- 626 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Adada Yaşasaydım
İstanbul’un adalarından birinde yaşasam mesela… Faytonlar geçse yoldan geçmişten gelir gibi, şimdinin delice hızına alaylı bir tebessüm göndererek… “Bir yerlere yetiştirmek için değil, gezdirmek için geliyorum sizi” der gibi nazlı nazlı koşturan atlarıyla… Zamanın çok dışında bir yerlere giden…
Bir yerlere yetişmek isteyenler de olacak orada tabii. Ama araya deniz girecek o bitmeyen hengâmeyle… Vapurlara binip mesafeleri aşmak gerekecek ille de, zamanın yeniden içine girebilmek için…
Mesela bir ev kadını olsam ben… Yemek yapıyorum öğleye. Martılar İstanbul’u getiriyor mutfağa… Sanki bu kuşlar sadece bu şehre mahsus bir türdenmiş gibi ille de onu hatırlatıyorlar nedense. İlle Boğaziçi gelmeli gözünün önüne bir martı çığlıklar atıyorsa… Dolmuş muavini bir genç bağırmalı ille de bu şehrin her biri yosun kokusu ve dalga sesi getiren mahalle adlarını… “Kadıköy -Taksim” demeli mesela… Sonuçta oraya ait bir şeyler olmalı mutlaka o çığlıkların var olduğu yaşam parçası içinde…
Böyle bir denizle ayrılmışken bir şehirden ama orayla hepten de ilişiğini kesmediysen, mesela haftada bir sokaklarında gezinip bir çay bahçesinde mola veriyorsan solumaya şehri; seni ona çeken o şeyin anlamına daha iyi varmanı sağlar aradaki mesafe. Yanlış ama güzel şeylerin o yasak tadı vardır sanki bu şehrin ondan uzak kalmana neden olan karmaşasında.
Bir masal okur gibisindir, içindeki büyümeyen o kıza. Asla tam olarak içine giremeyeceğin bir yere uzaktan bakıp görüntülere gönlünce anlamlar verir, bir masal şehri yaratırsın ondan.
Atlar nallarını şıngırdatıp, ‘sürekli bir geçmiş’in bir parçasına dönüştürürken şimdiyi… Anneannenin sevecen elleri gibi okşarken başını bu eski zaman havası; önü sonu belli, dümdüz bir yol halinde hayatı önüne sererken… O büyülü şehrin gürültüsünü duyar gibi olursun. Kaynağını bilmezsin o seslerin… Sadece yarattıkları duyguyu bilirsin: O delice coşkuyu…
O şehre gitsen de kimi zaman, balık ekmek yesen mesela sahilde, bir dolmuşa binsen “Taksim – Kadıköy” diye bağıran o gencin yanından geçip… Kendine güzel bir Çingene kızından bir tane gül alsan… İstanbullu olsan bir günlüğüne yani… Karmaşanın, tehlikenin bir ucundan da sen tutsan… Yine de içine girmene yetmez bu şehrin… Buralı olmak için burada yaşaman gerekir çünkü. Güzel bulamayacak kadar içine girmen gerekir o delice hengâmenin… O seslerin bir yerindeki o harabe evleri görebilmelisindir. Yaşamın sabahları ekmek almak için geçilen yol kadar engebesiz uzanıp aktığı bir adada yaşayan birinin asla göremeyeceği kadar şehrin ayrıntılarına varmalı, duyabilmelisindir fokurtularını derinlerindeki o kaynayıp duran kazanın… Ve uzaktan burayı bir masal şehrine dönüştüren gizemin gerisindeki o kirlenmeyi görmeli, 24 saat yaşayan bir şehirde insanların deliksiz bir uykuya duyduğu o derin hasreti duymalısındır içinde…
Bir masalı güzelleştiren şeylerin gerçek dünyada bambaşka bir çehreye bürünebildiğini fark etmelisindir… “Boyayayım mı abla?” diyen o kara gözlü oğlanın o masalda ‘ayakkabı boyacısı çocuk’ diye geçen o çocuklara hiç uymayan ihtiyar adam anlamını gözlerinde görebilmeli… Çiçek aldığın o çingene kızının tebessümüyle saklamaya çalıştığı o acıklı mı acıklı, uzun hikâyeyi okuyabilmelisindir yüzünde. Şu az ilerideki masada oturan bahar dallarına benzeyen tazecik yüzlü genç kızın varlığıyla anlattığı hikâyeyi de eklemelisindir üzerine… 24 saat yaşayan bir şehirde genç kız olmanın kurallarını öğrenmelisindir böylece. Gözaltlarındaki morlukların bu kurallarla bağlantısını, “Sıkı içmelidir burada genç kızlar!” diyen en baştaki kuralı öğrenmelisindir, eğer gerçekten buralı olacaksan. “Bir adada yaşasaydım keşke!” demelisindir.
YORUMLAR
Heybelide hissettim, adayı gördüğümde orda yaşamak nasıl olurduyu düşünmüştüm tanımı huzur olabilirdi bilmiyorum gerçekten orda yaşasaydım huzur olurmuydu yoksa onudamı tüketirdik de yine huzuru bulamazmıydık ? ama yinede bir adada yaşasaydım nasıl olurduyu hayal ettim yaşadım huzurluydu sanki:) Güzel bir yazıydı teşekkürler.