- 622 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ENDİŞE-7
Epeydir rahattı, gecelerini artık karabasanlar karartmıyordu. Yine başladı birkaç gündür. Bu karabasanlar yüzünden günün geceye dönmesi de bir karabasan oldu, gece olsun istemiyordu. Cellatları, fiziki ve psikolojik yok edişin eğitiminden geçmişler gibi şimdiye değin okuduğu korku romanlarında görülmeyen, ürpertici, aşağılık, bir canavarın kurbanını diri diri, sırıtarak ve iştahla parçalayışı gibi parçalarlardı bedenini, ruhunu. Bazen göğsüne çökerlerdi, bazen boğazını sıkarlardı. Nefessiz kalırdı, boğulur gibi olurdu. Boğuşurdu onlarla, ilk nefes alışında da en üstü açılmadık küfürlerle karşılık verirdi. Yeniden başlarlardı boğazını sıkmaya, boğmaya. Aklına mutfak gelirdi… O kocaman bıçak… Bir eline geçirebilse hiç tereddütsüz onların boğazını kesip mundar kanlarını akıtırken aynı kahkahayı atar, aynı sadistliği yapabilirdi. Ah, o bıçak… Bir eline geçirebilse… Ansızın bir hamleyle mutfağa yönelir, bıçak sanki elinin altındaymış gibi iki metreden bıçağa uzanır, ayağından çekerek yere düşürürler, hamle başarısız kalırdı… Yüzler tanıdığı yüzlerdi, aşağı yukarı her gece aynı karabasanın melunlarıydılar. Çirkin, iğrenç, nursuz yüzlerdi hepsi de… Anatomik yapılarına, ağız, burun kulak şekline, bir hayvanda olmayan konuşma yeteneklerine bakarak bunların insan olduklarına ilişkin kuvvetli bir yanılsama içinde olabilir miydi?. Şimdilik sorunun yanıtını verebilecek durumda değildi. Yarının bilim insanları elbette onun bu kuşkusunu cevaplandıracak verilere ulaşacaklardır. Yine başladı birkaç gündür. Geceleri ansızın fırlıyor yataktan, kan ter içinde kalmış. Bilmem kaç yıl önce karşılaştığı o yüzleri hiç unutmamıştı, suratlarının en belirgin çizgileriyle orada duruyorlardı işte en arsız sırıtışlarıyla. Hangisi daha korkunçtu, gerçeği mi, karabasanı mı?. Bir kezinde doksan altı gün, farklı zamanlarda on beş günden tutun da bir ayı geçkin süreyle kaldığı o işkence hanede yaşadıklarıyla, geceleri uykusunu cehenneme çeviren kâbusun hangisi gerçekti, hangisi karabasan? Gerçek ve karabasan üst üste gelip çakışmış olabilir miydi?
Mutfak ve bıçak…
Orada ne mutfak vardı ne de eline geçirmek için hamle yaptığı bıçak. Bir ucu sağ elinin küçük parmağına bağlanmış sabit bir kablonun uçlarının vücudunun çeşitli yerlerine uzandığını hissediyordu belli belirsiz. Kablonun başka uçları da vardı, kah ayak parmaklarından, kah dudaklarından, sık sık erkeklik organından verilen elektrik şokuyla kanı çekilmiş ve iradesi dışında titreyen vücudunun farkına varırdı. Elektrik şokuna ara verildiği zamanlar bedeninin bunların elinde tutsak olduğunun farkına bile varmazdı. Gözleri bu süre içinde hep bağlıydı ve cellâtlarınca bu bir tedbirdi. Görüp onları tanımamalıydı. Bir yerden diğer yere sürükleyerek taşırlardı. Ağzınızdan çıkacak bir tek kelimeye öylesine odaklanırlardı ki, bu kelimeyi söyletmeleri için, harika teknolojinin harika aletleri yetmez, adeta yalvarırlardı. Siz o kelimeye öylesine yabancısınız ki, konuştuğunuz dilde, o dilin sözlüğünde ve sözcüğünde o kelime yok. İnsan bilmediği bir kelimeyi konuşamaz ki… Bunca üstün güçlerine, bunca türlü çeşitli işkencelerine karşın bilmediğiniz kelimeyi “bildiğinizi” bilirler, söylemeniz için beden ve beyin direncinizi tamamen ele geçirmeye çalışılırlar, “su” diye inlediğinizde birbirlerine emir vererek “ hemen su getir” diye insana has olmayan bir garip sesle telaşla koşuştururlardı. Bileklerinizden bağlı ellerinizin avuçlarına, yanan vücudunuza sürpriz bir serinlik veren, su bardağından daha hacimli kabı tutuşturduklarında suyu ağzına götürmekle öğürmeye ve kusmaya başlamanız arasında saniyeler bile yoktur. Su diye tepenize diktiğiniz sidik ve tuz alaşımıdır. Sizin öğürmeniz ve kusmanız onlar için bir eğlenceye dönüşür ve katıla katıla gülmeye başlarlar. Yüzer okkalıktan eksiği olmayan birkaç leş tepenize biner, kusmuğunuzu size yalatmak için, o birkaç vücut hep birlikte yüklenirler, sizi boğar ve nefes alacağınız bütün hava koridorlarını kapatırlar. Vücut direnciniz bu saldırıyı püskürtmeye yetmez, cansız yere yığılırsınız. Biraz kendinize gelir gibi olduğunuzda gözlerinizi merak edersiniz, bunca gün, hafta, ay bir bantla sürekli bağlı olan gözlerinizin olup olmadığının, görüp görmediğinin de farkında değilsinizdir.
Ahh, o bıçak… Burada mutfak da yok…
Bedeni, nasıl bir dünyadan geldiklerini bilmediği bu insan görünümlü kan içicilerinin elinde tutsaktı tutsak olmasına ama… Ruhu o korunaklı, silahlı, sivil… her ne bok ise işkence hanelerinin duvarlarını aşıp, uçmuştu. Bundan onların haberi yoktu ve onlar kadavraya çevirdikleri bedenin üzerinde yeni teknoloji harikası işkence aletleriyle yeni işkence yöntemlerini uygulamakla meşguldüler. Bedenini cellâtlara teslim eden ruhu, ay aydınlık bir gecenin ortasından akan derenin mavi-yeşil sularına ayaklarını uzatmış, başının üstünde yaprakları hışırdayan sarmaşığın rengârenk çiçekleri arasından gökyüzünü kaplamış sayısız yıldızları seyre daldı gece serinliğinde. Onları saymaya başladı… Bir, iki, üç, dört… Yirmi, yüz beş… Kayan bir yıldız sayıyı karıştırdı. Yeniden, yeniden… Güldü… Samanyolu Galaksisine ilişkin dinlediği öyküler geldi aklına… Her bir yıldız kocaman bir dünya idi, hatta pek çoğu dünyadan bile büyük. Bu dünyadaki evleri, pencereleri, şehirleri, sokakları düşündü. Bu derenin ak berrak suları kuşkusuz bütün yıldızlarda vardı, bütün yıldızların geceleri serindi, sarmaşıklarının çiçekleri rengarenk, gece sefalarının kokusu büyüleyiciydi. Yıldızlar böylesine parlak olduğuna göre-üstelik elle tutulacak kadar yakındılar- oraya gidebilirdi. İnsanları da bize benziyorlardır kuşkusuz, bizim gibi. Uzun boylu, orta boylu, kısa boylu, esmer, kumral, sarışın… Çocuktu, yıldızların çocuklarıyla sınırsız meydanlarda çelik-çomak oynarlardı. Gençti, yıldızların güzel kızlarına aşık olur, onların peşinden koşardı. Orta yaşlıydı, oğlunun elinden tutar onu yıldızlardaki dostlarının çocuklarıyla tanıştırır, oğlunun evrenin sınırsızlığına olan hayranlığını ve yüzüne vuran sevincini izlerdi. Yıldızlarda yaşayan insanların evinde mutfak var mıydı, ya bıçak… Canı sıkıldı, başka çağrışımlara sığındı. Mesela Ankara-Eskişehir trenine kaçak binerlerdi, Bahri, Ramiz ve kendisi. Yolda yakalanırlarsa saatlerini ve yorganlarını satar, bilet parasını öderlerdi. Daha önce yaptıkları gibi. Olumsuz çağrışımların virüs gibi araya girdiği, hayallerin ortasına siyah benekler bıraktıkları da olurdu. Bir süre bu virüsleri kafasından atamazdı. İzmirde amelelik yaptığı günler… Binanın yedinci katına omuzda tenekeyle beton taşırlardı, Bahri, Ramiz ve kendisi. Nasıl da yorucuydu. Ama işin kolayını bulmakta geç kalmadılar. İncir bahçesinin ortasında Paşa konağı denen harabe bir binayı keşfetmeleri uzun sürmedi. Çimento kağıtlarından bir döşek yapıp iki katlı binanın ikinci katına yerleştiler. Açtılar ve paraları da yoktu. Çözüm ellerinin altındaydı. Bahçeden incir toplayıp satabilirlerdi. Nerde?. Bahri İzmiri biliyordu ve plaja kadar yürürlerdi, plajda satarlardı. Sattılar, para kazandılar, kızların peşinden de koşmayı ihmal etmediler. Bekçi kovdu evden ve bahçeden. O kız güzeldi, yolun üstündeki kırtasiyecide çalışırdı, sık sık kalem alma bahanesiyle uğrardı oraya. Bahsi o kazanmıştı, kız ona gülümsedi. Ramiz dalga geçti, Bahri Basmane seyyar satıcılarından o naylon gömleği aldı.
Yeniden Egenin mavi sularında dalgalar üzerinde yalpalayan bir kayıkta gördü kendini. Kürek çekti, kayık kuş gibi uçmaya başladı. Dev dalgaların içinde kalıyor, denizin dibinde buluyor kendini, ıslak vücuduna dokunuyor, aklına aramalarda kullandığı, zor bela yaptırdığı sahte kimliği geliyor, canhıraş cüzdanının yerinde olup olmadığın yokluyordu. Buldu, cüzdanı yerindeydi. Aramalarda bu kimliği kullanıyordu, kaç varta atlatmıştı bu sahte kimlikteki ismiyle. Polisler kimliğin sahte olduğunun farkına varamamışlardı, özenli ve profesyonelce hazırlanmıştı. Kayık dev dalgaların arasından kuş gibi uçuyor, dalgaların kayığı ve kendinin nasıl savurmadığına şaşırıyordu. Kayık onunla konuşuyordu, bazen dalgaların çıkardığı sesten kayığı duymuyordu. Tepesinde şimdiye değin hiç görmediği kuşlar uçmaya başladı. Sanki bir festival hazırlığına gidiyorlarmış gibi rengarenk kuşlar. Bazıları kayığa tünediler, kimisi de omuzlarına kondu, ürkmediler. kıyıya yanaşıp dev ağaçların gölgesi altında durdu. Kırtasiyeci kızın evi, neresi olduğunu bilmediği bu kıyının yanındaydı, ağaçların arasından o evi gördü. Kız elinde bir sepet balıkla evine gidiyordu, ardından bağırdı, sesi çıkmıyordu. Gök gürültüsü… Kayık alabora oluyor, sarsıldı, tutunmak için çırpınmaya başladı.
“ Seni gidi orospu çocuğu seni”… Bizi s..ikip bayılttın, iki aydır masal anlatıyorsun bize, yalan söyledin… “Asın, asın, asın”… Asın orospu çocuğunu… Çarmıh… T biçimindeki direğin yatay olanına, ayakları yerden yüksekte bırakacak şekilde kollarını bağlayıp bıraktıklarında omzundan bir ses işitti… Çırpındı, kolunu bacağını kurtarmaya çalıştı. Acı dayanılır gibi değildi. Başaramadı, kurtaramadı kolunu bacağını, yeniden bayıldı… Ruhu yine bedenini terk etmişti… O Berrak sular, sarmaşığın rengârenk çiçekleri, gecesefalarının harika kokuları yoktu, yıldızlar ışıltılı, parlak ve elle tutulacak kadar yakın da değildi. Daha doğrusu gökyüzünde hiç yıldız yoktu. Kurşun rengi bir sisti kendini içinde bulduğu. Yapayalnızdı ve etrafta bir ışık bir ses de yoktu. O Cennetten bir parça diye tarif ettiği İstanbul Üniversitesi bahçesinde buldu kendini. Kendinden başka kimsecikler yoktu. Gökyüzü sarışın bir karanlığa büründü. Kaçıp uzaklaşmak istedi. Otobüs durağında insan suretine benzer bilim kurgu yaratıkları türü birilerinin kırkbeş okkalık, kuş gibi çırpınan bir kızı yaka paça eden, hepsi birden üstüne abanan üniformalıları alkışladığını gördü, midesi bulandı, ağzını elinle tutarak uzaklaştın.
Ahh, o bıçak, o mutfak…
Çıplak vücuduna sıkılan buz gibi tazyikli su ile kendine geldiğinde nerede olduğunu düşündü, gözleri kapalıydı, nerede olduğunu, kimlerin elinde olduğunu kestiremedi. Duyduğu sadece acıydı. En çok da omzu sancıyordu, dayanılır gibi değildi omzundaki acı.
Kimsin sen? Bu insan sureti görünümlü yaratıklarla aynı ülkede, aynı şehirde yaşıyorsun, belki aynı sokakta yan yana yürüyorsunuz. Gerçekte yaşadıkların mı kabus, Kabusların mı gerçek?
Ey hayat… Ey güzel ülkem… Bunları üzerinde barındıracak kadar geniş yürekli misin? Senin mutfağında gizlediğin o gümüş saplı bıçağa neden ulaşamıyorum…?