- 523 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Toplumsal Düzen, Aşk ve Beynini Becermek
Akşam yemeğinden sonra bir bahane uydurarak annemden, öğretmenimin evine gitmek için izin almıştım. Bu defa kapıyı güzel yanaklımın annesi açmıştı.
Güzel yanaklımı masasında bir kitap okurken buldum. Eliyle oturmamı işaret etti. İnce kenarlı gözlükleriyle bile kitap okurken bir başka güzel görünüyordu. Zaman içinde her şeyiyle ona hayran olmaya başlamıştım. Bu gün dediği gibi benim seçtiğim elbiseyle okula gelmişti. Siyah diz üstü etek, onu tamamlayan ceket ve diz hizasına kadar olan bir çizme ile harika olmuştu. Matematik dersinin gelmesini sabırsızlıkla beklemiştim o gün. İki saatlik matematik dersinde pür dikkat kesilmiş ve her anlattığını her hareketini beynime kazımıştım.
İlk dersin ortasında bir soru sormuş ve bende cevaplamak için diğer öğrenci arkadaşlarımla birlikte parmağımı kaldırmıştım. Beni işaret ederek, problemi çözmem için tahtaya çağırmıştı. İşlemin ortasında bilerek tebeşiri yere düşürmüştüm. Almak için eğildiğimde bir anlıkta olsa yine güzel bacaklarını görebilmiştim. Oda bunu fark etmiş ve hafifçe gülümsemişti.
Yerime geçtikten sonra ders boyunca bana ara ara bakıp gülümsediğini fark ettim. Artık aramızdaki küçük oyunun ikimizin de hoşuna gittiğini biliyordum. İkinci derste ise yine bir problem için tahtaya kalkmış ve başarılı şekilde çözümü tahtaya yazmıştım. O masasında tahtaya yazdığım çözümün doğru olup olmadığını kontrol ederken sadece benim görebileceğim şekilde hafifçe eteğini yukarı çekmiş, güzel bacaklarını bir kere daha görmemi sağlamıştı. Böyle anlarda zaman duruyor kendimden geçiyordum, o belki yarım saniyelik bir an bile benim için saatlere bedel oluyordu.
Güzel yanaklımın “burada mısın?” seslenişiyle kendime geldim.
“Dalıp gittin yine, neyi düşünüyordun bakalım esmer kedim.”
“Bu gün derste olanları düşünüyordum, sanki o anları yeniden yaşıyordum, dalıp gitmişim, özür dilerim.”
Hafif sesli gülerek “Bu gün benimde hoşuma gitti gerçekten, asıl önemli olan ise senin dersi dikkatle dinlemen ve o iki zor problemi çözmendi, o nedenle ödül olarak ikinci anı yaşadın”
Yüzüm kızarmıştı. Hala ikinci an gözlerimin önündeydi, düşüncemi dağıtmak için “Ne okuyorsunuz güzel yanaklımın” diye sordum elindeki kitabı işaret ederek.
“Dino Buzzati’nin üçüncü kitabı, “Tatar Çölü” yazar bu kitapla ünlü olmuş, sanırım yirmiden fazla dile çevrilmiş harika bir “sorgulama” romanıdır.
“Neyin sorgulaması?”
“Birazdan anlayacaksın, romanın konusuna gelince; Giovanni Drago adlı bir teğmenin ilk atandığı Bastiani Kalesi’ne gidişi, burada kalmak istemese bile zamanla alışkanlıkların rahatlığının etkisi ve Tatar Çölü’nün cazibesiyle bu kalede yıllarca kalmasıdır.”
“Harp Akademisinden mezun olup da Bastiani Kalesi’ne atanmadan önce gerçek hayata başlayacağı anı beklerken, diğer insanların mutlu ve özgür olduklarına inanmaktadır. Kaledeki görevine giderken hissettiği şey, mutluluğun onun hayatının dışında bir yerlerde olduğu ve kendisini yalnız, mutsuz hissettiğidir. Hayata ait en küçük detaylarda hep kendisini diğer insanlarla karşılaştıran Drago kendi hayatını kayıp, yalnız, mutsuz, ağır olarak niteler.”
“Bastiani kalesine atanması genç teğmen Giovanni Drago için bir dönüm noktası olur. Kaleye geldiğinde Drago, alıştığı yaşamdan çok uzak olduğu için kendini meçhul bir dünyaya gelmiş gibi hisseder . Öyle ki iç karartıcı bir görünüme sahip olan Bastiani kalesinde hayat donmuştur ve zaman neredeyse akmamaktadır. Askerlik gururunu fazlasıyla önemseyen Giovanni, kalede yalnızca dört ay kalmayı ve geri dönmeyi düşünmektedir. Ancak bir taraftan da Tatar çölünü çok merak etmektedir.”
“Drago bir dönüm noktası yaşar. Romandaki ilk ve belki de en önemli an Drago’nun kırk yaşlarındaki Yüzbaşı Ortiz’le karşılaşmasıdır. Ortiz on sekiz yılı aşkın kalede görev yapmasını, kaledeki düzene alıştığı için sıkılmamasıyla açıklar. Aslında Ortiz, Drago’nun gelecekteki ihtiyarlamış hali gibidir ve bundan ikisinin de haberi yoktur.”
“Bak sana bir paragraf okuyacağım, Drago alayın terzisine uğruyor ve Prosdocimo hakkında konuşuyor, ancak kaleye yani düzene, sıradanlığa alışmaması için terzi, Drago’yu şöyle uyarıyor” dedikten sonra altını çizdiği sayfayı bulmak için kitabın sayfalarını hızla çevirmeye başladı öğretmenim.
“On beş yıl teğmenim, on beş lanet olası yıldır burada ve hala o bilinen hikayeyi anlatıp duruyor: Ben geçici olarak buradayım, her an gidebilirim… Halbuki asla gidemeyecek… O, alay komutanı albay ve daha pek çoğu ölene değin burada kalacaklar; bu bir tür hastalık, dikkatli olun teğmenim, siz ki yenisiniz… İlk fırsatta gidin, onların çılgınlığına yakanızı kaptırmayın.”
Bu paragrafta anlatılan çılgınlık ise Albay Filimore tarafından başlatılan -kalenin çok önemli olduğu ve bir gün çok büyük olaylar olacağı- sözleridir. Kaledeki tüm askerler, bir gün kahramanca bir yazgının beklentisi içinde sessizliğe gömülü yıllar geçirmektedirler bu yüzden. Sadece bu ümit için, bir gün çok önemli bir şey olabileceği ümidi için. Yani Kale/Düzene bağlı kaldığınız sürece sizi iyi bir yazgının beklediği öne sürülür. Tüm insanlar belirli disiplin ve kurallar içinde yaşamlarını sürdürürler bu düzen içinde.
“Drago, dört aydan sonra şehirle kaleyi karşılaştırdığında yazgısının görünmeyen kuzeyden yana olduğunu hissederek kaleden gidemeyeceğine karar verir, gitmeyeceğine değil, gidemeyeceğine. Drago’nun gitme gücünü elinden almıştır kale. Aslında alışkanlıkların uyuşukluğu bağlamıştır onu. Düzenin bir parçası olmuştur artık. Drago, tıpkı çoğumuzun bir kale inşa edip dışarı çıkmaktan korktuğumuz ama bunun sebebini farklı farklı nedenlere bağlayıp oradan hiç çıkamayışımız gibi, artık kaledeki yazgısına razı olmuştur.”
Güzel yanaklım birkaç sayfa daha çevirmişti altını çizdiği yeri okumaya başladı. “Yine de zaman, gitgide daha hızlı bir biçimde akıp gidiyordu; sessiz ritmi yaşamı parçalara ayırıyor, insan geriye bir göz atmak için bile duramıyordu. Dur! Dur! Diye bağırmak istiyor ama sonra bunun hiçbir yararı olmadığının farkına varıyordu.”
Güzel yanaklım düşüncesini toplamak için birkaç saniyeliğine susmuştu. Bende bunu fırsat bilerek masasında boş olan çay bardağını tazelemek ve kendime de bir tane almak için mutfağa gittim. Çay için teşekkür edip bir yudum aldıktan sonra anlatmaya devam etti.
“Sonraki günlerde kalede gerçekten ilginç bir olay yaşanır. Lazzari izinsiz kaleden ayrılır ve bir süre sonra bulduğu bir atla kaleye geri döner. Kendi arkadaşı, Arap lakaplı Matelli Giovanni tarafından giriş parolasını bilmediği için, düzenin kuralarına /kalenin yönetmeliklere uyma zorunluluğu yüzünden öldürülür. Matelli, kendisine lakabıyla seslenen arkadaşını vurarak öldürür.
Romanda bu noktada şu fark edilir. Tema olarak iki düzlem vardır ve bu iki düzlem romanı Kafkaesk romanların içine dahil eder. Birincisi: Kale ve edilgen hayatlara sıkışıp kalmış (kendi kalelerini inşa etmiş) ve hayallere sığınmış insanlar. İkincisi ise bürokrasiye/sisteme takılı kalmış ve anlamsız da olsa bunu yerine getiren bürokrasinin/sistemin içindeki insanlar. Kural için arkadaşını öldürme ya da donarak ölümü görev esnasında olduğu için yüceltme/kahramanlaştırma ile, kendini devam ettiren ve varlığını koruyan bir sistemin adıdır kale.
Kalede on beş yıl geçtiğinde bir ay izin alan Yüzbaşı Drago, yirmi gününü kullanıp geri dönerken tıpkı kendisinin Ortiz’le karşılaştığı gibi yolda genç teğmen Moro ile karşılaşır. Kendisinin Ortiz’le yaşadığını bu sefer tam tersi bir rolde Moro’yla yaşar. Kırk yılı geride bırakmış, yazgısının düşüşe geçtiğini fark etmiş ve güzel hayalleri sönmüştür. Drago elli yaşına gelmeden nöbet görevini bırakır artık yüzünde kırışıklıklar, saçlarında grilikler vardır, yaşlanmıştır artık. Teğmen Moro ise onun gençliği gibidir. Yine de Drago, hala yaşamındaki güzel şeylerin henüz başlamadığı inancı içinde yaşamaktadır. Elli dört yaşında karaciğer rahatsızlığına yakalanır Binbaşı Drago ve hızla zayıflamaya başlar. Tüm yaşayamadığı hayallerine bir yenisini ekler. İyileşme ümidi. Kalede yıllardır beklediği düşman tehlikesiyle Kale alarma geçtiğinde ise Drago, yaşlılığı ve hastalığı yüzünden evine gönderilir.
Bir han odasında her insanın mutlaka yaşayacağı bir gerçekle yüz yüze gelir, ölüm. Drago Giovanni, üzerinde üniforması ile camdan dışarı yıldızları son bir kez görmek için bakar ve karanlık odanın içinde kimsenin kendisini görmeyeceğini bilmesine rağmen gülümser.
Çalışma odası yeniden sessizliğe bürünmüştü. Benim merak ettiğim şey ise Tatar çölüydü. Giovanni Drago’da çok merak etmişti. Acaba burada kastedilen aşk olgusu muydu?
“Güzel yanaklım size iki sorum olacak kitap ve sizinle ilgili.”
“Lütfen ilk önce kitapla ilgili olanını sor.” Bunu söylerken yüzünde her zamanki harika gülümsemesi yeniden oluşmuştu, masum ve kışkırtıcı.
“Sizce roman kahramanının hayran olduğu ve merak ettiği Tatar çölüyle, kasıt beklenen aşk mı?”
Sessizlik ve düşüncesini topladığı anlar “Bence Tatar Çölü, içinde aşk olgusu olmakla birlikte, bilinmeze duyulan merak ve geleceğe ait bir imge, çünkü kaledeki herkes kuzeyden yani çölde olan ve kaleyi ilgilendiren her şey geleceklerini etkileyecek çünkü”
“Teşekkür ederim güzel yanaklım, şimdi ikinci ve en önemli soru; Sizin kaleniz burası mı ve ben kaleyi nasıl elde edebilirim?”
Tekrar hayli uzun bir sessizlikten sonra yine kışkırtıcı gülümsemesini takınarak “Evet benim kalem burası, ancak burayı şimdiye kadar ele geçiren olmadı. Sen nasıl geçirebilirsin belki de farkında olmadan bu şansı sana verdim bunu zaman gösterecek”
Tekrar uzun bir sessizlik “Bunu başarabilir misin bilmiyorum, zaten şu an böyle bir şey mümkün değil. Ancak sana bir tek şunu söyleyebilirim.”
Güzel , masasından kalktı, yanıma yaklaştı, kulağıma eğilerek sanki başka kimsenin duymasını istemiyor gibi hafifçe “Benim beynimi becermelisin ki, her şeyimle bana sahip olmalısın. Eğer bunu başaramazsan ancak bedenimi becerirsin oda bir iki kere olur, sonra avuçlarından su gibi akar giderim, beni hep yanında istiyorsan tek yapman gereken şey benim beynimi becermek.”
Bilgilendirici Dipnot: Kısaca; Dino Buzzati Tatar Çölü’nde yaşamın ritmini ve insanın kaderine teslim oluşunu sorgular. Kafka, Sartre ve Camus’nün değişik biçimlerde yaptığı bu sorgulamayı vurucu edebi diliyle yeniden üretir, yazar. Bu Kafka’nın dünyasıdır ve bir bakıma, Camus’nun dünyasıdır.
“Albert Camus, 1946 yılında Combat gazetesi için kaleme aldığı “ Ne Kurban, Ne de Cellat” adlı denemesinin hemen başında, “Korku Çağı” başlığı altında şu düşünceleri dile getirir: “20.yüzyıl korkunun çağıdır(…) Çünkü yaşadığımız dünyada en çarpıcı nokta, insanların (…) çok büyük bölümünün bir geleceklerinin bulunmayışıdır. Oysa geleceğe, olgunlaşmaya ve ilerlemeye yönelik bir umut olmadan anlamlı bir yaşamdan söz edilemez. Bir duvarın önünde yaşamak, köpekler gibi yaşamaktan farksızdır. Gerek benim kuşağımın, gerekse bugün işletmelere ve fakültelere girmekte olan insanlar köpekler gibi yaşadılar ve yaşamaktalar. İnsanların önünde duvar örülmüş bir gelecekle yüz yüze yaşamaları elbet ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha önce bu duvarları sözün ve çağrının yardımıyla aşarlardı. Umutlarını oluşturan başka değerlere atıfta bulunurlardı. Bugün ise (kendilerini yineleyip duranlar dışında) artık kimse konuşmuyor, çünkü dünya bize uyarıları, öğütleri, dilekleri duymayan kör ve sağır güçlerce yönetiliyormuş gibi gözüküyor. Kısa bir geçmişte yaşadığımız yılların sergilediği oyun, içimizde bir şeyi yıktı. Ve bu şey de insanoğlunu bir başka insanla insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onca insanca tepkiler yaratabileceğine yönelik o sonrasız güven duygusu (…) İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog, artık kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandırması da son derece doğaldır…”*
* Kafka, Dava ve Gerçeklik/ Ahmet Cemal, içinde Franz Kafka, Dava (Oxford Metni), Çev: A. Cemal, Can Yayınları, İstanbul, 2007, s.11
xesmerkedix.blogspot.com/2012/11/toplumsal-duzen-ask-ve-beynini-becermek.html
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.