınçlarıyla, bütün kinleriyle öldüresiye saldırıyor… Kendimi, avcısının kurşunundan kaçan av hayvanına benzetiyorum… Kaçıyorum, durmadan kaçıyorum. Onlar kovalıyor ben kaçıyorum… Yarın ne olacak?. Bu soruya içtenlikle “iyi olacak” cevabını veremezken onun ileriye dönük açtığı konu hakkında ne diyebilirim ki… Söze girmemek için habire çay demliyorum, konuşmasına fırsat vermiyorum… Ocakta çaydanlığı kaçıncı kez yenilediğimi hatırlamıyorum… Hava kararmak üzere. Ev, faşistlerin etkin olduğu bir bölgede, hava kararınca kontrolleri sıklaştırıyorlar, çıkmak zorundayız… Toparlandık. Çıkmaya hazırlanırken “ seni seviyorum” dedi… Cevap veremedim, kıstırılmıştım, tam da korkumun eşiğindeyim… Yüzüne bakıyorum, nutkum tutuldu sanki… Bir yanıt bekliyor… Yanıtı kendisi verdi. Çantasının kapağındaki aynayı yüzüme tuttu, alınmıştı belli… “ Şu yüzüne bak dedi, kıpkırmızı kesildin. Beni çok sevdiğini biliyorum, çünkü ben seni çok seviyorum. Beni sevdiğini söylemeni beklemiştim” dedi. “ Bak işte böyle söyleyeceksin: İki elini boynuma dolayıp gülümseyerek “ Seni seviyorum, seni çok seviyorum” dedi… Kapıyı çekip çıktık. Yolda “ mitinglerde, panellerde saatlerce konuşuyorsun, ama bana iki sözcük söyleyeceğin zaman kızarıp geçiyorsun”… Acısını yüreğinde gizlemeye çalışan birinin çaresizliği içinde yine susmayı seçtim… Oysa yaşamımı istese bir saniye düşünmezdim, ona olan duygularımı ifade etmekte “ seni seviyorum” öylesine yetersiz kalırdı ki… Onu dolmuşa bindirdim, ertesi gün buluşmak için ayrıldık… Ertesi gün buluşma yerine gelmedi. Epeyce bekledim. Çekine çekine evlerine gittim, eve gelmemişti… Annesi istersem bekleyebileceğimi söyledi. Teşekkür ettim, geldiğimi söylemesini istedim… Kalkmak üzereyken içeri girdi. Beni evde görünce şaşırdı, bir an tereddüt ettikten sonra boynuma sarıldı, iyice sokuldu… Annesi bir bahaneyle salondan çıktı… “ Sana kötü bir şey oldu diye korktum” dedim. “Sen varken bana kötü bir şey mi olur?” dedi, “senin aşkın beni bütün kötü şeylerden korur”… “Muhammet’le görüştük” der demez içim “cızz” etti. Soğukkanlı görünmeye çalışıyordu… O ülkeye gidecek eylem grubunun için de o da varmış, yarın gidilecekmiş… Eylem kararı önceden alınmış ama söylenmemesi gerekiyormuş. Ancak eyleme birkaç saat kala söylenirmiş, güvenlik gereği… Karşı çıktım, endişelerimi anlattım dedim… Benimle birlikteliğinden beri bu adam Senayı dışlamış görünüyordu, öyle “örgütsel” bir yoğunluğa tanık olmadım… “Kasıtlı yapıyor” dedim… Bütün endişesine karşın soğukkanlılığını korumaya çalıştı… “Ne zaman” dedim, “ saati belli değil, seni görmeden gitmem” dedi… Geç vakte kadar yanında kaldım, hemen dönecekti… Cüzdanından fotoğrafımı çıkardı, “dönünceye kadar hep sana sarılacağım, hissedersin değil mi ” dedi, başımı salladım… İçime çöken korkunun ve onu engelleyememenin verdiği çaresizlikle, evden çıkarken uzun uzun onu seyrettim… İlk kez “dizginlerimi bir kenara atıp” onu kucaklayıp sımsıkı sarıldım… Öylece kaldık, bir ömür öylece kalabilirdim… Evden ayrıldığımda, yola inen dik yokuş boyunca içim dışıma çıkıncaya kadar ağladığımı hatırlıyorum… O gece hiç uyumadım, gözüme uyku girmedi… Sabah erkenden doğruca Kuğulu Parka gittim… İkindiye kadar oturduğum sandalyeden hiç kalkmadım, gelmedi… Yeniden evlerinin yolunu tuttum, annesi “ Lübnan’a gitti” dedi, “ gece yola çıktı”… Gittiği ülkenin neresi olduğunu biliyordum, Lübnan değildi.
“Yasak mülkler çiğnemeye” gitmişti, bir daha dönmedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.