- 711 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK-6-
KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK-6-
Halit ÖZDÜZEN ( Araştırmacı- Yazar)
“Kim benim bu mescidime girer, hayırlı bir şey öğrenir ya da öğretirse, o Allah yolunda cihat eden kişi yerindedir.” Hadis
Medine’ye geldiğimiz günden beri genellikle akşamları 11-12 civarında yatağa girip, sabahları da saat 03 sıralarında uyanmaktaydık. O gece de saat 11’de yatağa uzandım. Uyandığımda saatin 0.45 olduğunu gördüm, uykumu tamamen almıştım. Diğer günlerin aksine, kendimi oldukça zinde hissediyordum. Duş alıp giyinmem oldukça kısa sürdü, bir an önce Mescid-i Nebeviye gitmek istiyordum. Çıkarken eşime seslendim, o da geleceğini söyleyerek, kalkıp hazırlandı.
Mescidin dış avlusuna vardığımızda yeşil kubbe bütün ihtişamıyla karşımızdaydı. Avludaki elektrik ve şemsiye direkleri altında insanlar kümeler halinde öbek öbek uyumaktaydı. Yanlarından geçerken bir kısmının çocukları ile beraber yatan aileler olduğunu gördüm. Bazılarının üzerinde ince örtüler, bir kısmı da örtüsüz olarak kıyafetiyle uzanmıştı. Anlaşılan her gece aynı manzara yaşanmaktaydı. Fakat biz genellikle sabah ezanı sırasında avluya girdiğimizden, dış avlunun açık hava oteli olarak da işlev gördüğünden habersizdik. Daha sonra aynı manzaraları Mekke’de de görecektik. Ülkedeki yedi yıldızlı otellerin yanında, böyle binlerce yıldız altında uyuyanlarda vardı; onlara göre de daha mutlu ve mesut yaşamaktaydılar…
Bab-ı Selam kapısına yöneldiğimde saat 1.30’u gösteriyordu. Mescidin içerisi de oldukça sakindi. Dışarıdaki gibi bir köşeye kıvrılmış uyuyan insanlar görmem beni şaşırtmadı. Cemaatten bazıları Kur’an okurken, bazıları da ibadetle meşguldü. Hz. Peygamberi bu sakin ortamda ziyaret ettikten sonra mescidi incelemeyi düşünüyordum. Kalabalık zamanlarda birkaç çeyrek saatte aldığım mesafeyi dakikalar içerisinde aldım. İlk mescidin bulunduğu yere vardığımda orasının da oldukça sakin olduğunu gördüm; kapısında nöbetçi askerler de yoktu. İstediğim yerde kimseyi incitmeden istediğim kadar ibadet edebilecektim.
İbadet sonrası Şebeke-i Resulullah’a yöneldiğimde işçiler tarafından dış bölümünün temizlenip, silinerek, altın kaplamalı bronzların parlatıldığını gördüm. Askerler temizlik işine nezaret ederken, gelen az sayıdaki ziyaretçiye müdahale de etmiyorlardı. Dualarımı tamamladıktan sonra, asker ve işçilere selam verince oldukça memnun oldular. Askerler gecenin o saatinde konuşacak insan arıyorlardı. Derken aramızda küçük bir diyalog başladı. O gündüz hizmet veren sert mizaçlı insanlar gitmiş, yerlerine gayet sevecen mülayim nöbetçiler gelmişti. Anlaşılan cemaat fazlaşıp, insanlar kardeşlerinin hakkını çiğnemeye başlayınca, onlar da sertleşiyorlardı.
İçerisinde bulunduğum bölüm, Selam, Rahme, Baki, Cibril ve Nisa Kapılarıyla çevrelenmişti. Hz. Resulullah zamanında yapılıp, O’nun sağlığında genişletilen eski mescit ( Ravza-ı Mutahhara/Cennet Bahçesi) bölümü idi. Alan yine Hz. Peygamberin evinin bulunduğu (şimdiki Hz. Nebi, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in kabirleri) yerleri kapsamaktaydı. Yeniden geldiğim tarafa yönelerek, mescidin içerisini izlemeye koyulduğumda cemaat bir miktar artmıştı. İnsanlar daha da yoğunlaşmadan hızlı bir şekilde öncelikli olarak Hz. Resulullah (S.A.V)’ın minberi ile kabri şerifinin bulunduğu mekanı inceleyecektim.
Ravza-i Mutahhara
Ravza’nın içerisinde doğudan batıya 4 ,kuzeyden güneye 3 sıralı olmak üzere 12 sütun bulunmaktaydı. O kısmın mescidin diğer bölümden ayırt edilebilmesi için, sütunlarının bazı bölümleri açık yeşil renkteki motiflerle kaplıydı. Tabana döşeli halılarda da yeşil rengin tonları hâkimdi. Bu nedenle rehber hocalar o bölümü tarif ederken, özellikle “yeşil halıya” vurgu yapıyorlardı.
Hz. Peygamber ( S.A.V.)’in, “Minberimle evimin (kabrimin) arası Cennet Bahçelerinden bir bahçedir.” diye buyurduğu için bu mekân özellik kazanmıştı. Gerek Hz. Resulullah’ın Kabri Şerifine yakın oluşu, gerekse de Müslümanların duyduğu huşunun çevreye yansıttığı huzur nedeniyle, duygu sağanaklarının yoğun yaşandığı bir mekandı. Bunun yanında içinin tezyinatı büyük mescidin genel düzenlemesiyle uyumlu, sade fakat oldukça göz alıcıydı. Bu konum özenle seçilmiş tavan ve sütun süslemeleri ile hat sanatının eşsiz örneklerinin sergilenmesinden kaynaklanıyordu. Sanki bir dantele işlenir gibi, her noktası Osmanlı süsleme sanatının örnekleri ile bezenmişti. Altın varaklarla kufi ve celi sülüs yazısı ile nakşedilen Ayet ve Hadisler, Ravza-i Mutahhara’nın kutsiyetiyle bütünleşmişti.
Ravzanın güney bölümünün tam ortasında beyaz üzerine yer yer siyah mermerle motifler oluşturulmuş, görkemli bir mihrap yer almaktaydı. Mihrabın solunda celi sülüs yazısıyla bir önceki paragrafta zikri geçen hadis yazılmıştı. Mihrabın sağ üst köşesinde Allah (C.C.), sol tarafında da Muhammed (S.A.V.) yazılıydı. Mihrabın daha alttaki bölümlerinde irili ufaklı pek çok dikdörtgen ve daire levha ve levhacıklar çerçevelediği kenar süsleriyle beraber bütünlük oluşturuyordu. Bu haliyle mihrap, seyrine doyum olmayan nadide bir sanat eserini andırmaktaydı.
Mescidin güneybatı köşesinde mihrap kadar görkemli, oymalı oldukça alımlı bir minber yer almaktaydı; onda da oyma işçiliği ve süsleme sanatının önemli örnekleri sergilenmişti. Kapısının en üstündeki tacının ortasında yeşil zemin üzerine yazılmış “ La İlahe İllallah Muhammed’ün Resulullah” levhası, minberin görüntüsüne ayrı bir azamet katmaktaydı. Ön ve yanlarına işlenen ayet ,hadis ve motifler görselliğini daha da latifleştirmişti.
Ahmet Bin Hanbel’in Müsnet isimli kitabında naklettiği bir hadiste Hz. Resulullah’ın ” Benim minberimin ayaklarının dayandığı yer Cennettendir” buyurduğu rivayet edilmiştir. Elimi uzatıp mihraba dokunmak istedim, fakat temsil ettiği mübarek insanın kutsiyetini düşünerek, dokunmaya cesaret edemeyip, sadece gözlerimle sevmekle yetindim…
Minberin arka kısmının dayandığı duvar boydan boya içerisinde Kuran’ı Kerimler bulunan raflarla kaplıydı. Yerden takriben 1,5 metre yüksekliğindeki kitap raflarının üzerinde bir orta boy dikdörtgen levha, onun yanında daire bir levha, tekrar dikdörtgen ve yeniden daire olmak üzere duvarda boydan boya sanki kenar süsü oluşturmaktaydı. Onun üzerinde yine boydan boya duvarı süsleyen bir Ayet-i Celilenin yazıldığı kenarları süslü bir başka kuşak vardı. Biraz üstte yine bir Surenin yazılı olduğu biraz geniş, kırmızı bir kuşak yer almaktaydı. Onun üzerinde ise başka bir surenin yazıldığı yeşil kuşak, duvarın en üstünde ise mavi desenli çiniler göze çarpıyordu. Ravza duvar süslemeleri ve kuşak yazılarıyla bir sanat yapıtı galerisini andırmaktaydı. Sadece seyretmek bile insanda doyumsuz bedii zevkler uyandırıyordu...
Tavandaki şimdiye kadar bir yerlerde örneğini göremediğim nadide güzellikteki süslemeler, kubbelere daha da derinlik kazandırmıştı. Süslemelerinin hemen altında tavanı boydan boya kuşatan Kur’an’ı Kerim’den sureler, hat sanatının eşsiz örnekleri olarak yer almıştı. Direkle tavan yazısı arasındaki mavi çiniler tavan süslemesi ile ayetleri çevreleyen nadide panolar gibiydi. Direk başlıklarının üzerinde daire şeklindeki çevresi pembe gül ve yeşil yaprak motifleri ile süslenmiş Yüce Rabbimiz (C.C.)’in isminin yazılı olduğu levhalarda, bir başka sanat şaheseri sergileniyordu...
Ravzanın doğu cephesi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Hücre-i Saadetinin duvarıydı. Duvar dört revak şeklinde sutunla bütünleşmekteydi. Duvar boydan boya üzeri altın sim işlemelerle desenlenmiş koyu yeşil bir perdeyle kaplanmıştı. Perdenin hemen üzerinde revakların arasını süsleyen, yeşil zemin üzerine hat sanatı ile yazılmış levhalar yer almaktaydı. Onları üzerinde de pirinç veya altın kaplama tavana kadar yükselen ince işçilikli altın kaplama sarı metal süslemeler, duvarın görüntüsüne ayrı bir güzellik katmaktaydı.
Ben Ravzay-ı Mutahharada bu incelemeleri yaparken ilk ezan okunmuş, mescitte dolmuştu. Bulunduğumuz bölümdeki nöbetçilerde artık içeriye kimseyi almıyorlardı. İçeride olduğum için şanslıydım, yine de zar zor mihraba yakın bir ibadet yeri edinebildim. İnsanlar ibadetle meşgul olurken, benim sağa sola bakınarak inceleme yapmamı yadırgıyorlardı. Ancak nasıl Kabe’yi seyretmek ibadetse, bana göre Hücre-i Saadeti ve Ravzayı Mutahharayı seyretmek de, “ziyaret olarak” ibadetti. Fakat bulunduğum yerden çıkarılma riskim bulunduğundan ibadetle meşgul olarak, ancak aralarda izleyerek not almıştım. Minberin karşısına gelen kuzey ve doğu duvarının birleştiği köşede dört sütun arasına yapılmış olan müezzin mahfilini bu nedenle ancak uzaktan görebildim. Yerden hayli yüksekti sanırım o da mihrap gibi mermerden yapılmış; çevresi de oymalı mermer süslemelerle çevrelenmişti.
Derken ezan okunarak cemaat namaza kalktı. Namaz sonrası da başka kardeşlerimin hakkını gasp etmemek için Ravzadan ayrılmak zorunda kaldım. Koridora çıktığımda insan seliyle karşı karşıya kaldım. Hücreyi Saadetin önünden selamlayarak geçip, Bab-ı Baki çıkış kapısına vardığımda saunadan çıkmış gibi terlemiştim. Yüzümü yalayan sabah rüzgarı Cennet’ül Baki Mezarlığı yönünden esmekteydi. Rüzgar mezarlıktaki müminlerden aldığı selamı Hz. Peygambere taşımaktaydı, ben de onlara selam gönderdim.
Ravzayı Mutahhara’daki sanat eserlerinin bir bölümünün daha önce Kuba ve Kıbleteyn Mescitlerinde yapıtlarını seyrettiğim hattat Hasan Çelebi’ye ait olduğunu biliyordum. Fakat o sanattan fazla anlamadığım için hangi eserlerin ona ait olduğunu tespit edemedim, bu nedenle üstadın affına sığınırım. Çelebi’nin üç mescitteki yaptığı çalışma, yayımlanacak bir prestij albümüne dönüştürülse iyi olur. Eserin yayın görevi de Diyanet Vakfı üzerine düşmektedir.
Mescidin dış avlusuna çıktığımda toplanma yerinde grup arkadaşlarım yavaş yavaş kümelenmeye başlamıştı. Toplanma işi bitince, hocalarımız Kur’an tilaveti ve arkasından salavata geçtiklerinde başımıza yine görevliler dikildi, aynı sıkıcı diyalog o sabah da sürmeye başladı. Artık onların konuşmalarından rahatsız da olmuyorduk, gerçeği söylemek gerekirse onlar da bizi zorlamıyorlardı. Görev bittiğinde Halit hoca elinde bir liste ile yanıma geldi. “Yarın Uhud’a özel bir tur düzenleyeceğiz” diyerek katılııp katılamayacağımızı sordu? Ben, “Aslında bu gün eşimle özel olarak gitmeyi düşünüyordum, fakat kafile ile olursa daha iyi olur” diyerek sözleştik.
UHUD YOLLARINDA
Ertesi gün sabah namazından sonra aynı mekânda yapılan toplu selamlamadan sonra ana caddeye çıkarak, minibüsler ayarlandıktan sonra Uhud’a doğru yola koyulduk. Beş veya altı kilometre sonra Uhud’a varmıştık. İlk ziyaret edeceğimiz yer Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yaralandıktan sonra tedavi gördüğü mağaraydı. Mağaranın bulunduğu dağ blokunun önüne geldiğimizde oldukça sarp ve dik olduğunu fark ettim. Dağın yüksekliği 500-600 metre, mağaranın bulunduğu yer ise yaklaşık yerden 400 metre yükseklikteydi. Semtin evleri (gecekondular ) dağın eteklerine kadar yanaşmış, dağla evler arasında daracık bir koridor kalmıştı. Bismillah diyerek tırmanmaya başladık. Dağ oldukça dik ve yokuş olduğu için tırmanış o derece zordu. Tırmandıkça arkamıza baktığımızda dağın önündeki vadi daha net görünmeye başladı. Mağaranın önüne yaklaştığımızda ön kısmı betonla kapatılmıştı. Tarihi mekânları yok etmekle ün kazanan Suudi yönetimi nihayet buraya da el atmıştı.
İslam tarihinde Resulullah (S.A.V) Efendimizin yararlandığı üç mağara bulunmaktadır. Birincisi ilk vahyin indiği Cebel-i Nur dağında, ikincisi Hicret sırasında Hz. Ebubekir’le beraber üç gün sığındığı yer, üçüncüsü de şimdi karşısında bulunduğumuz Uhud Savaşında öne çıkan Uhud Mağarası. Dağ, genellikle blok şeklinde oldukça sert kayalardan oluşan pembeleşmeye yüz tutmuş mermerimsi bir yapıya sahipti. Anlaşıldığı kadarıyla aradan bir bölüm koparak, o mağara meydana gelmişti. Aradan diyorum, çünkü mağaranın üzerini kapatan kitlede büyük bir blok şeklindeydi. Aşağıdan seyrettiğimizde o kitlenin üzerinde birkaç yabani dağ keçisi geziniyordu. Oraya nasıl tırmandıkları ve dağın zirvesinde nasıl bir yaşam ortamı bulduklarını ancak zoologlar ve yabani yaşam uzmanları cevaplayabilirdi.
Daha sonra çevredeki dağları yüzeysel olarak incelediğimde genellikle püskürtme ve lav bloklarından meydana geldiklerini gözledimse de içlerinde mağaraya rastlamadım. Kanımca o mağara Uhud Dağı ve çevresinde oluşmuş tek mağaraydı. Hayrete düşüp “Fesüphanallah” dedim. Rebbü’l Alemin koca dağ blokunu yaratırken onun içerisinde bir de mağara yaratmış, onunla da Nebiy-i Zişanı ve İslamı kurtarmıştı. Uhud olayından önce o mağaranın- yaban yaşamı hariç- kullanıldığını sanmıyorum. Ondan sonra da herhangi bir amaç için kullanıldığı bilinmiyor !.. Yüce Allah (C.C) Habibini barındırıp, tedavisini sağlamak ve İslam’ın ortadan kalkmasını önlemek için sanki bu mağarayı özel olarak yaratmıştı. Mekân hakkında söylediklerimin daha iyi anlaşılabilmesi için, çoğumuzun bildiği Uhud savaşını bir kere daha hatırlamakta yarar var.
Uhud Savaşı
Bir yıl önceki Bedir yenilgisi Mekkeli müşriklerin çok zoruna gitmişti. Bedir’de Müslümanların elinden son anda kurtulan ticaret kervanının malları satılarak, elli bin dinarlık gelir elde edilmişti. Hezimetin intikamını almak için çok geçmeden savaş hazırlıklarına başladılar. Mekke civarındaki kabileleri de Müslümanlara karşı savaşmak için çeşitli vaatlerle ikna edilip, kısa bir sürede içerisinde 3000 asker , yüzlerce deve ve at bulunan o günün şartlarında oldukça büyük bir ordu kurdular.
Müslümanları kılıçtan geçirip, Medine’yi almak için özel planlar yapılmıştı. Ordunun komutanlığını Bedir’deki kervan reisliğini yapan Ebu Süfyan üstlendi. O, Mekke müşriklerinin en zenginlerinden olduğu gibi, en zeki ve kurnazlarından da biriydi. Savaşa katılanlar arasında eşi Hint’de vardı; Bedir’de Hz. Hamza (r.a) tarafından babası ve kardeşi öldürüldüğü için intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktaydı. Kendisine Afrikalı siyahi köleyi, Hz. Hamza’yı özel olarak takip ederek öldürmesi için kiralamıştı. İntikam hırsıyla yanan sadece Hint değildi. Bedir’de öldürülen müşriklerin akrabaları ve yenilen askerlerde aynı duyguları taşımaktaydı.
Müşrik ordusu komutanı Ebu Süfyan, bir yandan Mekke’de hazırlıklar yaparken, bir yandan da Medine’nin yerlileri Ensara haber göndererek Hz. Peygamber ve Muhacirleri dışlamalarını istiyordu. Gelen elçiler Evs ve Hazreç kabilelerinin ileri gelenleri ile ayrı ayrı görüşerek tekliflerini ilettiler, “Bizim davamız sizinle değil! Siz bizimle akrabalarımız arasından çıkın! Bizi onlarla baş başa bırakın! Böyle yaparsanız sizinle çarpışmayacak, şehrinizi işgal etmeden geriye dönüp gideceğiz,aksi taktirde sizleri de düşman olarak kabul edeceğiz” dediler . Medineli Müslümanların bu teklife cevapları oldukça sert ve kesin oldu, “ “Canımız ve kanımız pahasına Hz. Muhammed (S.A.V)’i ve Mekkeli Müslümanları sonuna kadar savunacağız; ölürsek onlarla beraber şehit olacağız” dediler. Böylece Medineli Ensar Bedir’den sonraki ikinci sınavı da kazanmış oldu. Allah (C.C) onlardan razı olsun.
Mekkeli müşrikler gelerek Uhud Dağının karşısındaki düzlüğe ordugâh kurdular. Daha önceden hareketi öğrenen Hz. Peygamber Ashabını toplayarak bir savaş meclisi oluşturdu. Yapılan görüşmelerde Medine’de kalınarak sokak savaşı verilmesi düşüncesi ağırlık kazandı. Fakat bunu duyan gençler devreye girerek, dışarıda savaşmanın daha mertçe olacağını savundular. Savaş meclisindeki bir kısım ileri gelenler gençlerin düşüncesine meyletti. Bu konudaki en büyük etken daha önce inen ayetlerde, “Bedir şehit ve gazilerine yapılan övgülerin” verdiği coşkuydu. Sonunda Hz. Hamza’da gençlerin yanında yer alınca, Hz. Resul-ü Zişan da kararını o yönde vererek evine giderek zırhını kuşandı. Hz. Resulullahı zırh içerisinde gören bazı yaşlı Sahabiler karar değiştirip, Medine’de kalarak savaşmayı önerdiler. Fakat Yüce Nebinin onlara verdiği cevap oldukça kesindi:“Bir peygamberin, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah (C.C), onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden, zırhını sırtından çıkarması yakışmaz! Ben size ne emredersem, onu yapmaya bakın! Haydi, Allah’ın (C.C) adını anarak gidin!”
Medine’de ordu hazırlanırken, şehrin de bazı noktaları engellerle tahkim edildi. Sonunda hazırlıklar bitince, askerler bir gece yürüyüşüyle Uhud’a intikal etti. Sayısal üstünlüğüne inanan düşman güçleri gözetleme tedbiri dahi almamışlardı. Hz. Peygamber (S.A.V) dâhiyane bir planla Ayneyn (bugünkü Okçular) Tepesine okçuları yerleştirdi. Ordugâhın sırtını da Uhud dağına vererek önemli iki stratejik konum elde etmiş oldu. Düşman bozguna uğrarsa, açık arazide kaçabilecekti. Müslüman askerler ise, ya savaşarak galip gelecekler, ya da düşman tarafından kılıçtan geçirileceklerdi. (Sonraki asırlarda bu savaş düzeni pek çok İslam komutana esin kaynağı olacaktı!) Okçuları yerleştirirken onlar çok önemli bir tembihte bulundu: “ Savaşın seyri hangi noktaya giderse gitsin, hatta hepimizi katletseler dahi siz yerinizden ayrılmayacaksınız”.
Kaynaklara güre, üç bin kişilik düşman kuvvetine karşılık Müslüman askerlerin sayısı bin civarındaydı. Düşmanın gücünü gören bazı münafıkların kışkırtmasıyla kalbi çürük Müslümanlardan yaklaşık 250-300 kişi savaş başlamadan önce , Medine’yi savunma bahane- siyle ordugahı terk ederek gerisin geriye döndüler! Böylece inanan güçler düşman karşısında dörtte bir konumuna düşmüştü. Buna rağmen Efendimizin verdiği komutla düşmana saldıran Müslümanlar karşı tarafa kayıp verdirerek, bozguna uğrattılar. Böylece savaştan kaçan kâfirler pek çok mühimmat ve ağırlıklarını savaş alanında bırakmak zorunda kaldılar. Okçuların büyük bölümü, düşmanın mağlup olarak savaştan çekildiğini sanarak ganimet toplamak için yerlerini terk ettiler. İki yüze yakın atlı askeriyle pusuda bekleyen düşman askerlerin süvari komutanı Halit Bin Velid “Ayneyn Tepesi”nin ardından dolanıp, geride kalan okçuları şehit ederek, İslam askerlerini arkadan kuşattı. Bunu gören düşman askerleri, geriye dönerek Müslümanları kıskaca aldılar.
Sınavın En Çetin Anı
Düşman askerleri Karargâha saldırarak Hz. Peygamber (S.A.V)’i katledip Müslümanları başsız bırakmayı hedeflediler. Kısa bir sürede zafer yerini yenilgiye bırakınca, pek çok Müslüman şehit düşmüş, bir kısmı da canını kurtarmaya çalışmaktaydı. Fakat bir bölümü ne pahasına olursa olsun düşmana direnmeye devam ediyordu. Çatışmalar sırasında Hz. Peygamber (S.A.V.) aldığı kılıç darbeleriyle sağ omuzundan yaralanmış, başındaki miğferi parçalanarak halkaları şakaklarına saplandı. Sapanla atılan taşlarla da alnı ve alt dudağı yarılarak , alt çenesindeki mübarek dişi kırıldı. Nebiy-i Zişan sarsılıp yere düşmek üzereyken, darbeyi indiren kâfir, “Muhammed’i öldürdüm” diye bağırdı. Bunu duyan Mekkeliler de “Muhammed öldü, Muhammed öldü “diye bağırmaya başladılar. Bu konum Müslümanların iyice moralini bozdu. O Yüce İnsan tam düşmek üzere iken yanındaki müminler kucaklayarak düşmesine mani oldular; yaralayan kâfiri de cehenneme gönderdiler. Bir anlık sendelemeden sonra Hz. Peygamber kendine geldi ve dağı işaret etti. Hz. Resulullah çevresinde vücutlarını kendine kalkan yapmış bir avuç kahramanla beraber savaşa savaşa Uhud Dağına doğru çekilmeye başladılar. Bunu gören diğer savaşçı müminler de savaşarak o istikamete çekildiler.
Hz. Nebiy-i Zişanla beraber dağa tırmananlar mümkün olduğu kadar en yükseğe çıkarak, düşmanın şerrinden emin olmak istiyordu. O yüce insanı terk etmeyenlerin başında Hz. Ali, Hz.Ebubekir ve Hz. Ömer vardı. Hele Hz. Ali’nin cengaverliği, Hz. Nebiy-i Zişanın dilinden “ La Feta İlla Ali, La Seyfe İlla Zülfikar/ Ali gibi kahraman, Zülfikar gibi kılıç yoktur.“ övgüsünü kazandıracaktı. Kahramanlar Hz. Peygamber (S.A.V)’i dağdaki mağaraya yerleştirdikten sonra, kendilerini takip ederek bir kısmı dağa çıkmış düşmana yöneldiler; kılıç ve ok darbesiyle yaralayıp, kovalayarak dağdan indirdiler. Uhut Dağı ve mağara müslümanlar için o gün doğal bir kale ve barınak olmuştu. Bu nedenle Hz. Resulullah’ın “ Uhud bizi sever biz de Uhud”u dediği rivayet edilir.
Kâfirler Hz. Peygamberi katlettiklerine inanıyorlardı. Onlara göre Bedir’in intikamı alınmıştı, pek çok da ganimet elde etmişlerdi. Böylece savaş bitmiş, Müslümanlar 70 Şehit vermişlerdi. Kafirler Hz. Hamza ,Hz. Musap (r.a.) ve diğer müminlerin cesetlerine olmadık işkenceler yaptılar. Ebu Süfyan’ın karısı Hint, Hz. Hamza’nın ciğerini çıkararak yedi… Tarih o güne kadar hiçbir savaşta böyle sahnelere şahit olmamıştır. Kâfirler emellerine ulaşmış olarak Uhud’u terk ederken, kara haber Medine’ye ulaştı. Önce büyük bir şaşkınlık geçiren Müslümanlar, Medine Emiri olarak bulunan Hz. Osman ve Hz. Fatıma’nın teşvikiyle ayağa kalkıp, kılıç kuşanarak Uhud yolunu tuttular. Gelenler hayli kalabalıktı, içlerinde savaş öncesi meydanı terk ederek, Medine’ye dönen Müslümanların bir kısmı da vardı. Kaynaklar, Hz. Fatıma ile savaş meydanına koşan on kahraman mümine hanımın özel çabalarından övgüyle bahsetmektedir.
Hz. Fatıma mağaraya Hz. Resulullah (S.A.V.)’ın yanına koşarken diğer hanımlar Müslüman yaralıların tedavileri ile meşgul oldular. Hz. Fatıma üstün çabasıyla Hz. Peygamberin yaralarını dağlayarak, akan kanını durdurup tedaviye geçti. Nebiy-i Zişan bir yandan tedavi görürken bir yandan da gerek Medine’nin korunması, gerekse de düşmanın takibi konusunda emirler veriyordu. İkinci gün ayağa kalkıp, mağaradan çıkarak dağdan aşağı indi. Onca yarayla kısa sürede ayağa kalkması gerçekten mucizeydi; bu durum Müslümanlara önemli bir moral kaynağı oldu Önce şehit düşen 73 Sahabenin namazlarını kılarak onları elbiseleri ile beraber savaş alanına defnettiler. Hz. Hamza ve diğer şehitlerimizin vefatına oldukça üzülmüştü, buna rağmen düşmanın takibine O’da katıldı. Medine’ye 15 km mesafede bulunan Mekke yolundaki Zulhuleyfa’ya gelerek karargâh kurup, birkaç gün düşmanın hareketlerini gözletti. Bu davranışıyla düşmana şu mesajları vermek istiyordu: “ Sizden korkmuyoruz; bizi mağlup edemediniz, ben ölmedim, yaşıyor ve dimdik ayaktayım. Medine’ye saldırmaya kalkarsanız bizi karşınızda bulacaksınız.”Düşmanın Medine’ye saldırmayacağından iyice emin olduktan sonra, bazı gözcüler bırakarak, Medine’ye döndüler.
Kur’an Diliyle Uhud
Yüce Allah (C.C.) Kur’an’ın Al-i İmran Suresi 140. ayetinden başlayarak, 174. ayetine kadar olan bölümde Uhud Savaşı hakkında geniş açıklamalarda bulunarak, Müslümanların başına gelen felaketin nedenlerini anlatmıştır. Okuyucuya fikir vermesi bakımından yerimizin elverdiği ölçüde o ayetlerden bazılarını almakla yetindik.
“Eğer siz (Uhud’da) yara aldı iseniz, (Bedir’de) o kavim de benzeri bir yara almıştı. İşte biz, o günleri (bazen galibiyet ve bazen mağlûbiyet şeklinde) insanlar arasında döndürür dururuz. Bu da, Allah’ın gerçekten iman edenleri ortaya çıkarması ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez. (Bir de) Allah’ın, müminleri (seçerek, günahlarından) temizlemesi ve kâfirleri mahvetmesi içindir. Yoksa Allah sizden cihada edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden Cennete gideceğinizi mi sandınız Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan görmeden önce, onu ( şehadeti) arzu ediyordunuz. İşte onu gördünüz,(fakat) bakakaldınız.” (Al-i İmran 3/140-143)
“Gerçekten Allah, (size olan yardım) vaadini doğruladı. Hani O’nun izniyle onları kırıp geçiriyordunuz. Fakat sevdiğiniz (zaferi ve bıraktıkları ganimet)’i size gösterdikten sonra, (Peygamberin verdiği) emir hakkında gevşediniz, (yerlerinizde kalıp kalmamak hususunda) tartıştınız ve (emre) karşı geldiniz: Kiminiz dünyayı (ganimeti) istiyor, kiminiz de (emre bağlı kalarak) ahireti istiyordu. Sonra (Allah), denemek için onlar(a karşı başarı)dan sizi geri koydu (yenilgiye uğrattı). Bununla beraber sizi (canınızı) bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır. O vakit Peygamber arkanızdan: çağırdığı halde, siz sürekli (savaş meydanından) uzaklaşıyor, kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bunun üzerine (Allah), ne elinizden giden (zafer)’e, ne de başınıza gelen (musîbet)e üzülmeyesiniz diye size keder üstüne keder verdi. Allah yaptıklarınızdan haberdârdır.” ( Al-i İmran 3/152,153)
“Sonra bu kederinin arkasından Allah üzerinize öyle bir sekine/güven ve (bunun yol açtığı bir) uyku hâli getirdi ki, o hal içinizden bir kısmını sardı. Diğer bir kısmınızda da canlarının derdine düşmüş, Allah’a karşı, cahiliye devrindeki gibi haksız bir zanda/düşüncede bulunarak: "Bu işten bize ne?" diyorlardı. De ki" Bütün iş (yetki ve karar) Allah’ındır" Onlar, senin huzurunda açığa vuramadıklarını, içlerinde gizliyorlar ve: "Bu iş bize kalsa idi, biz burada, öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine ölüm yazılmış olanlar, devrilip ölecekleri yerleri boylarlardı. Allah’ın gönlünüzdeki (ihlâs ve fitne gibi) şeyleri denemek ve kalplerinizdekini açığa çıkarmak için (bunları başınıza getirdi). Allah, sinelerde olanı hakkıyla bilendir" ( Al-i İmran 3/154)
“ Başınıza bir bela gelince (Bedir Gazvesi’nde kâfirlerin başına) iki katını getirdiğimiz halde size bir (kat) musibet gelince "bu nereden geldi?" dediniz. De ki: "O (belâ), kendi tarafınızdan (ve Peygambere itaat etmeyişinizden)’dır." Allah her şeye kâdirdir.” ( Al-i İmran 3/165)
Medine baştan aşağı yastaydı, tarihinde böyle bir felaket yaşamamıştı ve bir daha da yaşamayacaktı. Yıllar sonra aynı müslümanlar Mekke fethinde intikam peşinde koşup kimsenin canına kıymayacak, düşmanlarına İslam’ın barış ve esenlik mesajını götüreceklerdi. İslamla küfür arasındaki kalın çizgi işte bu mesajdı. O çizgi nedeniyle İslam, inananlar eliyle bugünlere taşınarak, tüm insanlığı kuşatmaya talip oldu. Çünkü Yüce Allah, (C.C) “ Gevşemeyin ,üzülmeyin, eğer inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.” ( Al-i İmran 3/139) diyerek zafer vaat etmişti.
Uhud Dağının dik oluşu nedeniyle inişi çıkışından daha da zordu. Oradan ayrılarak minibüslerle savaş alanına gelip, yürüyüş mesafesindeki Ayneyn/Okçular Tepesine çıktık. Tepe yaklaşık 300-400 metre yükseklikteydi, Uhud Dağı gibi blok kaya şeklinde değil parçalı ve kırık bir yapıya sahipti. Önceleri daha yüksek olduğu halde insanlar ine çıka bir miktar aşınmıştı. Gerçekten de savaş alanına oldukça hâkim konumdaydı. Dünya malı (ganimet) hırsı okçuların gözünü karartınca tepeyi terk etmişlerdi.
Üçüncü durağımız tepenin yanı başındaki şehitlikti. Hz. Hamza ve diğer Sahabelerin ruhaniyetleriyle dimdik ayaktaydı. Esas ölüler onları ölü sananlardı. Yüce Allah(C.C.)’ın selamı Uhud Şehitlerinin ve gazilerinin üzerine olsun…
ALTINCI BÖLÜMÜN SONU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.