O UZAK VE IŞIKLI GEMİ (BURSA ÜZERİNE)
Yaşamak kaygısına düştüm düşeli, bu şehir (Bursa) ’düş’ çağlarımdan daha farklı görünüyor benim için.
’Düş’ çağlarımda, bu şehrin beni nasıl tamamladığının, aslında buraya, bu sokaklara yani her şeyine nasıl bir eroin bağımlısı gibi bağlı olduğumun farkında değildim. Çünkü ’düş’ çağlarımda hiç ayrılmamıştım bu şehirden ve bir gün ayrılmak zorunda kalacağımın da ayırdında değildim. Bağımlısı olduğu şeyden ayrılana kadar, bir ’bağımlı’ olduğunun farkına varamıyor insan.
’Düş’ çağlarımda, bu şehre aşık değildim. Aslında sevmediğim bir yanı yoktu, çok da mutluydum. Ama, başka şehirler görmek isterdim. Çünkü buradan başka hiçbir şehirde yaşamamıştım. O nedenle, diğer şehirler daha güzel gibi gelirdi bana. Belki de başka yerlerde yaşamanın çok farklı bir şey olduğunu sanıyordum, bilemiyorum.
Uludağ’ın eteklerinde dünyaya gözümü açtım. Hâlâ da Uludağ�n eteklerinde oturuyorum. Çevremde ilk gördüğümü hatırladığım şey; muhteşem, yemyeşil, koca bir dağdı. O nedenle olsa gerek, Uludağ vazgeçemeyeceğim bir parçam oldu benim için. Ne zaman ’düş’ümden uyanacak gibi olsam, bu dağ imdadıma yetişirdi. Her zaman elimin altında dururdu. Ne zaman başım sıkışsa, bir derdim olsa, Uludağ bana kocaman kucağını açıverirdi. E ne de olsa hep orada duruyordu. Ben de hep onun yanıbaşında duruyordum.
Patika yoldan iki-üç saatte, kan-ter içinde varırdım gizli evime. "Z yolu" tabir edilen, dinamitlerle açılmış çiftlik yolunda, çalılıklar içinde küçücük bir yer... Tanrım ne de güzeldi! Etrafımda kestane, kızılcık ağaçları, ahududu, kopar kopar ye! .. Çeşit çeşit kuşların ıslıkları, doğanın sesi... En çok da manzarası tabii... Bursa ayaklarımın altında. Bağırırdım; avazım çıkana kadar, sesim tükenene kadar bağırırdım. Kime, neye kızdıysam, kimi sevmiyorsam, kimi seviyor ama söyleyemiyorsam, içimden geçen her şeyi söylerdim. Kuşlar susardı. Sonuna kadar dinlerlerdi beni. Hayranlıkla seyrederdim (o zamanlar) yarı çarpık, yemyeşil Bursa’yı. Oturduğumuz evin yerini bulmaya çalışırdım. El değmemiş(!) Bursa Ovası’nda yılan gibi serili olan ve bu ovayı bıçak gibi yararak karşı dağlara kadar uzanan Nilüfer Çayı’na, bisikletimle ya da bizzat benim yapacağım pedallı küçük uçağımla gidebilme hayalleri kurardım. Hatta, oraya çadır kurup yerleşerek, hayatımı orada sürdürmeyi bile düşünürdüm. Geçimimi de çaydan tutacağım balıklar sağlayacaktı.
Bazı zamanlar çiftlik yolunun sonuna kadar yürürdüm. Yalnızca kartpostallarda görebileceğimiz, yemyeşil tepeliklerin arasında, sisler içinde o muhteşem yeri seyretmeye doyamazdım. Metrelerce altımda bulunan Kaplıkaya da, bu kartpostalı tamamlayan bir figürdü. Bu küçük derenin, iki tepenin arasından, kurumaya direnerek akışını seyrederdim.
Halen de yazları kurumaya yüz tutar ama, kışın ve ilkbaharları "ben hâlâ ayaktayım" der gibi gürül gürül akar bu su. Kimi zaman, hafta sonları ve tatil günlerinde; memur, işçi aileleri, semaverlerini, mangallarını kaparlar, burada piknik yaparlardı. Bir yandan çocuklar "adam boyu" tabir edilen yere gidip yüzerlerken, bir yandan da mangallar yakılırdı. O temiz hava, o manzara nasıl da yedirirdi adama.
Çok eskiden (1600’lü yıllarda) , Bursa’yı onlarca kaynağıyla beslermiş Uludağ. Şimdilerde ise kuruya kuruya, küresel, yapısal ve insani bozulmalara direnen çok az kaynak kalmış. Umarım onlar da bu bozulmalara yenik düşmezler.
’Düş’ çağlarımda, evimin terasından teleferiğin gidiş-gelişlerini seyrederdim. Giden ve gelen teleferikler ortada bir yerde karşılaşırlardı. Her gün aynı şeyi seyretsem de, bana sanki çarpışacaklarmış gibi gelir, bu rutin karşılaşmayı hep aynı heyecanla seyrederdim. Yaz tatillerinde simit sattığım zamanlar, her çocuk gibi teleferiklerin kalktığı durakta sabahtan akşama kadar bekler, dudaklarında her halinden memnun tebessümlerle merdivenlerden inen yabancı turistlere, simit satmaya çalışırdım.
Aynı tebessümler bende sadece okul gezilerinde belirirdi. Bütün okul toplu halde durakta bekler, sırası gelen teleferiklere binerdi. Uzaktan seyrederken bana çok küçük görünen bu demir yığınına bindiğimde, kendimi uzaya fırlatılmak üzere olan uzay mekiğinde gibi hissederdim. Kalkışta, çelik halatların çıkardığı gürültü ve yukarı çıktıkça basınçtan kulaklarımın tıkanması, bu hissi daha da pekiştirirdi. Direklerin üzerinden sarsılarak geçerken hep bir ağızdan "hoop güüm" sesleriyle, tadına doyamadığımız kısa yolculuk bittiğinde, Kadıyayla Durağı’nda yeniden toplanırdık. O güzelim dağ havasında, gülüşmeler ve şakalaşmalar içinde kahvaltılarımızı yaptıktan sonra, yeniden teleferiklere atlayıp Sarıalan’a giderdik. Haziran, temmuz aylarında bile ağaç diplerinde öbek öbek karlar olurdu. Buranın güzelliği Kadıyayla’dakinden biraz daha farklıydı. Kadıyayla’nın otantik, tarih kokan güzelliğine, burada "turistik yapıyla mistik doğanın bütünleşmesi" de ekleniyordu. Şimdilerde bu bölgenin yeni halini bilmiyorum ama, oteller bölgesinde bu "turistik yapıyla mistik doğanın bütünleşmesi"ni pek göremedim. Bunu daha çok, oteller bölgesinde "mistik doğanın turistik yapıya direnmesi" olarak görüyorum. Yine de, bu direnişe yardımcı olunmasaydı mistik doğa, yıllar önce bu savaşı kaybetmiş olacak, mistik olmaktan çıkacaktı. Bundan sonra da bu harika bölgeye lojistik destek sağlanması dileğiyle... Sarıalan’da kraterleri ve çeşitli doğa harikalarını da gezdikten sonra gezimiz yine "hoop güüm"lerle sona ererdi.
’Düş’ çağlarımda en çok vakit geçirdiğim yerlerden biri ise, teleferik durağının hemen yanıbaşında bulunan Çamlık Parkı’ydı. Semt sakinlerinin dinlenme ve piknik mekânı olan bu park, adından da anlaşılacağı gibi, sık çam ağaçlarıyla kaplı, kentin gürültüsünden, kirliliğinden uzak, buram buram çam ve şiir kokan bir yer. Yani, tam anlamıyla huzur ve oyun alanı... Ailecek yapılan pikniklerde, bir yandan getirilen pasta börekleri mideye indirirken, bir yandan da teleferiklerin gidiş-gelişlerini seyrederdim.
Tophane Parkı, her gencin olduğu gibi benim de, ’düş’ çağlarımda ve hâlâ, romantizmi dolu dolu yaşadığım bir yer olmuştur. Heykel’de buluşulur, el ele buraya gelinir, birer fincan çayla birlikte "Yeşil Bursa" seyredilirken, yakınlaşmalar daha bir artar. Kelimeler anlamını çoktan yitirmiştir. Anlamlı olan tek şey bakışmalardır ve hiçbir zaman unutulmayacaklardır. Tarih, burada daha çok hissettirecektir kendini. Burada geceler daha masumdur. Bursa bir gemi olur geceleri. Bense, kaptan köşkünden geminin aydınlığa doğru yol alışını seyrederim.
Gelişen dünyaya kafa tutan ve her daim kendini yenileyen Kültürpark da ’düş’ çağlarımda önemli bir yer tutar. Korkuyla karışık hayretler içinde hayvanları seyrederdim. Nedense onlar da bizi korku dolu bakışlarla seyrederlerdi. Burada eğlenmek daha bir başkaydı. Hele bir de bayramsa, toplanan harçlıkları gün boyunca lunapark gişelerine gözü kapalı teslim ederdik. Eve dönüş parasını ayırıp, geriye kalanla babamın kaptanlığında yarım saatlik bir kayık gezintisi yapardık. Son otobüs vaktinin gelmesine yakın, çatal bıçak tıngırtıları ve anason kokusu eşliğinde hızlı adımlarla durak gerçeğine doğru yol alırdık. Bayram özel çekilişi için alınan bilete bir şey çıkmazsa, sonraki bayrama kadar buraya gelemeyeceğimi bildiğimden, bir dakika daha kalabilmek için elimden geleni yapardım.
Domates şeftalisini ilk defa orada gördüm. Yani Kestel’de. Baktığında domatesten hiçbir farkı yok. Rengi, görünüşü aynı domates... Ama yediğinde şeftali olduğunu anlıyorsun. Yaz tatillerinde, o zamanlar büyük bir köy olan bu şirin ilçeye, akrabalarımıza giderdik. Mandıras Deresi’nde kovalamaca oynamak bambaşkaydı. Bazen de traktörle akrabalarımızın bahçelerine gidip, onlara yardımcı olurduk. En iyi kalitede armut, erik, şeftalileri bir yandan yer, bir yandan kovaya doldurur, sonra da fazla yediğim için ishal olup, yana yana tuvalet arardım. Bir şehir çocuğu olarak, köye, köy ekmeğine olan özlemimi bir kaç günlüğüne de olsa giderirdim. Zayıf bünyemden dolayı sıklıkla hastalandığım için, dönüşte akrabalarım bir kaç kavanoz bal, bir bidon süt ve yumurtayı yanımıza vermeyi ihmal etmezlerdi.
Şimdi o bağların bahçelerin büyük bir bölümü siteler, apartmanlar, mahalleler oldu. Ama eski yerleşim bölgelerinde hâlâ az da olsa, duvarları buram buram tezek kokan köy evleri mevcut. Düşürülmek için sıralarını bekliyorlar.
* * *
Ezik bir Güneydoğu şehri olan o "başka şehir"in yitik bir ilçesinde üniversiteye başladığım o gün, ’düş’ümden uyanıp "yaşamak kaygısı"na düştüğüm gün oldu. O gün, tek başınaydım ve sığınabileceğim hiçbir yer yoktu. Uludağ’ım yoktu yanıbaşımda. Peki ben kime dert yanacaktım artık? Kim bıkmadan, usanmadan dinleyecekti beni? Çam kokusunu bir daha ne zaman ciğerlerime dolduracaktım? Yeşil/in rengini ne zaman hatırlayacak, sarıyı ne zaman unutacaktım?
’Düş’ümden uyandığım gün, gemiden de düştüğümü ayrımsadım. O ezik şehir, belki de sadece ’düş’ gerçeği ya da şaşkınlığı, her geçen gün ezdi beni. Kollarımdaki gücü yitirdikçe, biraz daha muhtaç kaldım gemiye. Her gün biraz daha yitirdim bir şeyleri. Yitirdikçe, içimdeki yaşamak kaygısı daha da arttı.
Evet, bu gemi artık daha farklı görünüyor benim için. Bir insan azgın dalgalarla boğuşurken, uzaktaki gemiye nasıl bakıyorsa ve o gemi nasıl görünüyorsa insana, ben de öyle görüyorum o ışıklı gemiyi...
BURSA / Eylül-Ekim 2001
YORUMLAR
Hayata tutunmak adına, bazen doğduğun şehirden uzaklaşırsın, koparsın...
Bu bazen deli gibi, robot gibi çalışmak için, bazen okuyup adam olmak(!) için, bazen de bir yar sızısından kurtulmak içindir...
Ama o an geldiğinde, şehrini terketmekten başka çaren yoktur ve bir daha ne zaman döneceğini bilememek, özlemlerini artırmaktan başka bir işe yaramaz...
Doğduğum şehir Bursa...
"O uzak ve ışıklı gemi",
ancak böyle anlatılabilirdi...