- 513 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Yaşayan
...sonra hatırladı en büyük acısını. Kendine katlanamıyordu.
Henüz uykularımın kaçmaya başladığı ilk haftalardı. Hayata atılma heyecanımı yitirmiş halde bulunduğum yeri kabullenemiyordum. Dışarı çıkıyor, petrol ofisinden sigara alıyor, her gece dolaştığım sokaklardan geçip eve dönüyordum. Kötünün iyi sayılabileceği zamanlardı. Yeni yeni uykusuzluğu anlıyordum. Lacivert başörtüsüyle dünya dönüyordu. Ay Güneş’in mesaisi bittikten sonra geceleri partiler veriyor, puronun tadına varmış cinlerle beraber dünyanın etrafında dolanıyordu. Nüansları algılamaya başladığım ilk günler, kendi dilimde herhangi bir nesneyi açıklamak için yazmamaya çalışıyordum. Mağazadaki çalışması kısa sürmüştü. Cepte beş kuruş para kalmamıştı.
Turgut telefon açtığında gece saat dört buçuktu. Telefon çalar çalmaz tuvaletten çıkıp, salona koştum. Aslında Turgut’tan başkasının olmadığını tahmin ediyordum, ama bir umut belki de arayan oydu ve sesini duyacaktım. Umutlanmayı kısa sürdürecek ses hemen kendini belli etti: ‘Yahu nerde kaldın? Bu saatte yatılır mı olum? Kalk hadi, aşağıda seni bekliyorum.’
Turgut evin önüne kadar gelmişti. Oturduğum eve yakın muhtarlığın önünde ankesörlü telefon vardı. Herhalde cebindeki son parayı da beni aramak için aldığı jetona harcamıştı. Böyle düşününce önemli bir insan olarak hissedebiliyordum. Turgut’un sayesinde aslında kendimi önemli bir canlı olarak görmeye başlamıştım. Tabi Turgut’tan önce onun binlerce kez kulağımı okşayan telkinleri de vardı. Erkek milletinin her zaman yaptığı şey zaten: ‘Bir kadından akıl aldığını açıkça söyleyememek!’ Turgut’a işe yaramadığımı söylediğimde, içimdeki cevheri göremediğimden bahsederdi.
Turgut’a ‘bekle beş dakika’ dedim. ‘Hemen gel’ diye yanıt verdiğinde telefonu kapatıp, tuvalete geri döndüm. Tuvalette geçen aydan kalma bir derginin otuz ikinci sayfasını okuyordum. Okuduğum dergi bir edebiyat dergisiydi. Yazamamanın laneti olarak okuyup, kendi düşüncelerimi susturmak zorundaydım. Bunun için en kısa yol dergilerden beslenmekti. Dergilerin iyi bir tarafı vardı ki, hiç tanımadığım onlarca yazarı bir arada bulabiliyordum. Kırk metre kare bir odada bir metre uzunluğunda koyunyünü minderlere oturup, yazdıkları eserleri okuyan onlarca edebiyatçı… Bu his sevişmeden önce dakikalarca öpüşmeye benziyordu ki, işin en tatlı yanıydı. Herhangi bir nefes, sıvı ağızdan sızmadan, karşıdaki sevgilinin ağzında toplanıyor ve aynı işlem defalarca tekrarlanınca insan bağışıklık kazanıyordu. Neye karşı bağışıklık? Elbette karamsarlığa karşı bağışıklıktan bahsediyorum. Onlarca kelimeyi bir paragraf yapabilmek için tüm gece boyunca saatlerce düşünen ve uyumayan bir insana yazar diyorlar ve bu yazarlarda dergilerde gerçekten iyi boy gösteriyorlar.
Tuvaletteyken dış kapının zili çaldı. Turgut’tu zili çalan. Dergiyi okumaya dalınca, tuvaletteki işimi de unutmuştum. Hemen taharet aldım ve dergileri tuvalete giriş bölmesindeki kuru paspasın üzerine fırlattım. Ellerimi yıkamak için lavaboya yöneldiğimde sabun kalmadığını fark ettim. Tuvaletten çıktığımda Turgut kapıyı teklemeye başlamıştı. Kapıyı açtığımda yüz ifadesi korkunçtu. ‘Ne oldu hıyarağası, beş dakika dedik, on beş dakika oldu bizi aşağıda ağaç ettin’ dediği an gülüyordu. Bir de Turgut’un benden uzaklaşmasını istemiyordum. Çevremdeki herkesi kendime küstürmüştüm. Yapayalnız yaşıyordum. Dostum, arkadaşım diyebileceğim insanların hepsi eskide ve telefon defterinde kalmışlardı. Tanımlayamadığım bir sevinçle mutfağa geçtim. Mutfak lavabosundaki sıvı deterjanla ellerimi yıkayıp, üstümü giydim. Turgut’un yaktığı sigarasının kokusu koridoru kaplamıştı.
Turgut çakmağıyla oynarken, bir yandan da bana takılıyordu.
‘Olum eskiden daha derli topluydun. Kadın gitti, sen de dağıldın. Benim gibi olacaksın demiyor muydum sana? Kadın yok, dert yok! Bak ben gençliğimden beri aynıyım. Seni karı topladı, gidince de böyle ortada piç gibi kaldın.’
‘Deme öyle be Turgut, dönse, gelse hiç yok der miyim?’
‘Demezsin anam, demezsin babam, hiç der misin? Ah ulan, ne kaşalot çıktın sen de! Hem işte, hem de aşkta çuvalladın. Sana demiştim zaten, mangır yok, karı da yok!’
‘Ne alaka be? Para yüzünden gitmediğini bal gibi sende biliyorsun. Sen babandan kalanlar olmasa, nah böyle zıbarıp evinde rahatça yatabilirdin. Sana babandan kalan evlerin kiraları da yetmiyor ya! Yetemedik işte, olmadı!’
‘Bak şimdi dallamaya. Kilitleme kapıyı be, hırsız gelse ne bulup da araklayacak evden?’
‘Ondan kalan eşyalar var. Sen iplemezsin ama çok değerli onlar benim için.’
‘İyi iyi, hadi gidelim.’
Turgut’un beni motive etme tarzı farklıydı. İşe yarayacağını zannediyordu ama daha beter oluyordum. Ayrıca küfürlü, argo konuşunca da kendimi daha suçlu hissediyordum. Bir suçum mu vardı? Kabahatim neydi? Tabi buna verilebilecek cevapta yoktu.
Çorbacıya girdiğimiz an, maçta tribünde bağırırcasına Remzi Usta’ya selam verdi. Benim selamım ise sessiz, baş sallayarak verilmiş içten bir selamdı. Remzi Usta ikimize birden arka arkaya ‘ve Aleyküm selam’ deyip, üstüne de ‘geçin geçin, hoş geldiniz’ diye iltifatta bulundu. Turgut’un benimle dolaşma niyeti sandalyelere oturduktan sonra daha anlaşılır hale gelmişti. Akıl vermek isterken, gönül kırıyordu ama çevremde Turgut’tan başkada dostum yoktu. Ya dediklerine sabredecektim veyahut tamamen yalnız kalıp, Turgut’un dostluğundan da vazgeçecektim.
Çorbalarımızı beklerken, Turgut yaralı parmağa işemekte kararlıydı.
‘Arkadaş, bu kadın gitti şimdi, hayat bitti mi? Yok, geçen ne demiştin:’ Yahu Turgut, çevremde konuştuğum tek insan sen kaldın.’ Karı gidince bunu söylemiştin. Yahu açık göte herkes parmak atar. Sen böyle üzgün, kederli oldukça, insanlar tabi senden uzak durup, seni üzmeye devam ederler. Bi ayağa kalk, silkil be yahu!’
‘Suç yine benim mi yani?’
‘Ya anlamıyorsun ki sen? Yüzüne bakan, yüzünün yumuşaklığından donunun ağını kuru bıraktırmıyor.’
‘Ha siktir, ne alaka bu şimdi?’
‘Tamam, bu garip oldu. Sana uymamış gibi gelebilir ama düşün hele, sen böyle arabesk takıldıkça, millet senden kaçıp duruyor.’
‘Ben nerede yanlış yaptım Turgut? Kabahatim ne Allah aşkına? Sikerim lan böyle adaleti. Evet, mangırda olmayınca, çulsuz kalında dertlendim ve kendime yüklendim. O da benim değişen ruh halim karşısında çok üzüldü. Ne yapacağını bilemez hale geldi. Dokunamıyordum ona. Düşün!’
‘Ya sıkma canını tamam oğlum! Boyuna karıya budalaca laf eden erkeklerden de değildin sen. Farklısın oğlum işte. Gözünü aç, çevrene bak bir sen! Bizim yaşımıza gelmiş koca koca adamlar, kalkıp rahmetli olmuş anası gibi kadın arayıp duruyorlar. Bizim mobilyacı Sinan, al işte o tiplerden. Ulan adam anası gibi karı istiyor. Cuma günü küfrettim, dedim Allah çarpmasın ama hak ediyorsun ulan! Hem sen kendine acıyıp duruyorsun. Kendini başkalarından küçük gördükçe, kendini adam saymadıkça, elin kızı seni nasıl adam saysın oğlum? Haksızsam söyle ya Allah aşkına!’
‘Haklısın, haklısın be Turgut. Aha geldi çorbalar.’
‘Vay anam babam Remzi usta, eline sağlık! Ne demişler, işkembe, paça, kelle, bunlar yenir elle… Hadi bismillah.’
Remzi Usta gülümsüyordu. ‘Afiyet olsun beyler!’
Ekmeği ağzından şapırdatırken, yine de benim hakkımda konuşmaya devam etmek istiyordu.
‘O, şeyi versene, sirkeyi!’
‘Gece gece mideyi mahvedeceksin…’
‘Başlarım mideye, oh mis mis… Sen de dök. Hem bana diyene bak, pul biberden belli olmuyor işkembecikler.’
‘Onu da bir gün buraya getirmiştim.’
‘Hadi be, işkembe sever miydi? Karıların çoğu sevmez de…’
‘He ya, ama daha erken vakitte! Kuzu kokoreçte yapıyor ya bizim Remzi Usta, o saatlerde.’
‘Haaa, on iki gibi filan yani!’
‘Evet, şu arkadaki masada oturmuştuk. Yağı bileklerine dökülmüştü. O an…’
‘Ne o an? Ne oldu lan ağlayacak mısın? Yağı bileklerine döküldü dedin kokorecin, e sonra?’
‘Ne bileyim işte…’
‘Ne oldu, yoksa o yağı yalamak mı istedin? Ulan yazan adam mı böyle garip, yoksa sen mi garipsin anlamadım gitti. Söyle bakayım, ciddi yalamak mı istedin bileğini?’
‘Onun gibi bir şey, ama şimdi yok işte Turgut. Olsa, değil bileğini…’
‘Sus be oğlum, normalde sanki yalamazsın gibi her yerini.’
‘Nereden çıktı o şimdi?’
‘E, boş ver şimdi bileğini filan da, yazıyon mu bari? Yazmak, çizmek işleri ne âlemde? İlham efendi uğramıyor mu yanına?’
‘Yok gibi.’
‘Nasıl var mı, yok mu?’
‘Turgut Uyar’ı hiç duydun mu?’
‘He, adaşımdır bilirim. Bizim mahallede amcasının oğlunun marketi vardı.’
‘Laçkalaşma be, ciddi soruyorum.’
‘Vallaha lan, anlatıyordu baya. Vefasızın tekiymiş. Sevmezmiş ama Turgut’u. Soyadları da aynıydı. Mahmut Uyar. Hatta onun gibi yazar bi karı varmış, Tomis mi, Tomris mi ne, onunla yazışıp durmuşlar, mektup göndermişler birbirlerine, sonra da evlenmişler.’
‘Tomris evet. Tanıyormuş cidden be!’
‘Tabi lan! Ne sandın bizi, hah hah. E, ne oldu, Turgut dedin de, sen yazıyor musun?’
‘Turgut Uyar adına öykü yarışması düzenleniyor. Ben de bir tane yazmaya çalışıyorum. Aslında o gittiğinden beri hiç yazamıyordum ama bu yarışmaya sırf para için katılacağım.’
‘Lan derdin paraysa, evlerin kirası gelince veririm sana biraz. Borç filan da değil, dost dediğin kara gün dostudur. Olmaz mı ha?’
‘Olur da, bu biraz da prestij işi işte!’
‘Haaa, yazar meselesi diyorsun.’
‘Sanırım…’
‘Yanında olsaydı okurdum be!’
‘Ne olsaydı?’
‘Yazdıkların işte!’
‘Yanımda zaten.’
‘Yanında mı?’
‘Evet, yanımda. Fazla bir şey olmadı zaten.’
‘Ver de okuyayım be!’
‘Yok be, okuyup ne yapacaksın.’
‘Yahu ver de okuyayım işte. Hem adaşımın yarışmasına giriyorsun, hem de bana okutmaktan çekiniyorsun.’
Cebimden teksir kâğıdını çıkardım. İnce, kalitesiz bir kâğıttı. Kelimeleri büyük büyük yazdığım için arkalı önlü tek sayfa dolmuştu. Kendime saklamak istediğim, son günlerde kafamı iyiden iyiye meşgul eden duygularımı Turgut’un okumasını istemiyordum.
‘E, başlığı nerede bunun be?’
‘Başlığı yok…’
‘Lan hiç başlıksız yazı mı olur?’
‘Düşüneceğim onu be Turgut. Sonra, sonra bulurum. Şimdilik yazdıklarım var işte...’
‘Neyse okuyayım, ne yazmışsın bakayım…’
‘’Ne kadar çok gereksiz şey biriktirmişsin’ diye yatak odasından bağırdı. Kadınlar eskiden sandıkların içinde biriktirdikleri patikleri, lifleri çıkartıp, evinin dış kapısı önünde satarlardı. Bu öyle değildi. Özensiz açılan sandık kapağı duvara vurduğunda, kadının mutfaktaki işini bitirip, yatak odasına koştu. ‘Ne yapıyorsun, o çıkan seste neydi?’ dedi kadın. ‘Sevgilim, sandığın kapağı duvara çarptı. Sanırım menteşeleri gevşemiş.’ İkindi vakti yerini batan güneşle akşama çoktan bırakmıştı. Adamın eli sandığın içinde kayboldu. Parmak uçlarından biriken tozları avucunda biriktirdi. Kadın meraklanmıştı: ’Ne arıyorsun? Bir erkeğin sandığa bakması uğursuzluk getirir demişler. Hadi mutfağa gel, sebzeleri kızarttım. Yoğurt sosunu da naneyle sen yap.’ Güneş şehirde kaybolurken, gök siyah pelerinli bir cin gölgesine sığınırken, kuşlar apartman çatılarında hüzünlü bir şekilde şakıyorlardı. Gün bitmişti.
Sandığın içindekileri dokundukça, naftalin kokusu odaya yayılıyordu. Loş ışıkla karşılaşan seccade, oyasız beyaz iki tülbent, yedi tane oyalı yazma, üç tane Denizli havlusu garip bir hayale denk gelen yabancılar gibi şaşırmışlardı. ‘Ben mutfağa geçiyorum, kapat da gel hadi’ dedi kadın. Sandığın en altında içleri dolu, üç farklı renkte hurç vardı. Biri mavi renkte, biri pembe ve diğeri krem… Hurçların içinde ne olduğunu merak etti. Yıllarca açılmamış, üzerine serpiştirilmiş naftalinlerle güve olması engellenmiş üç hurca dokunurken yüzünü buruşturdu. Hiçbir şey olmamıştı ama içine birden tarif edemeyeceği ürperti doldu.
Mutfağa geçtiğinde aklı hâlâ sandıktaydı. Salata yapmak için malzemeleri buzdolabından çıkardı. Önceden yıkanmıştı salatalık malzemeleri. ‘Acaba o sandığın altındaki hurçların içinde ne saklıyor’ diye düşündü. Kadında rahatsız olmuştu. Sandığını ilk defa yabancı biri açıp, içine uzunca bakmıştı. Yıllardır içine açıp o bakmamıştı. Bundan dolayı duyduğu vicdan azabı da vardı. Işığı görmeyen korkuyla düşüncelerini kemiriyordu. Düşünüyordu. ‘Durup dururken niye sandığımız karıştırdı ki? Yoksa bir şey mi arıyor? Bana dair, bende bulamadığı ne olabilir ki?’ Karşılık beklemiyordu. Tartışma konusu olamazdı, ancak sandığı açmak için kendisinden izin aldığını hatırladığında, ‘niye izin verdin ki’ diye kendisine kızdı. İzin vermiş miydi? Hayır, adam izinsiz sandığı açmıştı ve duvara çarpan sandığın kapağının sesiyle sevgilisinin sandığını açtığını gördü.
Yemek boyunca ikisi de sustu. İkisi de hiçbir şey konuşmadılar. Kadın sandığın içindeki eşyaları düşünüyordu. Hepsinin bir hikâyesi vardı. Bazen içini açıp, karıştırmak istiyordu. Sandığın temizliğini ne zamandır yapmadığını fark etti. Sahi, birkaç ay mıydı, yoksa birkaç yıl mı? Puantiyeli, çiçekli bir bebek elbisesini sandığa koyduğu yıl, evet on bir sene geçmişti. O zamanlar… Hayır, bilmiyordu, karıştırıyordu. Çekiniyor ve acelece yemeğini yemeğe devam ediyordu. Sandığının içine bakmalıydı. Yarını bekleyemezdi. Yarın çok geçti. Bu gece sevgilisi uyuduktan sonra sandığın içindekileri boşaltıp, bütün eşyalara tek tek dokunacaktı. Onların hikâyelerini hatırlamaya çalışacaktı.
Çay demleyip oturma odasına getirdi. Adam televizyon izliyordu. Dünden kalma kurabiyeleri fırından çıkarıp, cam tabağa koydu. Sevgilisinin ne düşündüğünü bilmek istiyordu. Aklının hâlâ sandıkta olduğunu, televizyonda kanallarını istemsizce dolaşırken fark etti. Evham mıydı ya da tereddüt? Ne denebilirdi ki, şüphe duyuyordu sanırım. Aslında sahip olduğu sandık sayesinde ne çok hikâyesi vardı. Çayları çay bardaklarına doldurdu. Kurabiyelerden ikisi de birer tane yediler. Gece erkenden sevgilisini uyutup, sandığının içine bakmak istiyordu. Sevgilisi çay içerken yatak odasına geçti. Üzerindeki giysileri çıkarttı. Dolabından kırmızı renkte, saten bir gecelik çıkardı. Aklına gelen en garip ve hızlı yol sevişmek olmuştu. Saçlarını taradı. Beyaz renkte, parlak terliğini ve geceliğini giydi. Göğüs uçları geceliğinin içinden belli oluyordu. O an yatak odasından çıkmadan, sandığa baktı. Aslında zamanı vardı. Sandığı açıp, içindeki eşyalarına dokunabilirdi. Hayır, sevgilisi gelebilirdi. Sandığı tek başına açmak istiyordu.’’
Turgut’a yalan söylemiştim. Böyle bir yarışma yoktu. Sadece yazmak için yazdığım bir şey olmuştu. Devamı da vardı. Turgut peçeteyle yüzünü silerken, bir yandan da yazdıklarıma göz gezdiriyordu. Sevip sevmediğini anlayamıyordum. Remzi usta çayları getiriyordu. Ocağın arka tarafındaki radyoyu da açmıştı. Sabaha karşı, insanların horlayarak uyuduğu saatte Turgut’la çorbacıdaydık. Radyoda çalan şarkıyı söyleyen Mediha Şen’di. Gayet pürüzsüz ses tonunu duyduğum an Mediha Şen’i tanırdım. ‘Bir bahar akşamı’ şarkısını okuyordu. Bir bahar akşamı rastladım size, Sevinçli bir telaş içindeydiniz, Derinden bakınca gözlerinize, Neden başınızı öne eğdiniz? Şarkı sözlerini mırıldanıyordum.
Turgut hiçbir şey konuşmuyordu. Çay bardağına attığı iki şekerini karıştırıyordu.
‘Ne oldu be Turgut, sustun hayırdır?’
‘Ne bileyim be, yazmışsın, eksik gibi.’
‘Eksik evet…’
‘İyimiş, sandıktan iyi girmişsin…’
‘Ne oldu sen niye böyle bozuldun?’
‘Annemin sandığını hatırladım. Rahmetlinin ceviz ağacından sandığı vardı.’
Çorba paralarını Turgut ödedi. Dışarı çıktık. Ölecekler diye korktuğumuz insanların ölümlerine dair acıyı hissettim. Turgut sigarasından derince bir nefes çekip, haykırırcasına başını yukarı doğrultup, yerdeki boş teneke kutuya vurdu.
‘Senin dalını kıranın, ağacının kökten sökeceksin derdi benim dedem. Rahmetli birinci dünya harbinde savaşmış, dört çocuğu, karıyı bırakıp geride. Caddeye inelim mi?’
‘Olur’ dedim. Turgut’un ne düşündüğünü merak ediyordu. Aynen onunla beraber olduğumuzda, onun kafasından ne geçtiğini bilme isteğim gibi, Turgut’un da düşüncelerini okumak istiyordum. Faydası olmayacağını bildiğim bir istekti. Cadde boyunca yürürken, korktuğumu fark ettim. Onun ayrılışından beri tanımlayamadığım his korkuydu. Güçsüz hissediyordum kendimi ve bitkin.
‘Bir sigarada bana versene Turgut!’
Bu cadde onun oturduğu eve gidiyordu. Yaşadığını bilmek bile güzeldi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.