- 722 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Azrail de solaktır
Niye öldü ki? Aptalca bir soru bu, her insan elbet bir gün ölecek. Azrail’in alışkanlığı elbette, Azrail… Onu görseydim, babamın ruhunu alırken onunla karşılaşsaydım eğer, alma babamın canını derdim. Hem o güzel bir insandı, büyüdükçe, olgunlaştıkça eski kötü alışkanlıklardan dahi vazgeçmiş, melek gibi insandı derdim. Evet, diyeceğimi biliyorum. Derdim ama Azrail beni dinlemezdi.
Ölmeden önce, daha doğrusu hastaneye yatmadan önce son kez hayat dersi vermişti. ‘İnsan bu dünyada her şeye sahip olabilir evlat ama kardeşe bir kez sahip olur, ne olur bacına sahip çık’ demişti. Kız kardeşime sahip çıkma vazifesi değildi bu elbette. Benim başarabileceğim işlerden değil bir başkasının yükümlülüğünü almak, onunla uğraşmak. Hem gelmiş yirmi yedisine, işi gücü var, ben ona nasıl sahip çıkacağım ki? Diyemedim bunların hiçbirini babama. Başımı salladım. Kuşların baş sallamasından farkı olmayan bir ‘tamam’ işaretiydi. Başımı salladım ve sonraki gün de babamı hastaneye kaldırdık.
Bir şeyi yoktu, daha doğrusu kendisi öyle zannediyordu. Bir gece hastanede refakatçı olarak onun yanında kaldım. Ara sıra Acil kapısında dışarı çıkıyor, sigara içiyordum. Kaldığı odaya geldiğinde onu hep uyuyor olarak buluyordum. Konuşmak mı istiyordum? Kaval kemiğimden sıyrılan et parçası kadar acı verirdi onunla konuşmak. Odaya girdiğimde pencerenin kenarına önceden dışarıyı izlemek için koyduğum sandalyeye oturdum. Uyuduğunu zannediyorum fakat uyumuyormuş. Adımı söylemesini tercih ederdim ama ‘oğlum’ diye seslendi. Ben küçükken onun sabah işe gittiği vakitleri çok severdim. Bir de öğlenciysem eğer, annemin ve kız kardeşimin uyuduğunu bilir, babamın özel eşyalarını koyduğu dolabın içini açar kurcalardım. İzmir’de görev yaptığı zamanlar, klasik memur çantasıyla işe giderdi. Yıllar geçmiş ve o çantayı artık memurlarda kullanmaz olmuştu. Ara sıra bazı memurların yine kullandığını görüp, heyecanlanıyordum. Cumhuriyet sonrası yazılan romanlardaki karakterler gibi o nadide memurlar caddelerde dolaşırken, her birine aklıma gelen en acayip isimleri takıyordum: Abdurrezzak Efendi, Şinasi Bey, Komiser Nuhrettin, Ambarcı Babaoğlu Ferdi… O çanta babamın dolabına hapsolmuştu. Onunla farklı bir muhabbetimiz vardı. Mesleğinin icrası için gerekli mevzuatın ve yasaların yer aldığı oldukça hacimli, siyah ciltle kaplı, içinde yazılanlardan zerre miktar bir şey anlamadığım kitap, o çantanın komşusuydu. Çantanın küçük cebinde babamın askerdeyken çaldığı, çekirdeği dolu G-3 mermisi vardı. İçindeyse genelde yıl boyunca topladığı fişler vardı. O fişlerin çantayı rahatsız ettiğini düşünmüşümdür hep. Talihi varsa, içinde var olan kokuyu hala taşıyordur. Bilmiyorum, uzun zamandır babamın eşyalarına açıp bakmadım dahi.
…
Neriman’ın gece ağzı açılır, hiç bilmediği konularda atıp tutsa da, iyi konuşur. Geveze olduğundan değil, yüzlerce hektarlık ağaçların kâğıt hamuru olduğuna inandığım vücudunun ateşini ancak böyle söndürebiliyordu. Sevişelim de demiyordu, ben de istemiyordum. Ufaklığın arzusu da olmayınca, kendime yeni bir uğraş bulmak sıkıcı geliyordu. ‘Neriman’ı sevişmeye hazırlamak gibi’ saçma bir uğraş içinde olamazdım. Onu dinlediğimi düşünüyordu. Yanaşmıyordum, zahmet dahi etmiyordum. İlk defa ölümün hissiz olabileceğini düşündüm. Bir arkadaşım bilim insanlarından tekinin ruhlara inanmadığını ve bu yüzden araştırma yaptığını anlatmıştı. Karısı hastalanmış, yatağında ölümünü beklerken, o bilim insanı gözlerini karısından bir saniye olsun ayırmıyormuş. Ruhu görmek istiyormuş. Ta ki Azrail gelip, kadının son nefesini aldığı ana kadar ‘ruhlar safsata, inanmıyorum işte, göster Tanrıysan, göster’ diye Allah’a sitem ediyormuş. Azrail kendisi saklayıp, hazret kadının ruhunu alırken, adam kadının bedeninin sarsılıp, ruhunun bedeninden sigaranın dumanı gibi çekilip, uçtuğuna şahit olmuş. Beni evde isteyen Neriman mıydı? Bugün ölebiliriz diye düşünüyorum. Neriman’ın ruhunu görsem, bir şey hissedebilir miyim diye merak ediyorum.
Kahveyi niye ben yapıyorum ki? Tuhaf bir kadın. Rahat bırakıyorum ve zararı kimseye dokunmuyor. Susmak çoğu zaman anlaşmak demek bizim için. Konuşunca da dinliyorum sadece. Yaratıcısı başına dikilse, kalkıp selam verip, saygı duymayacak derecede dik. Burnundan dolayı mı böyle düşünüyorum? Komşulardan nefret ettiğini söylüyor, sebebi de ilginç. ‘Boşuna yıkanıyorlar’ diyor, hem yıkansalar parfüm sürüp, şurup gibi kokuyorlarmış. Yaş ilerledikçe insan değer verecek bir şeyler arar ama Neriman’ın umurunda mı? Pencereyi açıp, kendimi aşağı atsam, ‘a a, deli’ der, pencereyi kapatır. Keşke açsaydım kapıyı, dışarıdakiler görseydi beni. Akşamüstü caddede olay çıkardı. Ambulanslar, polisler, hatta zehirlenme ekibi, doğalgaza filan geliyor, onlar yani. Spor aletlerimi geçen koridordaki duvara yapışık, üst dolaba yerleştiriyordu. ‘Niye oraya koydun’ diye akşam eve gelince sordum. Tırtıllı demirden rahatsız oluyormuş, düz olsaymış yatak odasında kalabilirmiş. Tuhaf. Yasal zorunluluklardan dolayı rahat edemiyoruz da olabilir. İshal olduğumu bildiği halde banyodaki çamaşır sepetinde duran iç çamaşırlarımı da kaç gündür makineye atmıyor. Elim var, ayağım var, kalkıp giderim banyoya, çalıştırırım da. Bu sefer de ‘benim kullandığım programı kullanmıyorsun, kaç kere diyeceğim sana B’de başlatma diye, A işte, A bak, koskoca A yazmışlar, beyaz çamaşırlar için de getireceksin şunu 60 dereceye, A’da çalışacak, of, of’ diyecek.
Buzdolabı gibi tıklım tıklım dolu kafası ve kahvenin şekeri az diye yüzünü ekşitiyor. Zavallı babam ne duruma düştüğümü görseydi, acırdı halime. Geçen gün domates soyarken, domatesin kabuklarını niye çöpe attım diye sinirlenmişti. Onları topluyormuş bir poşette, sonra da bir numara var, Belediye’nin halkına hizmeti, geliyor görevliler, o kabukları, çekirdekleri alıp gidiyorlarmış. Neymiş, orman yangınlarını önlemek için tüm meyve ve sebzelerin çekirdeklerini, kabuklarını muntazam biriktirip, görevlilere teslim etmeliymişiz.
…
Babamın hastanedeki ilk gecesinde yanında refakatçi kalırken, pencereden bakınıyordum ve ansızın babamın sesiyle irkildim. ‘İçme bu meledi bu kadar, hani bırakmıştın oğlum sigarayı’ derken öksürüyordu. Yatağının yanında plastik kapta su vardı. Kalkıp ayağa, o kaptan bardağa su doldurup babama uzattığımda, bebeklikten gençliğime kadar benimle ilgilenen babamla hiç ilgilenmediğimin farkına vardım. Paslı bir peynir tenekesinin kırk derece güneş altında çıkardığı kokunun aynısını ruhum alabiliyordu. Bu kokuyu yalnızca ben alabiliyordum. Babamın alabilmesine imkân vermiyordum. Yoksa aynı düşünceleri de o da babası için düşünmüş olabilir mi? Önemi yok, geçmiş gelecekten sorulmaz derler, derler de, saçmalarlar. Soruluyor maalesef.
Bir torba gevşekliğinde ağzımı büzüşmüş, ayaklarımı kaskatı kesilmiş, yalnızca kendi istediği doğrultuda açılıp kapanan bir robot olarak algılıyorum. Sanki bana ait değiller, bir başkasının isteğiyle çalışıyorlar.
Hava güzel, yapraklar özenle ağaçların dallarında, zevkle ezdiğim karıncalar güzel havalarda ağaçlara çıkıyorlar. Yeşil yaprakların üzerinde hiç ummadıkları böcekleri avlayan karınca kolonileri tanıyorum. Özür niyetine bir şeyler mırıldandım. Duaydı sanırım. Sert ve bir o kadar da ayakaltı kaldırım taşları üzerinde en olunmaz renkte tükürüklerle karşılaşmak bana komik geliyor.
Cenazeye gelenlerin yarısından çoğunu tanımıyordum. Babamın yaşarken de ahbabı çoktu ama insanın gerçekten ahbabı olup olmadığını ölümler rahatlıkla ortaya çıkarıyor. Mezarlıktan sonra üç gün boyunca gece yarılarına kadar ne telefon ne de kapı sustu, arayıp, çalıp durdular. Bazen bir aile gelirken, bazen de dört-beş ahbabı bir arabaya binip, uzak şehirlerden geliyorlardı. Ağlayan var mıydı? En azından ben ağlamıyordum. Milletin içinde, rol keser gibi ağlamaktan haz etmem. Zaten ben ağlasaydım eğer annem daha çok ağlardı. Kız kardeşimi anlayamıyordum. Üzülmüş numarası yapıyor gibi gelmişti. Belki de ben de aynısını yapıyordum. Espri bile yaptım kız kardeşime. Özensiz, yabancıl adımlarla yanına iliştim. Elimi omzuna attım ve başımı göğsüme doğru çektim. Elindeki Gül Yasin’i kapatmış, odanın Amerikan kapısının boyasını inceliyor gibiydi. Sonra pencereler, kartonpiyerler ve duvarlarda asılı tablolar… Hepsinde babamın emeği vardı aslında. Acaba o yüzden mi dikkatli onlara bakıyordu. Kanepelerde kadınlar oturuyordu sadece. Annem kırk Yasin için kendini zorluyordu. Üç dört gündür yemek yemediği için zayıflamıştı. Ağlar gibi yapıp, kız kardeşimin başından öptüm. Kulağına doğru eğildim ve onun da gülmesine sebep olup, milletin acayip bakışlarına maruz kalmamıza neden olan şu espriyi yaptım:’ Babam sağ olsaydı, annemin üç günde bu kadar zayıfladığını görür, her ay birkaç kez ölmek isterdi. Hem ne çok ahbabı varmış. Parası olsa babam Milletvekili olurdu kız. Hem o zaman da hayli yüksek emekli maaşı kalırdı anneme. ‘
…
Saat on ikiden sonra gece yarıları jilet gibi Neriman’ın kokusuyla uzanmak güzel bir atraksiyon. Nedense uyumak hareketli bir eylemi çağrıştırıyor. Gömleğimin pantolonumun içinde olmasını söylüyor. Defalarca aynı uyarıyı almış ortaokul öğrencisi gibi Neriman karşısında şımarıyorum. Neyse ki gece uyurken aldığı üç pijama takımından hiçbirini giymediğim için bir şey söylemiyor. Genel de uzun bir don tercihim. Filmlerde gördüğünde ilkel ve yabani olarak gördüğü o uzun donları benim üstümde görünce herhangi bir tepki vermiyor. Kadın olmak size en çok neyi çağrıştırır diye sorsalar, sanırım karmaşa diye cevap veririm.
Sol meme ucum sol koluna çarpınca, ateşli bir kıpırdama zannedip, seve seve gidemeyeceğim tuvalet iştigalinden vazgeçirip kıçını bana yaslayınca, tuvalete gitmekten vazgeçtim. Uyuyordu. Uyuduğu halde Neriman’ın orasını burasını sıkıştırmak, vücudunu bana yaslamak gibi garip huyları var. Uyurgezer olmasından çekinmiştim ilk zamanlar. Havanın güzel olduğu günler, illa ki eski mahalle diye adlandırdığı, bundan yirmi sene önce köy olan mahalleye gidip, oradan on dokuz litrelik damacanaya su doldurmamı isterdi. Dağdan gelen su çeşmeden buz gibi akardı. Yalak kısmı da vardı ama hayal dünyası gibi çok eskileri andıran haliyle hayvansız kaldığından yosunlaşmıştı. O suyla yaptığımız çay da bir güzel olurdu ki, hani tembel olmasam, sırf Neriman istiyor diye değil, her üç günde bir ben kendi arzumla kalkıp su doldurmaya giderdim.
Neriman’ın tükendiğini görüyorum. Ayna karşısına geçince kendimi de aynı halde görünce, Neriman’a haksızlık yaptığımı düşüyorum. Talan olmuş tarlanın içindeki tüm fareleri öldürmek gibi, aynı yoldan defalarca geçip, uzakta, hiç kimsenin bilmediği bir yerde yaşıyorum. Orada bir çocuk var, doğar doğmaz tüm suçların en ağırı ona kalmış. Ağları insan arasında, yalnız ve küçücük bir çocuk vahşice eğiliyor her gün bacaklarına doğru. Ellerinden tutan yok. Kanayan bir yaranın fiskos sehpasına konmuş camdan sığınağına benzer göğüs uçlarından dolayı yaprak gibi titriyor Neriman. Çıplak olduğunda hala utanıyor ve dağılmayacak güzelliğinin adına aşk diyorum ikimizin de bakındığı aynı kanlı ayna karşısında. Çok zaman biriktiriyor, yutkunuyor. Sonra birden itinalı sözcüklerle düğümün çözüldüğü an itibariyle dışarıda bir yerde ölen hayalin ağıtını tutuyor. Veremli gözbebeklerinin inceliğine benzer hissizliği taşıyor. Vücudu tuzluk gibi, bazı yerlerinde tatlanan bir atmosfer ve bazen de tuzun ana madenine inmiş gibi. Bir göl ya da kaya içinde saklı tuz gibi, biraz da çıkmaz sokağın müptelası sersemler gibi terliyor her uyanışında. Neriman’a olan sevgim, ona olan nefretimle beraber büyüyor. Aynı trende birbirini göremeyen iki düşman gibi ilerliyorum. Hiçbirini anlatmıyorum başkasına, bahane de bulmuyorum tuzunun kapalı olduğu hücrelerde.
…
Neriman babamı hiç görmedi. Resimlerde gördüğü kadarıyla bir adam hayal edebiliyor. Bazen Neriman’la beraber olduğumuzda, içimde yaşayanın babam olduğunu zannedip ürperiyorum. Niye öldü ki? Hâlbuki ben sadece şaka yapmıştım. Solaklar sağlak insanlara göre dokuz yıl önce ölürler derken, sadece şakaydı. Sırf bu yüzden Neriman’a da tam olarak kendimi veremiyorum, beni tanımasını istiyorum, tüm zaaflarımı bilmesini istiyorum. Ama olmuyor. Beni tanımasını isterken, ondan uzaklaşıyorum. Kendimi suçlu hissediyorum. Erkek suçlu da olsa, haklıdır diye avunmak da saçma. Neriman’ın solak olması peki bir kader mi? Bu kimin suçu? Neriman’ın mı, babamın mı? Yoksa Azrail de solak mı? Olabilir mi?
YORUMLAR
Tasvirler, benzetmeler, içe dönüşler çok güzel. Duygu karmaşası tam da kahramanımıda olması gereken kıvamda bana göre. Alıp götürüyor mu: Evet. Bir küçük kusur, bazı cümleler gereksiz yere şişirilmiş. Fazla kelime kullanılmış yani. Bu sende görmeye alışkın olduğum bir durum değildir oysa.
Sık sık yorum düşemesem de, sayfayı her açışımda arayıp bulduklarımdansın HakkınSesi. Hala edebiyatla kaldığını görmek ne güzel.
Saygılarımla.